12 Aralık 2016 Pazartesi

BAŞKANLIK SÜRECİNİ ULUSAL GÜVENLİK VE ULUSLARARASI İSTİHBARAT ÖRGÜTLERİ BAKIMINDAN DEĞERLENDİRMEK

Türkiye'de ki Başkanlık süreci ve tartışmaları genel olarak hukuk ve siyaset bilimi literatürleri çerçevesinde ele alınıp irdelenmektedir. Fakat bu sürecin gözden kaçan bir boyutuda istihbarat örgütleriyle alakalı olan hususudur. Bugün dahi her ülke için öncelikli tehdit içsel sorunlar yani bölünebilme ihtimalini içeren ülkelerin güvenlik konseptlerini zedeleyici gelişmelerdir. İsrail'in ultra ortodoks ve İsrailli arap, Abd'nin Teksas, Fransa'nın sınırları içerisindeki müslüman topluluklar gibi ülkeden ülkeye farklılık gösteren her ülkenin saptamasına göre değişen faktörler o ülkeler için birer tehdittir ve bu durum rakip ülkelerce kullanılmak istenmektedir. Türkiye'nin ise büyük zaafları arasında etnisite ve mezhep ile alakalı sorunlar yer alırken buna son yıllarda eklenen kuvvetli siyasi hizipleşme veyahut siyasi bölünmedir. 1980 evveli sağcılar ve solcular olarak adlandırılan ekseriyeti temiz niyetli, birbirleriyle komşu, akraba, arkadaş olan insanlar yabancı istihbarat servislerininde yoğun örtülü operasyonları neticesinde nasıl birbirlerini düşman olarak bellemiş ve bu yönde bir tutum geliştirmişlerse bugünün siyasi hizipleşmeside gizli servislerce ustaca kullanılabilir. Bu duruma Türkiye'nin tarihi geçmişi ve sosyal dokusu oldukça müsaittir.
Başkanlık sisteminden ziyade Cumhurbaşkanını seven ve sevmeyen hatta nefret eden bir kitle oluşturulmuştur. Bu grupların oranlarını kabaca Cumhurbaşkanını seven yüzde 60, Cumhurbaşkanından nefret eden yüzde 40 olarak belirlediğimizi varsayarsak bunların içinde Başkanlık için herşeyi göze alacak olan gruplarla, başkanlık karşıtı ve bu yönde bir sisteme geçilmemesi için herşeyi göze alabilecek grupların olacağı şüphesizdir.
Türküye yakın siyasi tarihinde iki büyük kitlesel hareket görmüştür bunlardan biri Gezi Eylemleri, diğeri ise 15 Temmuz darbe girişimine karşı sokaklara dökülen sivil insanların oluşturduğu vakalardır. 2013 Gezi olayları Taksim merkezli başlamasına rağmen yurt çapına yayılmış, günlerce sürmüş, günlük eylemlerin başlama saatleri ve içerikleri bile senkronize olurcasına tutarlılık göstermiş hükümetin istifasını isteyebilecek kadar mahiyeti farklı noktalara gelebilmiş ve adeta kurgulanırcasına profesyonel bir sivil itaatsizlik eylemi halini almıştır. Diğer büyük kitlesel hareket ise 15 Temmuz günü sokaklara çıkan kışlaların etrafını tanker ve kamyonlarla çevirmek gibi özel harp tekniklerini öğrenen ve uygulayan, cesaretli hatta herşeyi göze almış insanların oluşturduğu fiiliyattır. Bu gruplardan ilki muhtemelen başkanlık sürecine karşıyken, ikincisi ekseriyetle yeni sistemin destekçisi olacaklardır.
Dünya istihbaratının önemli bir kaidesi vardır bu da yerele nüfuz edenin yereli kontrol edebileceğidir. Örneğin; Cıa dev bütçeli ve sistematik bir yapıdır ancak kültür istihbaratı yönü zayıftır Irak operasyonlarında bile İngiliz özel istihbarat şirketlerinden destek almıştır. Alman istihbaratı Avrupa'da oldukça etkindir ancak Afganistan'da örneğin güvenlik maksatlı yerli kadınların erkek askerlerce elle aranmaları gibi acemiliklere imza attıklarından bölgede tutunamamışlardır. Oysa bir bölgenin kültürünü ve insanını yakinen bilen bir sistem o bölgeye daha kolay nüfuz edebilir ve bu yapı en ideal olarak İngiliz İstihbaratında bulunmaktadır. Türkiye'nin siyasi geçmişi ve mevcut durumu Türkiye'yi çok iyi tanıyan örneğin İngiliz İstihbarat Servisi tarafından suistimal edilebilir mi? Sorusuna yüzde bir ihtimalle dahi evet yanıtını verirsek bu, çok yüksek bir orandır ve mutlaka tedbir alınmasını gerektirir. Son günlerde Pentagon danışmanlarından ve daha Mart ayında darbe olacağını yazan ünlü Neo Con Micheal Rubin, yeni bir yazı kaleme alarak Türkiye'nin bölündüğünü belirtmiştir. Bunu Pentagon fikri olarak ele alırsak bu durum nasıl tatbik edilebilir? Unutulmasınki sokak tecrübesi kazanmış iki grup Geziciler ve 15 Temmuz darbesine karşı koymak için yollara çıkanlar Başkanlık sürecinde karşı karşıya getirilmek istenecek her iki grubun içinden provokatörler itinayla öne sürülebileceklerdir. Pekiyi bu durumda Türkiye hangi sorunları yaşayabilir?
1) Yeniden asker seçeneği devreye girebilir ve sıkıyönetim ilanıyla ikinci bir kalkışma ihtimali doğabilir.
2) Ekonomik bir bozulma ile erken seçim ihtimali zorlanabilir seçim süreci ise çeşitli istikrarsızlıklara yol açabilir.
3) İktidar partisini eleştiren açıklamalarla İktidar partisinden toplu istifalar yaşanabilir. İstifa edenler, Türkiye'de İngiliz istihbaratıyla son derece içli dışlı bazı politik figürlerin etrafında toplanmak suretiyle yeni bir siyasi dalgalanma yaşanabilir.
4) Anarşinin boyutuna göre, Türkiye'ye yabancı askeri müdahale doğabilir.
5) Anarşi bugün teknolojik çalışmalarlada gerçekleştirildiği öne sürülen örneğin deprem gibi doğal felaketler ile birleştirilmek suretiyle siyasi ve askeri emir komuta zaafa uğratılabilir, ortadan kaldırılabilir.

Hangi ihtimal geçerli olursa olsun Türkiye için istenmeyen sonuçlar doğacaktır. Bu sebeple bu süreçte Türk İstihbarat örgütleri oldukça etkin olmalı, Mgk gerektiğinde daha sık toplanmalı, özellikle sosyal medya Türk istihbarat birimleri tarafından iyi tahlil edilmeli ve Türkiye'de gerçekleştirilmesi düşünülen örtülü operasyonlara aynı karşılıkla yabancı ülkelerde cevap verilmelidir. Önümüzdeki dönem Türkiye'de çok şiddetli bir istihbarat savaşının yaşanacağı açıktır ve buna ne kadar önceden ve ne derece ciddi bir hazırlık yapılacağı  Türkiye'nin istikbali bakımından mühimdir.

9 Aralık 2016 Cuma

TÜRK GÜVENLİK KONSEPTİNE ELEŞTİREL BİR BAKIŞ: NATO MU? ŞANGHAY MI?

Nato ve Şanghay'ın varlık sebeplerini anlayabilmek , Türkiye'nin Nato'ya dahiliyeti, beklentileri ve varmak istediği yeri irdeleyebilmek için için o devirlerin siyasi gruplaşmaları, ideolojik akımları yani hakim politik ve sosyolojik siyasal konjontorel durumlarını tahlil etmek gerekir. Türkiye, Nato'ya neden ihtiyaç duydu? Nato neden kuruldu? Dünya'da antikomünizmin  üç evresi vardı. Bunlardan birincisi Ekim 1917 Devrimine tepki ile başlayan evre, ikincisi Hitler ve Mussoloni'nin hüküm sürdüğü baskıcı, otoriter, faşist ve nazist dönemdeki özgürlükleri kısıtlayıcı dönem üçüncüsü ise İkinci Dünya Savaşının noktalanması sonucunda başlayan ve Soğuk Savaş olarak adlandırılan dönemdir.İlkinde Rus Devrimi ve iç savaşına İtilaf Devletleri de doğrudan müdahalede bulunmuş ve devrim karşıtı tutum izlemişlerdir. Bunun sebepleri arasında Çarlığı savaşta tutmak ve Almanya'yı zorlamanın yanında Kafkasya'da ki zengin petrol yataklarının varlığı gösterilmektedir. Çünkü Rus Devrimi ile hemen petrol millileştirilmiş ve yabancı petrol şirketlerinin imtiyazları ise kaldırılmıştır. Antikmonizmin ikinci evresinde devleti kutsayan ve siyasi mekanizmanın herşeyi telakki eden faşizm ve soy üstünlüğüne dayanan nasyonal sosyalist sistemler bazı etnik gruplar ve özellikle komünizmi tehdit olarak algılamış ve sert tedbirler uygulamışlardır. Çünkü fabrikalaşma oranı yüksek bu ülkelerde işçi sayısıda artış göstermiş Sovyetlerin etkisi işçiler üzerinde sendikalaşma, grev, iş bırakma gibi neticeleri doğurduğundan yönetimler ile yıldızları barışmamıştır. Antikomünist üçüncü evre ise İkinci Dünya Savaşı bitimine denk düşmektedir.   1946 yılında Churchill'in "Avrupa'ya demir perde indi" beyanatı belkide bu Soğuk Savaşın başlangıcıydı. Bunu destekler nitelikte 1947'de Amerikan dış politikası adeta komünizme savaş açtı ve Türkiye ile Yunanistan'a maddi yardım içeren Truman Doktrini ilan edildi. Versailles düzeninden yana Abd ile bu düzene karşı olan Sovyetler Birliği arasındaki ayrılığın ilk ciddi göstergesi Truman Doktriniydi. 1948 yılında Abd Dışişleri Bakanı George Marshal Avrupa'nın ekonomik kalkınmasıyla alakalı bir plan tasarladı. Bu plan dört yılı kapsamak suretiyle Avrupa'nın bir nevi yeniden inşaası demekti. Sovyetler Birliği, Marshall Planı'nı Truman Doktrini'nin pratikte uygulanması olarak tanımladığından buna açıkça cephe aldı, Doğu Avrupa ülkelerinin katılmaması için baskıda bulunarak Dünya'daki gruplaşmanın keskinleştiğinin sinyallerini vermiş oldu. Şubat 1948 Prag darbesi neticesinde Çekoslovakya Sovyet nüfuzu altına girdi. Buna Batı'nın tepkisi gecikmedi ve Belçika, Fransa, Lüksemburg, Hollanda, İngiltere; Brüksel Antlaşmasını imzaladılar. Bu antlaşma bir nevi Nato'nun çekirdeği hüviyetindedir. Antlaşma'nın 4. Maddesi Antlaşmaya taraf devletlerden birinin saldırıya uğraması durumunda antlaşmaya imza atmış diğer devletlerin yardım edeceği hükmünü içerir ki bir müddet sonra hayata geçecek olan Nato'nun meşhur 5. Maddeside bu tip bir içeriktedir. Nitekim 4 Nisan 1949'da Kuzey Atlantik Antlaşması imzalanarak Nato hayata geçirilmişti. Sovyetler Birliği ise 1955 tarihinde Nato'nun bir nevi Doğu Kanadı karşılığı olan Varşova Paktını ilan ettiğinde Dünyada'ki gruplaşmanın daha keskin ve sancılı olacağı düşünülüyordu. Fakat bu Paktın asıl işlevinin Nato'ya tam manasıyla bir rakip yaratmak olmadığı uygulamalarından anlaşıldı. Zira Tito'nun Yugoslavya'ya kazandırdığı Milliyetçi duruş Sovyetler nezdinde bir tehdit olarak görülmüş ve deyim yerindeyse bu tip ''asilerin'' yeniden türememesi için Sovyetler Birliği'nin bölgedeki istikrarı ve denetimi Varşova Paktı ile sağlanacak ve Macar ve Çek ayaklanmalarının kontrol edilmesinde kullanılacaktı. 1989'dan itibaren önemini neredeyse tamamen kaybeden pakt 1 Nisan 1991'de ise resmi olarak dağılmış oldu .
  Türkiye'de ise Rus karşıtlığı yani daha bilindik tabirle anti moskofçuluk Osmanlı Devleti zamanından Cumhuriyet dönemine intikal etmiş zihinsel ve algısal bir mirastır. Özellikle 1877-1878 daha popüler adıyla 93 Harbi neticesinde yaşanan Rus yenilgisi ve Rusların yeşilköy önlerine kadar ilerleyiş göstermeleri devrin edebi ve siyasi yayınlarınada intikal etmiş 93 Harbi açlığın ve sefaletin hudutsuz yaşandığı bir felaket olarak hatırlanacakken bütün bunlara sebep Rusya ise korkunç bir canavara dönüşecektir. Aslında bu psikoloji o dönem için çok normaldir fakat özellikle Ekim 1917 Sovyet Devrimi sonrasında Türk Kurtuluş Savaşınında başlamasıyla ortaya çıkan yakınlaşma sonrasında duruldu 1945'te Sovyetler Birliği'nin Türkiye'den toprak talebi neticesinde anti moskofçuluk yeniden yapılandırıldı ve bu sefer anti moskof devrinde hakim şartlarına göre anti komünist olarak tanımlanmaya başladı.   Batılılaşma kavramını yanlış anlayan, Komünizm Sosyalizm gibi kavramları ise yeterli entelektüel birikimi müsait sayıda bulunmayan politik ve siyaset bilimci figürlere sahip olması sebebiyle tamamiyle sığ ve basit bir tanım üzerinden yalnızca dinsizlik, milliyetsizlik ve bilumum olumsuzluk olarak algılayan ülke olarak Türkiye kendisini Batı bloğuna ait gördü ve doğal olarak Batı nezdinde oluşturulacak paktlara taraftarlığı söz konusuydu. Tabi bunun çok partili hayata geçilme isteğiylede bağı olabilir. Çünkü Türkiye'de artık iptidaide olsa kapitalist sınıf oluşmuş, Tek Partinin bazı yöneticilerinin ve bürokratlarının keyfi uygulamaları neticesinde kitlelerde yılgınlık, farklı arayış ve istekler ile çok partili hayatın ancak Batı demokrasileri örnek alınarak uygulanabileceği algısı yerleşmiş önce Türk Lirası devüle edilmiş hemen sonra Uluslararası Para Fonu/IMF'ye dahil olunmuş yani Batı ile angaje bir siyasi seyir izleneceğine artık karar verilmiştir. Ağır bir cihan harbi ve Kurtuluş Savaşı geçiren genç Türkiye'nin ordusu son derece vatansever ve disiplinli olmasına rağmen teçhizat bakımından oldukça yetersizdi. Batı ile ittifak ve Batı paktına kabul edilebilme neticesi bu eksikliğinde tamamlanmasında yardımcı olacaktı.
Bu gelişmeler yaşanırken Batı, Türkiye'yi askeri pakta dahil etmekte pek istekli değildi . Türkiye için düşünülen başta küçük katılımlı bölgesel bir pakttı. Paktın komuta kademesi yabancı komutan ve nezaretindeki ekipte bulunacaktı. Daha sonra bir Akdeniz birlikteliğide gündeme getirilmiş 1940'ların sonuna doğru coğrafi konumu sebebiyle özellikle istihbari konuda Sovyetlerden temin edilecek istihbaratın üçte birinin Türkiye'ce karşılanabileceği ihtimali Nato'nun ilgisini çekmiştir. Kore savaşına Bakanlar Kurulunun bile tamamının malumatı bulunmadığı halde asker göndererek aktif katılım sağlandı ve böylelikle istekli ve sadık bir müttefik profili gayet başarılı çizildi. 1952'de Nato'ya resmi dahiliyet zamanla Türk Askeri Talimnamelerinin bile Abd'den tercümesi ve kontrolü çokta mümkün olmayan yabancı üsler meselesini doğurdu. Küçük bir örnek vermek gerekirse talimnamelerde bahsedilen Hava İndirme Tümeni ve Zırhlı Tümen o zamanlarda Türk Ordusu sistemi içerisinde bulunmamaktaydı. Yani talimnameler Türk Ordu sistemi göz önünde bulundurmadan yalnızca tercüme edilerek kazandırılmıştı. Askeri yardımlar ve modernizasyon için Türkiye'ye gelen Abd'li askeri personel sayısı ise yalnızca birkaç yılda 459'u buldu. Tabi bu gelişmeler bazı kesimler tarafından zaruri hatta mecburi telakki ediliyordu. Çünkü Türkiye Sovyetler Birliği'ne konum olarak çok yakındı Sovyetlerin kalabalık ve ileri teçhizatlı ordusu ile başa çıkabilmek veya hiç değilse direniş gösterebilmek için Amerikan yardımları ve yol göstericiliği doğrultusunda askeri modernizasyon gerekliydi. Meselenin ideolojik boyutuncada farklı dinden olmasına rağmen Abd Tanrı tanımaz bir ülke değildi ve bu durum Türkiye ile benzer bir özellik demekti.
Bazı kesimlere göre ise Abd Türkiye'yi kendi küçük uydusu haline getiriyordu. Türkiye'nin bağımsızlığı muazzam derecede zedelenmiş olmakla birlikte ilişkiler gözden geçirilmeli hatta Türkiye Nato üyeliğini sonlandırmalıydı. Bütün bu tartışmalar yaşanırken 1960 yılından itibaren bütün askeri darbeler, kalkışmalar ve provokatif eylemler öncelikle sol günümüzde ise çoğu cenah tarafından Nato'nun icadı kabul edildi ve Nato üyeliği en şiddetli biçimde günümüzde muhafazakar milliyetçi gruplarcada sorgulanmaya başlandı. Şanghay dahiliyet ihtimali gündeme getirildi ve son günlerde de sıkça tartışılır oldu. Şanghay Nato'ya karşı bir alternatif olabilir mi ?
Şanghay cephesi Türkiye'nin birliğe tam manasıyla kabulünün Nato üyeliğini sonlandırılmasıyla mümkün olabileceği görüşündeler.  Nato'dan ayrılmak bağımsızlık kabul ediliyorsa Şanghay'ın Türkiye'nin pakt tercihi ile alakalı müstakil kararı ve bu karar hakkında Şanghay'ca bir hüküm belirlenmesi yine Türkiye'nin bağımsızlığını zedelemek manasına gelebilir. Evet, bir birliğin birtakım istekleri ve istekleri neticesinde üye kabulü söz konusu olabilir fakat Türkiye'nin bir askeri pakt ile alakalı tercihinede engel olunması Türkiye'nin dış politika tercihine belli oranda etki etmektir. Türkiye tam manasıyla Nato üyeliğini sonlandırsa ve Şanghay birliğinin resmi üyesi olsa muhtemelen bu seferde Türkiye'de açılmaya başlayan Şanghay üsleri ve Türk Genelkurmay'ı üzerindeki Şanghay'lı subayların denetimi tesis edilecektir. Bu tarihten sonrada herhangi bir askeri kalkışma, darbe veya provokatif eylemler artık Şanghay mamulü olarak kabul edilir.
Türkiye'nin Uluslararası Pakt tercihi son derece rasyonel olmak zorundadır. Nato Soğuk Savaş döneminde ortaya çıkmıştır fakat Sovyetler Bitliğinin dağılmasından sonra 1991 Roma zirvesiyle kurumsal yapılandırmasını yeniden gözden geçirmiştir. Günümüze değin yalnızca askeri değil siyasi ve ekonomik komiteleride bünyesinde barındıran Nato artık kadın çocuk hakları, enerji güvenliği ve paramiliter gruplar gibi sorunlarada eğilmektedir. 2002 Prag zirvesi Nato'ya üye olmayan üyelerle daha küresel alanlarda görev tasarlanmasına ekonomik ve siyasi araçların kullanımında yüksek bir varlık görsterilmesinin yakalanmasına imza atılırken, 2012 Chicago zirvesinde değinilen konular arasında kadına şiddet ve çocukların korunması gibi siyasi dialoğa önem verilen başlıkların bulunması bakımından dikkat çekicidir. Nato'nun tarihsel gelişimi içerisinde yer alan;  Barış İçin Ortaklık, Akdeniz Diyaloğu, İstanbul İşbirliği Girişimi gibi projelerle üyeleri dışında Balkanlar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleriyle gerçektende etkin ilişkileri kurmayı bilmiştir. Gözden kaçan başka bir hususta  Batı Ukrayna'da kısa süre evvel gerçekleştirilen anayasa değişikliğidir. Bu değişiklikle askeri paktlara üye olmama maddesini kaldıran Batı Ukrayna bir anlamda aktif tarafsızlığını rafa kaldırmış olurken ilerisi için Nato üyeliğine göz kırpmıştır. Batı Ukrayna akabinde Nato, Gürcistan ve Azerbaycan'ı da şemsiyesi altında toplayarak varlığını ve etkisini artırarak devam ettirmek istemektedir.
Şanghay ise istikbal vaad eden ülkelerin oluşturduğu genç bir birliktir. 1996 yılında Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan tarafından komşu devletler arasında ortaya çıkması muhtemel sınır sorunlarını ve daha ziyade içeriye dönük güvenlik kaygılarını asgari düzeye indirgeyebilmek için hayata geçirilmiştir. Kısa sürede üye sayısı ve faaliyetlerini arttırmış; Özbekistan'ın üyeliği akabinde Pakistan, Hindistan, Moğolistan, İran ve Afganistan gözlemci statüsü ile birlikte yer almıştır. Singapur ve Beyaz Rusya'nın da örgütün ilk dialog ortakları olarak kabul edilmelerinden sonra 2001'den itibaren Dışişleri, Savunma, Ulaştırma Bakanlıkları arasında düzenli toplantı mekanizmalarının kurulduğu bir yapı haline gelerek verimliliğini arttırmıştır. Ağırlıklı olarak bölgesel iç güvenlik kaygıları neticesinde hayata geçen birliğin seyri uluslararası alanda yükselen etkinliği ile çok boyutlu minvale evrilmiştir. Birleşmiş Milletler'de 2004 yılında gözlemci statüsü elde edilmiş, 2010 yılında BM işbirliği antlaşması imzalanmış; ASEAN ve Kollektif Güvenlik Anlaşması örgütü ile karşılıklı mutabakat anlaşmaları imzalanmıştır. Öte yandan diplomasi, ekonomi ve kültür alanında işbirliğinide hedefleyen Şanghay'ın bu misyonu Abd'nin Asya ve Uzak Doğu çıkarlarını sınırlamaya başlamış ve Yeni Bir Varşova Paktı doğdu teorileri oluşturulmuştur. Bu teori tartışıladursun 2005 zirvesiyle Abd'nin Orta Asya'dan çekilme talebinin gündeme getirilmesi, 2007 Bişkek zirvesiyle tek kutuplu dünyanın kabul edilemeyeceğinin ilan edilmesi bu yapının gerçektende gittikçe Anti Abd, Anti Nato mizacına büründüğünüde göstermektedir. 
Burada ek bir bilgi vermek yerinde olacaktır. 2002 yılında bölge üyelerinden Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Rusya, Belarus ve Ermenistan'ın oluşturduğu Kollketif Güvenlik Örgütü'nden bahsetmemiz gerekiyor. KGÖ'nün Şanghay ile oluşturduğu karşılıklı etkileşim dikkat çekicidir. KGÖ ayrıca Nato benzeri bir Acil Müdahale Gücünü oluşturarak Orta Asya'nın asli Nato'su hüviyetine belkide Şanghay'dan daha yakındır. Çünkü KGÖ daha ziyade çok yönlü güvenlik örgütüne doğru gelişim göstermiştir. Şanghay güvenlik gerekçeleriyle hayatada geçirilse hiçbir belgesinde askeri bir yapı olarak tanımlanmaz. KGÖ'ye üye ülkeler Rus silahlarını iç pazar fiyatından satın alabilmekte fakat başka ülkelere ihraç edememektedirler. Bu durum örneğin geçmiş yıllarda Türkiye'ye verilen Nato silahlarının Nato onayı olmadan herhangi bir tasavvurda bulunamaması durumuna çok benzemektedir. Bu gerekçeyle Türkiye silah sanayi bir anlamda nasıl Nato'ya entegre olduysa, KGÖ'nün bu sistemide üye devletlerin silahlı kuvvetleri üzerinde Rus Genelkurmayı'nın denetimini doğurmaktadır. Ezcümle gelişen KGÖ ve Şanghay bazı hususlarda ortak güvenlik kaygıları taşıyan eşgüdüm içerisinde çalışan yapılardır. Her ne kadar Şanghay'ın gerçekleştirdiği 10.000 askerlik tatbikatların varlığı gerçekte olsa bunlar ağırlıklı olarak anti terör operasyonları olarak izah edilmekte ve KGÖ, Nato'ya daha benzer olarak tanımlanmaktadır.
Şanghay üyeleri yükselen ekonomik trendlerinin yanında zengin kaynakları bakımından önemlidir ve bu üyelerin coğrafyası Türkiye'nin yakinen ilgilendiği kültürel havzası içerisindedir.
Türkiye'nin pakt tercihi tek yönlü olarak ele alınmamalıdır. Bugüne değin askeri darbe ve kalkışmalarla paramiliter eylemlerin desteklenmesinde Nato'nun payı olduğu açıktır. Ancak siyasi ve askeri etkinliğini arttırdığı gibi Nato üyeliği Avrupa ülkeleriyle ilişkilerinde bir başka ayağını oluşturmaktadır. Şanghay ise genç bir birlik olmakla birlikte dünya nüfusunun 1/3'ünü barındıran ülkeleri çatısı altında toplaması, üyelerinin çoğunda nükleer konvansiyonel silahlar bulunması, üyelerinin büyük güç olabilme arzuları, zengin girişimcilik ve doğal kaynaklara sahip olmaları bakımından göze çarpan ve kayda değer özellikler taşıyan birlikteliktir. Fakat Abd destekli Asya kıtasınıda kapsayan devrimler ve 11 Eylül 2001 saldırıları neticesinde özellikle Afganistan'a düzenlenen operasyon ile örgüt Nato dengeleyicisi bir konumda bulunamamıştır. Nato'nun siyasi olarak genişlemesi hatta Abd Japonya Avustralya birlikteliğinin Küçük Nato olarak değerlendirildiği sistemde, Şanghay etkinliğini arttıran dinamik bir yapı haline gelsede bölge sınırlarını aşamamıştır. Ayrıca Türkiye'nin özellikle Orta Asya ülkeleriyle siyasi temasında önemli birer kart olan Türklük ve İslamiyet algısı bir bakıma Şanghay üyelerinden Çin ve Rusya için tehdit içerebilecek stratejilerdir. Çünkü iki ülkeninde bölgenin islamizasyonu, islamı radikallik veya ılımli islam ile Türk Milliyetçiliği hususlarında geçmişte gerçekleştirmiş oldukları fiili engeller vs müdahaleler bulunmaktadır..
Coğrafi ve kültürel olarak Türkiye'yi yalnızca Batı, Doğu veya Asyalı olarak nitelemek eksik olacaktır. Türkiye hepsinin bir bileşimidir ve Nato ile Şanghay'ın birbirine alternatif düşünülmesi ve değerlendirilmesi güvenlik paradigmaları açısından yeterli olmayacaktır. Türkiye Nato üyeliğini devam ettirmeli fakat Şanghay ilede temas kurmalı daimi üyelik için ağır yaptırımlar belirlenmesi durumunda öncelikle hedef olarak gözlemci üyelik gibi bir statü belirlenmelidir.  Türkiye'nin ordu ve güvenlik yapısı bilgisiz veya artniyetli askeri ve sivil danışmanlar sebebiyle eksik konumlanmıştır. Bu da bir pakt olmadan güvenlik öncelikleri belirleyememe gibi bir hastalığı meydana getirmiştir. Bünyedeki bu hastalık için doğru bir tedavi süreci izlenmelidir. Hava ve Deniz gücünün etkinliğinin arttırılması dışında ordu modernizasyonı sağlanmalıdır. Şu da unutulmamalıdırki özellikle güvenlik bakımından bağımsız veya yeterince güçlenmiş bir Türkiye Nato ve Şanghay için aynı zamanlı tehdit içerebilecektir. Örneğin Türkiye'nin Karadeniz'de etkin olması öncelikle Rusya, Akdeniz'de etkin olması öncelikle Abd için tehlike arz edeceğinden Abd ve Rusya için öncelikli tehdit Türkiye'nin askeri deniz gücü olarak belirlenecektir. Günümüzde Suriye ve İran nükleer meselelerinde bazı maddelerde anlaşmaya varan Abd ve Rusya olduğuna göre ortak çıkarları tehdit altına girdiğinde yine Türkiye'nin dinamik güvenlik konseptini tasfiye maksatlı bir işbirliği gerçekleştirmeleri çok olasıdır. Türkiye ilişkilerini dengede sürdürmek suretiyle girişimcilik kabiliyetini arttırmalıdır. Doğal kaynak bakımından hiç zengin olmayan ve elverişsiz iki ülkeden İngiltere ve Japonya siyasi ve teknolojik ekol durumundadırlar. Artık insan kaynakları diye bir potansiyelin varlığı göz ardı edilmemelidir. Dünya'nın her yerinde bulunan insanı ve gelişen ekonomisiyle Türkiye önemli bir potansiyel taşımaktadır. Artık Ar ge ve mühendislik çalışmaları için teşvik edici adımlar daha büyük atılmalıdır. Türkiye bir anda her bakımdan en üst kapasiteli teçhizatı ve istihbaratı üretemeyebilir fakat kapasitesini arttırması ilgi çekici bir figür haline gelmesini kolaylaştıracak ve yakın coğrafyalardaki ülkelerden daha yoğun işbirliği teklifi alacaktır.

11 Kasım 2016 Cuma

ABD BAŞKANLIK SEÇİMLERİ, ÜST AKIL - ULUSAL DEVLET ÇEKİŞMESİ: ABD'DE PENTAGON YÖNETİME EL KOYAR MI?



''Halefime tavsiye edeceğim yegane şey Generallere sırf asker oldukları için güvenlik konularında güvenmemesidir"



Bu söz öldürülmesinden kısa süre evvel Amerika Birleşik Devletleri Başkanı J.F. Kennedy tarafından sarf edilmişti. Çünkü son zamanlarda Pentagon ile arasında muazzam bir çekişme mevcuttu. Kurulduğu günden bu yana politik, askeri, dini ve ekonomik hususlarda Amerikan siyaseti kendine özgü bir sistem oluşturdu. Protestanlığın bir kolu olarak doğan Katolizmden mutlak ayrılığı, yeniden doğuş, seçilmiş millet ve tebliğ esaslarını imanı kaide belirleyen prütenlerin 1622 yasasıyla İngiltere Angalikan kilisesinden çıkarılmaları Abd New England eyaletine göç etmelerine sebebiyet verdi. Kendi inançlarını burada sürdüren prütenlik bir süre sonra Evanjelizmi doğurdu ve bugün Abd'de 100 milyon insanın mensup olduğu mezhepleşme yolundaki bir inanç Amerikan siyasetine hakim olmaya başladı. Kurucularının tamamı mason ve ekseriyeti asker olan Abd'de bugüne değin bunun iz düşümü olarak Dış İşleri Bakanlarının tamamı mason Başkan ve senatörlerin çoğu gizli örgütlerin üyeleri olurken, asker korkusu yoğun bir sivil denetim tesis etti buna karşın askeri bürokrasi ağırlığını siyasetin içerisinde hissettirmeye devam etti. Bugün Amerikan siyasetinde üniformalı generaller hergün muhtıra vermezler hatta kuvvet komutanları halk tarafından tanınmayabilir. Lakin özellikle bütçe görüşmelerinde istediklerini kopartan Pentagon yetkilileri dış politikada etkin kimi zaman ise Kennedy ve yakın zamanında üs kullanım yasasıyla alakalı Colin Powel döneminde olduğu gibi başkanlarla çatışma halinde bulunabilirler.



 Kısa süre evvel Demokratların ve Cumhuriyetçilerin yeniden çekiştiği başkanlık seçimlerinde Hillary Clinton favori adaydı ve kimilerine göre mutlaka başkan seçilecekti. Bunun temel sebepleri;

 A) Finans, silah, ilaç yani yerleşik müesses nizamın desteğini almıştı
 B) Politik tecrübesi mevcuttu
 C) Eşi Amerikan eski başkanıydı
 
 D) Dünyada bir kadın rüzgarı esiyordu. İmani olarak Meryem Ana'yı öne çıkartan bir takım lobiler siyasettede kadınların önünü açmıştı. Almanya ve İngiltere'nin Başbakanları kadın, Imf ve Fed başkanı yine kadınken, Abd'de 100 etkin Ceo'nun 50'si kadındı.

 Bütün bunlara rağmen Bayan Clinton başarısız oldu. Demokrat olmasına rağmen şahin dış politik mesajlar veren Üst Akılın temsilcisi Clinton'a bilerek veya bilmeyerek esas Üst Aklın kendileri olduğunu Amerikan halkı gösterdi. Ya da durum böyle miydi ?

 1) İki isimde lobilerin temsilcisiydi. Bu yüzden seçilenin önemi yoktu.

 2) Hillary Clinton'un özel hayatıyla ilgili şaibeler ve sağlık sorunları diğer adayın devreye sokulmasını sağlamıştı.

 3) Donald Trump gerçektende bir başkaldırının adıydı. Lobiler ve Pentagona halk desteğinide alarak çeki düzen verecekti.

 Hangi teori kabul edilirse edilsin bir takım pazarlıkların döndüğü açıktı. Şahsi elektronik posta adresi üzerinden ulusal güvenlikle alakalı mektupları paylaştığı için hakkında Fbı (Ulusal Polis Teşkilatı) tarafından soruşturma yürütülen Clinton hakkında seçimlerden yalnızca iki gün evvel herhangi bir şaibe olmadığı yine Fbı tarafından açıklandı . Fbı Amerikan bürokratik çekişmesinde ulusal devletten taraf olan yapıyı temsil etmektedir. Fetö liderine oturma izni verdirmeyen Fbı'a karşı Cıa devreye girerek bu izni aldırmıştı. Yine aynı yapının okullarına operasyon düzenleyen Fbı'a karşı Cıa dosyaları kapattırıyordu. Bu çekişme son Amerikan başkanlık yarışlarında da yaşandı. Fakat son anda Fbı Hillary Clinton'u aklayarak adeta başkan olamayacağının sinyalini vermiş oldu.
Politik geçmişi bulunmayan, Rusya ile işbirliğinden yana, Çin'i kuşatma projesini savunan, Türkiye'deki 15 Temmuz darbe girişimini şiddetle kınayan ve güçlü liderlerden hoşlanan Trump neden seçildi? Herşeyden evvel zaten çok zengin olduğu için lobilere değil servetine güvendi. Popülerdi ve istihdam ile alakalı mesajlar veriyordu. Alman kökenli bu liderin pekaz bilinen yönü ise geçmişte askeri akademide okumuş olmasıydı. Yani Abd'nin yeni başkanı asker kökenli biri oldu. Bu da yetmedi emekli Korgeneral Michael Flynn'ı kendisine danışman yaptı. Deniz Kuvvetlerinden Robert Magnus, Tümgeneral Bert Mizusawa, Tümgeneral Grey Harrel, Korgeneral Joseph Keit, Tuğgeneral Charles Cubic Trump'ın ekibindeki en önemli çalışma arkadaşları oldu. Bu kadar asker amerikan siyasetinde son zamanlarda görüldü mü? Bu bir tedbir amaçlı seçenek miydi? Öyle ya da böyle Trump dengeleri değiştirdi. Buna en ideal örnek daha başkanlık koltuğuna oturmamasına rağmen Pentagon'un tavrıdır. Pentagon son açıklamasıyla Avrupa'daki kuvvetlerini arttıracağını ve bir tugay daha takviyede bulunacağını belirtti. Yani Rusya'ya karşı ılıman mesajlar veren Trump'a karşı Rusya'nın tehdit olarak en azından Pentagon nezdinde görüldüğünü açıklamış oldu. Dünya'nın en demokrat ülkelerinden gösterilmesine karşın Amerikan siyaseti askeri darbe tehdidini en yakın Kennedy zamanında yaşadı. Öyle ki bu dönemi Türkçeye de çevrilen "Mayısta Yedi Gün" adlı roman kısmen anlatır. 1979'da ise Federal Acil Durum Yönetimi Kurulu FEMA kuruldu. Amacı özellikle doğal afet ve olağan üstü durumlarda devreye girmek olan birim Kamu Güvenliğine bağlı olarak görev yapar ve Vali ile Başkanın davetiyle devreye girer. Fakat özellikle  emekli askerlerin 1995 Oklahama bombalı saldırısını gerçekleştirmesi üzerine kendiliğinden meseleye el koymuş ve bugün ise devlet içinde devlet olan konuma ulaşmıştır. Evanjelis ekolün hakim olduğu Amerikan siyaseti için Ortadoğu olmazsa olmazdır. Çünkü kıyamet savaşı Armageddon bu coğrafyada yaşanacak İsa Peygamber ise Tanrı Krallığını burada kuracaktır. Bir taraftan dinler arası dialog ile diğer inançların ana akidelerinden saptırılması tasarlandı çünkü itikati insanlar Armagedon'a direnecek grubu oluşturuyorlardı. Hal böyleyken Trump ekibinin dialogçu Fetö'yü eleştirmesi Cıa'da da tedirginlik yarattı.
Hillary Clinton'un seçim yalnızca sandık değildir beyanatı ve seçim sonuçlarından sonra Trump'un eşinin nü fotoğraflarının servis edilmesi amerikan siyasetinde önümüzdeki günlerde kaset, dosya ve yolsuzluk savaşlarının yükseleceğini gösteriyor. Amerikan merkezli küresel sermayeye baş kaldırı Avrupa'yı da kapsayan bir geleneğin doğmasına yol açarsa Armageddon'dan önce Üst Akıl Ulusal Devlet çatışması yaşanacaktır. Bu durum aslında bazı çevrelerin iddia ettiği gibi ulus devletlerin modasının hiçte geçmediğini ispatlarken Trump Pentagon çizgisine çekilmeye çalışılacak bu da olmazsa tasfiye yöntemi seçilecektir. Tasfiye; dosya ve suikastlar üzerinden gelmezse Pentagon'un olaya müdahil olması şu anda ütopik olsada sıfır sonuçlu bir olasılık değildir. Unutulmasın ki Zombi istilasında ne yapılmalı? konusunda rapor üreten bir yapının(Pentagon), ülkesiyle alakalı tanımladığı güvenliği koruyabilmesi maksatlı darbe seçenekleri de dosyalar halinde mevcuttur .

28 Ekim 2016 Cuma

ASKERİ DARBELER: TÜRKİYE'DE YENİDEN ASKERİ DARBE OLUR MU?


Siyasi terminolojide darbe 1990'lı yıllar yani postmodern döneme kadar tek bir tanımı içermekteydi. Üniformalı silahlı grubun yani ekseriyetle ordunun seçilmiş siyasileri tehdit, baskı veya zor kullanma metotlarıyla siyasi kulvardan men etmek suretiyle kısmi ya da genel doğrudan veya dolaylı olarak ülke yönetimini zapt etmek manasındaydı. Postmodern evrede ise darbenin tanımına alt başlıklar eklendi ve ekonomik tetikçilik, siyasi manüplasyon, medyatik eylemler gibi unsurlarında darbe dahilinde değerlendirilmesi gerektiği ortaya çıktı. Türkiye bu sayılan başlıklardan hepsiyle siyasi yaşantısında tanışmış olabilir fakat yapısı gereği en çok adından söz ettiren ve etkisi hissedilen Askeri kulvardaki darbelerdir. Türklerin yaşadıkları coğrafyalar herdaim kalabalık ve sorunlu unsurlara komşuluk yaptığından dolayı askerlik meslekten ziyade bir yaşam biçimi olarak belirlendi. Türklerin geliştirdiği iş kolları ve verdikleri eserlere baktığımızda demircilik, avcılık, kılıç, ok gibi askeri kategoride yer alan meslekler ve gereçler göze çarpar.  Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasi sosyal yapısı İmparatorluk irdelenmeden anlaşılamaz veya eksik kalır. Çünkü bugünler dünün iz düşümleri mahiyetindedir. Şu halde Osmanlı Devleti incelendiğinde Devlet'in başı Padişah'ın İlmiye veya Kalemiye sınıflarına değil Seyfiye sınıfından olduğu görülür. Arapça kökenli "Seyf" kılıç manasındadır ve Padişah kılıç tutanların zümresinde en baştadır. Yani o evvela bir hoca, alim, müderris değil askerdir, Başkomutandır. Devlet mekanizmasında önemli mevkiler işgal eden Beylerbeyi, Vali, Sadrazam, Beylerbeyi, Kaptan-ı Derya seçkin birer askerdirler. Devlet yöneticilerinin sivil bürokrasiden yetiştirilme usulü 19. Yüzyıldan sonra ancak görülür. Yani Osmanlı Devleti asker egemen, militarist ve orducu bir yapıdadır. Devletin her şeyi konumunda bulunan ve Padişah Osman'ın katliyle ilk defa bir denetim mekanizması halini alan ordunun modernizasyonu meselesi Osmanlı'da ele alınmış, devletin kurtuluşunun çaresi ordu modernizasyonunda görüldüğünden yeni askeri mektepler yeni tedrisatlarıyla tesis edilmiş bu durum askeri zümrenin sivil zümreye oranla çok daha eğitimli ve kültürlü bir yapıda olmasını sağlamış ve ordu bu dönemde aydınlanmanın öncüsü olduğu gibi sivil kesimlede arası açılarak giderek ayrıcalıklı hale gelmiştir. Aydınlanmacı ordu Cumhuriyet döneminde ise kışlasına çekilecek fakat kimi zaman rejimin koruyucusu sıfatıyla siyasete müdahale edecektir. Osmanlı Devletinde Yeniçeri ayaklanmaları, devlet adamı ve padişah katletmeleri hatta askerin kendi arasında (Yeniçeri-Sipahi kavgası / Ayrıntılı bilgilere Erhan Afyoncu'nun Osmanlı'da Askeri Darbeler kitabından ulaşılabilir) çatışmaları gözlemlenmekle beraber modernist ilk darbe Sultan Abdülaziz'in tahttan indirilmesiydi. Çünkü bu olaya Harp Okulu ve mektepli Subaylar karışmıştı. Abdülhamid'in tahttan indirilmesi de başka bir modernist darbe olmakla birlikte İttihat ve Terakki'nin çekirdek kadrosunun çoğunlukla askerlerden oluştuğu doğrudur. Fakat bu İttihatçılara özgü bir özellik değildir. Öyle ki İttihat ve Terakki muhalifi Halaskar Zabitan grubu da mevcuttur. Kurtarıcı Subaylar manasına gelen Halaskar Zabitan adından da anlaşılacağı gibi askerlerden oluşuyordu. Yani askerlerden oluşan bir cemiyetin reaksiyoner manada muhalifleri avukatlar, gazeteciler, müderrisler değil yine askerlerden oluşan bir gruptu. Kurtuluş savaşını veren ve Cumhuriyet'i kuran kadronunda ekseriyetle askerlerden oluştuğu görülür. Cumhuriyetle beraber Polis teşkilatıda modernize edildi fakat bu grup asla ordunun yerini tutmadı öyle ki polis müdürleri bile askerlerden atanırdı. Mustafa Kemal Atatürk'ün fevkalade karizmatik bir lider ve başarılı komutan olmasının yanında Fevzi Çakmak'ı Genelkurmay Başkanlığına getirmesi kendisine yönelik bir askeri darbe ihtimalini tamamen ortadan kaldırdı. Zaten Cumhuriyet kurulduğunda da siyasetten orduyu arındırıyordu çünkü kendisine yönelik en ciddi ve örgütlü muhalefetin askerlerden gelebileceğini biliyordu. Cumhuriyet'in ilk ciddi cuntası 1946'da İsmet İnönü'ye karşı kurulmakla beraber İnönü'nün başarılı bir askeri kariyeri çoğu ordu komutanının kendisinin astı durumunda bulunmaları ve doğru siyasi okumaları sebebiyle fiili bir darbe girişimi yaşanmadı. Cumhuriyet döneminin ilk askeri darbesi 27 Mayıs 1960'ta yaşandı ve parlamento fesh edildi. Darbeden iki hafta sonra 38 kişilik bir cunta listesi hazırlanmasına rağmen elbetteki bu askeri müdahale 38 kişinin icraatı değildi çünkü müdahale sabahı ordu neredeyse gövdesi ve bütünüyle darbeye destek verdi. 1962 ve 1963 Kurmay Albay Talat Aydemir'in darbe girişimleri başarısız olmakla birlikte bu girişimlerde özellikle Karacı ve Havacı subaylar karşı karşıya geldi ordu kendi içerisinde çatıştı. 12 Mart 1971 muhtırası bir başka askeri darbe olmakla birlikte parlamento fesh edilmedi fakat ordu siyasete yeniden ağırlığını koydu. 12 Eylül 1980 emir komuta zinciri dahilinde bir darbe girişimi olmakla birlikte 28 Şubat 1997 günü Ankara Sincan'da bazı tankların bakım gerekçesiyle yollardan geçirilmesi postmodern darbe tanımlamasıyla literatürdeki yerini almış oldu .

15 TEMMUZ DARBE GİRİŞİMİ

Artık olmaz, yapılamaz, o devirler geçti gibi cümlelerin  hiçte geçerli olmadığı anlaşıldı. Kimi reklam filmleri bazı köşe yazarlarının aleni darbe imaları ve Genelkurmay bünyesinde illegal grupların yürüttüğü faaliyetler bir askeri kalkışmanın yaşanabileceğinin sinyallerini veriyordu. Nitekim 15 Temmuz akşamıda bu durum fiilen yaşandı. Yalnız bu darbenin Türk Siyasi Tarihindeki darbe girişimlerinden oldukça farklı yönleri bulunuyordu.

A) İlk defa bir askeri darbede Halk askerin karşısına çıktı
B) İlk defa bir askeri darbede asker ile polis çatıştı. Öyleki örneğin 12 Eylül'de Cumhurbaşkanlığı polis komiseri Tacettin Cumhurbaşkanlığındaki polislerin silahlarını toplayarak muhafız alayına teslim etmişti. Oysa 15 Temmuz'da darbeye destek veren polisler olmakla birlikte Emniyet teşkilatı ağırlıklı olarak darbenin karşısında yer aldı
C) İlk defa bir siyasi lider darbeye direnmiş oldu
D) Özellikle 1973 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de Meclis'in üzerinden jetler alçak uçuş yapmışlardı fakat ilk kez 15 Temmuz'da Büyük Millet Meclisi vuruldu
E) İlk kez bir darbe başladıktan sadece birkaç saat sonra engellenebileceği yönünde bir inanç oluştu
F) İlk kez bir darbe ardında bu denli şaibe bırakmış oldu .

Neticede darbe bertaraf edildi. Fakat şimdi akıllarda çok ciddi bir soru varlığını sürdürüyor. Yeni bir askeri darbe olabilir mi ?

ASKERİ DARBE OLUR MU?

15 Temmuz 2016'dan sonra yaşanılan bazı hadiselere değinelim;
1) Komuta kademesinin safı halen meçhuldür ve görevdedirler
2) Darbeden sonra illegal gruplara üye olduğu bilinen Adli Müşavir görevden alınıp başka göreve verildi. Bu durum medyaya yansıdıktan sonra sehven yanlışlık yapıldığı belirtilip şahıs ihraç edildi. Bu olay kurumsal ciddiyetsizliği bir anlamda vurgulamış oldu
3) Darbecilerin haberleşme programı olarak bilinen Bylock'un şu an bazı askerlerce halen kullanıldığı ve bu yöndeki ihbarların karargahça ciddiye alınmadığı vurgulandı
4) Muvazzaf 1700 Albayın bu programı kullandıkları Mit tarafından tespit edildi
5) Darbenin siyasi ayağı hiç konuşulmadı oysa asker sivil işbirliği yaşanmadan darbe olamazdı. Örneğin 27 Mayıs evveli asker Sivil Bakan Şemi Ergin ve ekibiyle yoğun görüşmüştü. 12 Eylül evveli cunta eski asker olmasına rağmen emekli olduğundan sivil hayatta bulunan Fahri Korütürk'e teklif götürmüştü. 28 Şubat döneminde karargah pek çok sivil siyasetçiyi ağırladı. Fakat 15 Temmuz'un siyasi misyonu neredeyse konuşulmadı. Bu durumda tehlikeli bir muamma durumundadır.

Bir anti parantezle belirtmek gerekirki sivil itaatsizlik eylemleri 2013 Gezi parkı olaylarından beri Kırmızı Kitap dahilindedir. Bugüne döndüğümüzde darbe ile alakalı binlerce personel güvenlik birimlerinden uzaklaştırıldı ve şu anda atıl vaziyetteler. Geçmiş yıllarda Emniyet'in İstihbarat ve Terörle Mücadele gibi hassas birimlerinde görev yapan personele ücreti karşılığında Glock marka silah dağıtılmış diğer birimledeki bazı polis memurları bu durumu yargıya taşımışlardı. O zaman bu durum illegal gruplar kendi personelini silahlandırıyor şeklinde yorumlanmıştı. Bu teori tutarlı olmakla birlikte hassas daireleri elinde bulunduran illegal gruplar ihraç edilmiş kimi personeli kurum envanterinden çalmak suretiyle silahlandırabilir. Tank ve ağır silahların şehir merkezlerinden taşınmalarıda birşey ifade etmez çünkü yeni bir askeri darbe piyade sınıfından gelebilecektir. Pentagon eski danışmanı E. Lutwak'a göre darbenin oluşması için bazı koşullar vardır. Bunlar şu şekilde sıralanabilir
1) Siyasi kriz
2) Askeri başarısızlık
3) Ekonomik kriz

Gerçektende bununla uyumlu olabilecek bir rapor kısa süre evvel Kriz Grubu tarafından yayımlandı ve Türkiye'nin ekonomik olarak zedeleneceği belirtildi. Hatırlanacaktır ki kimi kredi derecelendirme kuruluşları Türkiye'nin kredi notunu düşürdüler. Terör eylemleri hız kazanırken, Musul operasyonu konusunda Türkiye'nin siyasi ve askeri bir başarısızlığı için bazı gruplar ittifaklarını oluşturdular. İşte bu tablo tam da Lutwak'ın çizdiği ile uyumlu. Bu kaotik durumları yaşayan Türkiye'de baş gösterecek "silahlı" bir sivil itaatsizlik eylemide sıkıyönetim ilan ettirmeye yönelik olabilir. Ordu Polis Özel Güvenlik ihraç edilmiş ve açığa alınmış kabaca 200,000 kişilik ve eli silah tutan bir grubun varlığı pek ürkütücü görülüyor. Ordunun bel kemiği olan Uzman Çavuş ve Astsubaylar sivilden temindir ve General ile Albay seviyesinde bile bu denli güçlü olan illegal örgütün, çok küçük rütbeli subaylar ile Uzman Çavuş, Astsubay gruplarındaki etkinliği anormal oranlarda olabilir. Yani muhtemel bir askeri kalkışma piyade sınıfının yanında Uzman-Astsubay-Teğmen Üsteğmen Yüzbaşı rütbelerinden müteakip olabilir. Bunun Türkiye siyasi tarihinde de yeri vardır. 1960'larda Teğmen Üsteğmen ve Yüzbaşılardan oluşan askerler Belçika Klübü adıyla cunta oluşturup askeri darbe tertiplemişlerdi.

NASIL BİR ORDU? DARBE NASIL ÖNLENİR

Pratikte geçerliliği zayıf olsa da ordunun bulunduğu her ülkede askeri darbe ihtimali vardır. Tabi bu zihniyetteki askerlerin eğilim ciddiyetleri ve sayıları önemlidir. Türkiye'ye baktığımızda 15 Temmuz darbesinin tedirginliği ve ihtiyatıyla ordu ile alakalı bazı yeni kararlar isabetliyken bazıları meçhuldür. Askeri Liselerin kapatılmaları, Milli Savunma Bakanlığının sivilleşmesi yerinde ve doğrudur. Fakat Harp Okullarının kapatılmaları yerine bu okullara belirlenen süre öğrenci alımlarının durdurulmaları yeni bir sistemle eğitim öğretim hayatlarına devam etmeleri uygundur. Okullarda sivil öğretmen ve başarılı sivil öğrencilerde yer almalı sivil öğrencilere askeri okullarda daha çok yüksek lisans doktora hakkı tanınarak asker sivil kaynaşmaları sağlanmalıdır. İllegal örgüte üye olduğu yönünde ihbar alınan askerler hakkında soruşturmalar ciddi ve ivedilikle sürdürülmelidir. Çoğu kesim tarafından meşruiyetini kaybettiğine inanılan komuta kademesi değiştirilmelidir. Orduevleri Tsk mensubu memur ve işçilere de açılmakla birlikte böylelikle subay ve generale uygulanan kast sistemi delinmeli onlarında birer insan oldukları imajı pekiştirilmelidir. Asker hastane ve askeri mahkemelerin kapatılması yanlış olmakla beraber bunlar üzerlerindeki denetim mekanizmaları işlevsel hale getirilmelidir.
Yasal düzenlemeler lüzumludur fakat hiçbir düzenleme tek başına darbeyi önleme konusunda yeterli değildir. Bu kurumsal eğilimden de çok halkın demokratik bilinç seviyesiyle orantılıdır. Yani sivil toplum anlayışı, muhalefet kültürü ve farklılıkların zenginlik telakki edildiği bir düzende darbe olmasıda darbe olsa bile başarılı olabilmeside mümkün değildir .

24 Ekim 2016 Pazartesi

KIYAMET SAVAŞLARI: KÂBE VURULDUĞUNDA


(Bu yazı; ''Musul ve Kıyamet Savaşları'' (http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2016/10/musul-ve-kiyamet-savaslari.html) adlı çalışmanın devamı mahiyetindedir.



İnanç en kuvvetli silahtır. Öyle ki bir inancın doğru olup olmamasından daha önemli ve etkili husus inanılan için neyin ne kadar göze alınabildiğidir. Bu bağlamda en önemli inanç enstürmanı dindir ve insanların çoğu hayatlarını dini akidelere göre şekillendirirler. İnsanların topluluk halde yaşamaya başlamasından beri bu toplulukları yönetebilmek için yalnızca baskın bir kabile şefi ya da keskin kılıç ustasıı olmak yeterli değildi. Karizmatik bir etki ancak göksel bir kaynakla yaratılabilirdi. Hükümdar Tanrı veya Tanrıların temsilcisi konumunda olursa otoritesi sorgulanamazdı. Örneğin Roma İmparatorluğunun kurucusu Romellius olmasına rağmen çoğu tarihçiye göre İmparator Numa çok daha önemli bir şahsiyettir. Bunun sebebi ise Numa'nın bir rahipler sistemi kurması kendini baş rahip ilan edip kutsal kitabını kaleme alması ve Tanrı'nın temsilcisi sıfatıyla halkı yönetmesidir. İbrani kültüründe Kohenler önemli yer tutarlar. Baş Kohen Tanrı'dan vahiy alır. Kohenlerin görevleri din ile sınırlı olmayıp mahkeme ve tıp olmak üzere her mevkide üst seviyeyi işgal ederler. Bu durum Mısır'da ki Amon Ra rahiplerini andırır. Devlet içinde devlet olan rahiplerin başı Kralın vekilidir. IV. Amenofis rahiplerin neredeyse devletle eş konumlarından rahatsız olmuş ve etkilerini ortadan kaldırmak için tek tanrılı bir sistem kurmuşsada başarılı olamamıştır. Rahipler bir süre sonra eski konumlarına kavuşurlar. Paganist dönemin benzerlikleri Semavi evrede de görülür. Papa Tanrı'nın vekili olduğundan kararları sorgulanamaz. Türklerin İslamiyeti ilk kabulüyle heterodoks bir yorumu uygularken sonraki yıllarda yerel kültürlerin etkiside adeta islami bir ruhban sınıfı yaratmış ve ulama ile tarikat liderleri imparatorluk döneminde imtiyaz kazanmış ayrıcalık Cumhuriyet döneminde de inşli çıkışlı olarak devam etmiştir. Dinler kutsal, din adamları veya sınıfları imtiyazlı olduklarına göre dinlerin imtiyazlı meskenlerinin bulunmaları da çok olasıdır. Örneğin Hristiyanlar için Cehennem Kilisesi, Yahudiler için Ağlama Duvarı kutsalken müslümanların ekseriyeti için İbrahim Peygamberin inşa ettiğine inanılan Kabe önemlidir. İnsanlar ritüellerini yaşamak uğruna kimi zaman maddi ve manevi zorlukları göğüslemekten çekinmezler. Çünkü inanmak bunu gerektirir.
Dinlerin mezhep denilen kollara ayrılmalarıyla itikadi saflar keskinleşmiş dinin bütünsel manada önem atfettiği sembol ve kavramlarda o mezhebin gereklilikleri doğrultusunda değişmiştir. Örneğin Humeyni kendi slogan ve resimlerini Kabe çevresinde fanatik gruplara belletmişti. Kısa süre evvel ise İran dini lideri Hamaney, şiilere Kabe yerine Necef'e gitmelerini tavsiye etti. İran usulca Kabe mevzuundan sıyrılmaya başlamıştı. Çünkü Necef'in olduğu Irak artık İran'ın arka bahçesi durumundaydı. Saddam Hüseyin zamanında şiiliğin merkezini Necef'ten İran Kum kentine taşıyan İran şahinleri için artık Necef askıya alınacak yer değildir. Çünkü Necef artık İran'ın kontrolüne girmiştir. Kabe harici gruplarla birlikte şiiler içinde önemini kaybetmeye başlamıştır.

 Neden Kabe? Hangi yöntemlerle? Birinci dünya savaşında konjonktorel durum çok hassastı cihan harbinin çıkması bir kıvılcıma bağlıydı. Avusturya Macaristan veliahtı vuruldu savaş başladı. Aynı durum ikinci dünya savaşı içinde geçerliydi. Polonya vuruldu savaş başladı. Şimdi ise Ortadoğu merkezli dünya savaşı için zemin giderek ısınıyor. Son kıvılcım Kabe'nin vurulması olacaktır. Pekiyi Kabe'yi kimler vuracaktır? Elbetteki bu iş taşeron müslüman görünümlü örgütlere devredilecek. Şii literatürünün Kabe'den uzaklaşması ve yabancılaşması, Terör örgütü Işid'in Kabe'yi vurmakla tehdidi bunun açık göstergesidir.

 MUSUL OPERASYONU SUUDİ ARABİSTAN VE KÂBE OPERASYONU ARASINDAKİ İLİŞKİ

Kısa süre evvel başlatılan Musul operasyonu çok uzun yıllı geçmişe dayanır. Evet operasyon yenidir fakat stratejik akıl bunun planını seneler evvelinde kurmuştur. Soğuk Savaş olmasa din siyaset kaynaşması bu kadar yoğun olamazdı. Sovyetler Birliği Afganistan'a asker çıkarmasa Taliban ve El Kaide doğmazdı. Saddam Hüseyin İran ile harp ettirilmese Ortadoğu kaynaklarını büyük ölçüde tüketmezdi. Irak işgal edilip Saddam Hüseyin idam edilmese terör örgütleri Işid'e evrilmezdi. 6 Tümen Irak askeri elleriyle 400 kişilik Işidliye Musul'ü vermese bugünki operasyonda yaşanmazdı. Musul'ün demografik yapısı Sünni ağırlıklı olmakla beraber operasyon sırası ve sonrasında yepyeni bir sünni şii, arap Türk kürt savaşı çıkartılmak istenmektedir. Bunun işaretlerinden bir tanesi Musul eski Valisi Esil Nuceyfi hakkında tutuklatılma kararı çıkartılmasıdır. Diğer bir işaret ise bu operasyona paralel kısa süre evvel Abd’nin 11 Eylül saldırılarıyla ilgili Suudi Arabistan’a dava açılmasını öngören yasa tasarısının Senatodan geçerek yasalaşmasıydı. Gerilen Abd Suudi Arabistan ilişkilerinin neticesi Suudi Arabistan’ın dağılma süreci ve sonrasıyla son bulacaktır. Suudi Arabistan'da Sünni Şii ve Vehhabi olarak en az üçe bölünecek petrol bölgeleri; Berrri, Gavar, Abgagik ve Sefaniye şii nüfus ağırlıklı olduğu için bu gruplara tahsis edilecektir. Yani Musul savaşı ile Suudi Arabistan iç savaşı arasında güçlü bir bağ kurulmuştur. Arap Baharı denilen hadise yaşandığında Bahreyn ve Birleşik Arap Emirliklerindeki şii ayaklanmalara Suudi Arabistan doğrudan müdahil olmuş ve hemen ordusunu bu ülkelere sokup merkezi yönetimlerini desteklemişti. Çünkü etnik ve dinsel açıdan çok hassas durumda bulunmaktaydı. İşte bu zaaf lobiler tarafından kullanılacaktır. Batı merkezli stratejik akıl Ortadoğu'da asla bir mezhepin ezici güçte olmasını istemez. Şimdi şii hilali ile İran'ın önünü açarken bu doğrultuda vehhabi selefi grupların ve terör örgütlerinin güçlenmesine sebebiyet verir. Çünkü her tez bir anti tezi besler. Tez; şiiliğin yükselişi ise anti tezi anti şii gruplarında terörize yapılarının kuvvetlenmeleridir.  Aynısını şiilerin azınlıkta bulunduğu mevkilerde  ise selefi harici örgütlere yaptırarak şii militanların militarize eğilimlerini kuvvetlendirir ve İran'ın şahin politikası keskinleştirirler. Yakın geçmişte Kabe'nin 1979 ve 1987'de iki kere saldırıya uğradığı ve bu saldırılardan ilkinin Mehdi iddalığı ikincisinin ise şii gruplara servis ettirildiği düşünülürse yeni saldırı yine müslüman iddialı gruplara yaptırılacaktır. Şii sünni haricilerin kapışmasında özellikle şii ve harici terör örgütleri kendi eylemlerini kendilerince gerekçelendirerek Kabe'yi vuracaklardır. Bu ise eskisinden çok daha büyük bir kaos yaratacaktır. Birincisi kaynakların insan popülasyonuna dağıtılması bir bilimdir. Ve kaynakların kıtlığı artan nüfusa yetemeyecek niteliktedir. Bu sebeple  nüfusun azaltılması sağlanacaktır. İkincisi küresel şirketler anormal oranda büyüyeceklerdir. Bir şirketin bir adla mayın başka ad altında ise tıbbi malzeme ürettiği düşünülürse kan ve kaos kâr demektir. Ortadoğu merkezli kâr pastası büyüyecektir. Diğer husus ortadoğudan göç hadisesi artacak, insanlar gen, tıbbi çalışmaların kobayı yapılmış olacak yeni postmodern bir köle pazarı oluşturulacaktır. Bir diğer husus seküler kesim din savaşları neticesinde dine muhalif ya da kayıtsız bir mizaca büründürülecek dini grupların ise şiddet ve tahrif eşiği yükselecektir. Dinlerin ortadan kaldırılmaları bu planlar dahilindedir.



 TÜRKİYE VE KIYAMET SAVAŞLARI

Bütün bunlar yaşanırken Türkiye'nin kaotik düzenden ayrı kalması düşünülemez. Türkiye bu düzeni engelleyebilir mi? Buna cevap verebilmek oldukça güç fakat Ortadoğu savaşlarından en az hasarla çıkabilmekte bir başarı unsurudur. Türkiye asker ve istihbaratçılardan oluşan bir tugaylık bir birimi mutlaka dış operasyonlar için ayırmalıdır. Farklı ülkelerde üs kurma eğilimlerini hızlandırmalı, yumuşak güç faaliyetlerini layıkıyla yürütmelidir. Lobi faaliyetleri neredeyse bütünüyle legal görünümlü illegal gruplara havala edilmişti. Bunun ceremeleri bugün dahi çekilmektedir. Nükleer tesisi bulunmayan Türkiye bu konuda isteğini somut girişimlere çevirmelidir. Din mitoloji ve halklar bilimi çalışmaları için resmi birim tesis edilmelidir. Yani yeni bir güvenlik politikası ileriden savunma stratejisi ve liyakatın yanında en az onun kadar önemli güvenilir insanlardan müteşekkil edilecek güvenlik bürokrasisinin tesisi ile Türkiye pek çok olayın seyrini değiştirebilme kabiliyetine sahip olabilir.

20 Ekim 2016 Perşembe

JANDARMA NASIL VE NEDEN TASFİYE EDİLDİ?



Fransız kaynaklarında ‘Silahlı Adamlar’ manasına gelen ‘Gendermarie’  XIV. Louis zamanında Fransız kralının muhafız kıtası olarak kullanılmaktaydı. Krala bağlı olup sarayı korumakla görevli olan jandarmanın Avrupa’da ilk doğduğu ülke Fransa’dır. Zamanla Fransa’da genel asayişi sağlayabilmek için daimi ve paralı askeri birimin kullanılması gerektiğinden jandarma ve benzeri teşkilatlar; Fransa geneli ile Avrupa kıtasında kullanılmaya başlanmıştır. Türk güvenlik sistemi incelendiğinde ise askeri statülü kolluğun binlerce yıllar evveline uzandığı görülmekle beraber Subaşı olarak tabir edilen ve asayişi sağlamakla görevli askerler göze çarpmaktadır. Geleneği Türk İslam medeniyeti evveline dayanan askeri statülü kolluk jandarma adıyla Osmanlı Devleti zamanında özellikle cihan harbinde firarlarla mücadele etmede kullanılan asli unsur olmuş ve kurumsal yapısı tanımlanmıştır. Bu devirde Umum Jandarma Komutanlığı olarak adlandırılan birim askeri talim ve terbiye bakımından Harbiye Nezaretine diğer görevleri dolayısıyla Dahiliye Nezaretine tabiydi. Cumhuriyet döneminde ise yeni kabul edilen jandarma kanunuyla Binbaşı ve yukarı rütbeliler İçişleri Bakanı’nın önerisi üzerine Cumhurbaşkanı’nın onayı ile atanmaktaydı. 1937 yılındaki jandarma kanunundaki ilave ile de, jandarma subaylarının geçici olarak valiliğe, kaymakamlığa ve nahiye müdürlüğüne vekaleten atanmalarına imkan sağlanmıştı. 1961’de jandarma bölge komutanlıklarının kurulmasından sonra jandarma komutanı 1982 Anayasası ile Milli Güvenlik Kuruluna dahil edilmişti. 1980’lerin ortalarından itibaren düşük yoğunluklu harp hususunda adeta uzmanlaşan jandarma, terörle mücadelenin bel kemiğini oluşturdu. Bu önemli askeri birim uzun yıllar öncesinden itibaren sistemli olarak yıpratılma ve sindirme fiiliyatlarına tabi tutuldu. Çünkü Jandarma’nın tasfiyesi Türk güvenlik bürokrasisinde telafi edilemeyecek bir yara açacak bu durum ise Türkiye’nin zayıflatılmasına olanak verecekti.

 ADIM ADIM JANDARMA’NIN TASFİYESİ
Jandarma'yı etkisizleştirme ve tasfiye operasyonları 1990'lardan itibaren başlamıştı. Çünkü Jandarma askeri statüsü olmasına rağmen genel kolluk hüviyetinde bir birimdi envanteri ise Nato'ya kayıtlı değildi. Ayrıca gerilla savaşında uzmanlaşan Jandarma ülkesel  meselelere milli güvenlik temelli çözüm üretme noktasında etkin olmaya başlamıştı. Bunu izah edecek en ideal örnek Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis'in dönemin siyasi komutasıyla uyumlu ve kürt sorunu ile alakalı milli bir proje geliştirilmesiyle ilgili stratejisiydi. Bitlis, Çekiç Güç'ün terör örgütü pkk'ya yardım ettiğini raporlamakla kalmadı kürt meselesinin iç kulvarda çözümü için gayret etti ve o dönemki Barzani ekolünü tasfiyeyi düşündü. Fakat çok geçmeden Jandarma nezdinde Bitlis, suikast olduğu bugün neredeyse yüzde yüz ispatlanan bir uçak arızasında hayatını kaybetti. Zaten bir müddet sonra kürt meselesei ile ilgili planda uygulanamadı. Jandarma özerk operasyonlarla adından Beyaz Enerji vakasında da gösterdi. Buna göre yolsuzluk yapıldığını belirleyen Jandarma hiçbir baskıya boyun eğmeden operasyonlarını genişletti. Bu durum dönemin siyasilerinin canını sıktı ve siyasiler " Operasyonu Jandarma yapıyor bilgimiz yok" cümleleriyle şikayetlerini kamuoyu nezdinde paylaşmaya başladılar. Büyük telkin ve görüşmelerden sonra operasyonlar ancak durdurulabildi fakat Jandarma bazı mercilere göre haddini aşmaya başlamıştı. O tarihlere paralel Ab ilerleme raporlarında Jandarma Türk hükümetine şikayet edilmekte bir takım yasal düzenlemeler talep edilmekteydi. İlerleyen yıllarda özellikle büyük şehirlerde Jandarma yetkilerini Polise devretmeye ve Jandarma sorumluluk alanları daraltılmaya başlandı. 2006 Şemdinli Umut Kitabevi bombalanması vakasıyla alakalı olayı inceleyen savcı iddianamesinde Jandarma Orgeneral Fevzi Türkeri’yi hedef gösterildi. Jandarma'nın yıpratılma süreci yeniden başlatılmış oluyordu. Yıllar sonra yüksek yargı mercilerince uydurma bulgularla delillendirildiği ve geçersiz olduğu belirtilen askeri davalar sürecinde iddianamelerde Jandarma Orgeneral Şener Eruygur Jandarma teşkilatını polise alternatif kullanmakla ve darbecilikle itham edildi. Oysa Jandarma zaten genel kolluktu ve sorumluluk sahasında elbette polisin yetkilerine haizdi. Askeri davalarda "Kıskaç" isimli gizli tanığın ifadeleriyle varlığı meçhul Jitem adlı yapının kurucuları olarak Jandarma Orgeneral Teoman Koman ve Jandarma Orgeneral Aydın İlter'in isimleri belirtildi. Jandarma Albay Hasan Atilla Uğur darbecilik, Kayseri Alay Komutanı Jandarma Albay Cemal Temizöz ise işkence, faili meçhul, darbe gibi ithamlarla tutuklandılar. Bu somut örneklerden son otuz yılın tablosuna baktığımızda; Orgeneral Eşref Bitlis, Orgeneral Adnan Doğu, Orgeneral Aydın İlter, Orgeneral Teoman Koman, Orgeneral Fevzi Türkeri, Orgeneral Şener Eruygur, Tuğgeneral Ali Aydın Tuğgeneral Veli Küçük, Tuğgeneral Bahtiyar Aydın, Albay Cemal Temizöz, Albay Hasan Uğur, Albay Abdülkerim Kırcı, Albay Kazım Çillioğlu, Albay Rıdvan Özden gibi isimlerin üç özellikleri mevcuttur. Bunlardan birincisi bu isimlerin her biri muvazzaf ve yüksek rütbeli birer askerdirler. İkincisi bu isimler ya şüpheli tertiplerle öldürülmüş, ya tutuklanmış hedef gösterilmiş, ya da intihara sürüklenmiştirler. Üçüncüsü ise bu isimlerin tamamı JANDARMA PERSONELİDİRLER . Jandarma’nın tasfiyesi yalnız bu vakalarla sınırlı kalmadı. Ast personelin gözünde birer idol jandarma’nın genel hüviyeti içerisinde ise son derece faydalı olan personel birer birer pasifize edilirlerken illegal bazı örgütlerin mensuplarıda jandarma teşkilatına sızdırıldı. Çünkü jandarma askeri, adli ve mülki yetkilere sahipti. Bunun dışında komutanı Milli Güvenlik Kurulu üyesi olduğundan teşkilat devlet yönetiminde söz sahibi oluyordu. Polisten farklı olarak ağır silahlara sahipti ve olağan üstü durumlarda Kara Kuvvetlerine bağlı olarak görev yaptığından bu birimin vurucu gücü konumunda olacaktı. Bu sızmalar gerçektende jandarmayı tahrip etti öyleki 15 Temmuz darbe girişimiyle Jandarma binası darbecilerin karargahı olarak kullanıldı. Birim yara aldığı gibi kurumsal itibarıda sarsılmıştı. Darbeden sonraki süreçte jandarma bütünüyle İçişleri Bakanlığına bağlandı.

 JANDARMA NASIL BİR KURUMSAL YAPIYA
DÖNÜŞTÜRÜLMELİDİR?
Jandarma bütünüyle İçişleri Bakanlığına bağlanmadan önce ilk olarak sınırlardaki görevini Kara Kuvvetleri’ne devretmiş sonrasında askeri statüsünü korumakla beraber İçişleri Bakanlığı’na bağlanmıştı. Bu durum uzun süre eleştirildi. Dünya’daki örneklerine baktığımızda 56 ülkede jandarma ve benzeri askeri statülü kolluk  bulunmakta olup teşkilatların tamamı İçişleri Bakanlıklarına bağlı olarak görev yapmaktadırlar. Şili’de tüm ülke jandarma sorumluluk sahası içindeyken Azerbaycan, Kırgızistan ve Kazakistan’da İçişleri Bakanı’nın yetkilendirilmesi durumunda yine bütün ülkede görev yaparlar. İtalya’da ise bölge kısıtlaması olmamakla birlikte ihbarı alan ilk kolluk birimi olayla ilgili çalışmalarını sürdürmektedir. Bu uygulamalara baktığımızda Türkiye’nin askeri sosyolojik perspektifide dikkate alındığında jandarmanın genel kolluk olarak sürekliliğini koruması önemlidir. Profesyonelleşme iç güvenlik ile alakalı bir teşkilatın temel doktrini olduğundan jandarma bünyesine hiçbir surette erler kabul edilmemeli orta vadede ise yükümlülerin hiçbiri jandarma bünyesinde görev yapmamalıdır. Kapatılan Uzman Çavuş okulu yeniden açılarak jandarmanın asli kaynağı uzman çavuş yetiştirilmesine devam edilmelidir. Jandarma teşkilatının idari yönden İçişleri Bakanlığı’na bağlanmasında bir sakınca olmamakla birlikte, jandarmanın itibarının korunması ve manüplasyonlardan uzak tutulması sebebiyle Generaller ve İl Alay Komutanları askeri silsileye göre atanmalıdırlar. Jandarma komutanının da Mgk üyeliği devam ettirilmeli, Genel Komutanlık her daim Orgeneral rütbesindeki bir askerce icra edilmelidir.

 SONUÇ
Jandarma bazı kesimlerce milli ordu olarak nitelendirilmektedir. Eski bir kurumsal kültürü bulunan bu ordu özellikle düşük yoğunluklu harp konusunda uzmanlaşmıştır. Pentagon raporları 2014-2026 yılları arasını Ortadoğu coğrafyasını bir gerilla harbinin merkezi olarak tanımlaması ve bu coğrafyanın gerilla harbinde en başarılı birimi olan Jandarma Teşkilatının uzun yıllardan beri sistematik olarak baskı, yıpratılma ve zedelemeye tabi tutulması jandarma ile milletin arasını açmakla kalmamış bu birimin etkinliğinede set çekmiştir. Terörle mücadelenin asli unsuru Jandarma’nın tasfiyesi Türkiye’nin terörle mücadele başarısını sekteye uğratacağı gibi askeri üniformanında ağırlığını düşürür. Artık yapılması gereken ulusal güvenlik politikalarının yeniden tanımlanmasıyla beraber siyasi iradeye bağlı fakat sorumluluk alanlarını ve eski etkinliğini korumuş jandarmanın tesis edilmesidir.

18 Ekim 2016 Salı

1977 ORGENERAL ERSUN TASFİYESİ İLERİKİ ASKERİ DARBELERİN HABERCİSİ

Gündelik siyasi konuların ve geleceğe ait siyasi bakış açılarının sağlıklı bir biçimde yorumlanabilmesi yakın ve uzak tarih muhteviyatına sahip genel tarih okumalarının idrakiyle mümkün olmaktadır. Çünkü toplumsal olayların laboratuvarı tarihtir ve toplumların alışkanlıkları, yaşam biçimleri ve tutumları ile bürokratik yapıları iyi tahlil edilebilirse toplumların karşılaştığı/karşılaşacağı gelişmeler aynı veya ne denli farklı olsada husule gelebilecek neticede isabetli oranda saptanmış olacaktır. Yani tarihte tekerrür yoktur fakat siyasi zeminler ve toplumlar ne denli değişiklik gösterselerde geçmiş ile bir bütünlük dahilindedirler böylelikle neden sonuç ilişkilerine dayanarak bütüncül bir perspektif ortaya koyulabilir. Siyasi olaylar birbirlerine benzerler, 15 Temmuz darbesi ile benzerlik gösteren en yakın tarihli vaka 1977 Kara Orgeneral Namık Kemal Ersun tasfiyesidir. Şimdi bunu izah etmeye çalışacağız.
Kısa süre evvel Ergenekon Balyoz yani Askeri Davalar neticesinde pek çok asker tasfiye edilmişti. Bu uzun süreçten sonra davaların uydurma belgelerle delillendirildiği yüksek mahkemece karara bağlandı. Pekiyi bu tasfiyeler neden gerçekleştirildi? İşte yakın tarihli benzer vaka 1977 Orgeneral Ersun hadisesinin incelenmesiyle makul bir yanıt verilebilir. Kaosun eksik olmadığı ve anarşinin tırmandığı 1970'li yıllar Gladyo yapılanmasının tezahürüydü. Soğuk Savaş konseptinde Nato tarafından hemen her Nato ülkesinde oluşturulan gizli ve paramiliter yapılar Türkiye'de de 1952'den itibaren kendisini gösterdi. Suikast, itaatsizlik, cinayet, kriz gibi vakaların kumanda merkezi olan Gladyo, Nato konseptine uygun olarak ülkeleri istediği gibi şekillendirdi. Konumu itibariyle oldukça önemli bir kuşakta bulunan Türkiye'de Gladyo eksik olamazdı, olmadı ve etkinliğini tırmandırdı. 12 Mart 1971  askeri muhtırasıyla şekillendirilmeye çalışılan Türkiye'den istenilen verim alınamadı. Çünkü 1965'den itibaren milli ordu sanayisi ve göreli özerk dış politika ilkesini benimseyen Türkiye kısmen raydan çıkmıştı. 1971 Muhtırasıyla buna bir anlamda çekidüzen verildi fakat Nato'ya rağmen Kıbrıs çıkarması ve şahlanan ulusal gurur neticesinde bağımsız ulusal politika beklentisi o zamanın Üst Aklının planlarının dışındaydı. Bu sebeple toplumsal olaylar tertip edildi 1 Mayıs 1977 Taksim meydanı saldırıları ve Bülent Eecevit'e suikast girişimi en önemlilerindendi. İşte o zamanın hükümeti şaşırtıcı bir cesaretle bu olayların tertibi olduğu gerekçesiyle Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Namık Kemal Ersun ve 850 subayı Yüksek Askeri Şura kararlarını beklemeden ihraç etti. Ersun'un bu olaylarla ilgisi var mıdır yok mudur veya Gladyo'ya hizmet eden bir görevli midir bilinmez. Fakat darbeci militarist eğilimleri olduğu siyasi tarihçe sabittir. Pekiyi Ersun'un tasfiyesi neye yol açmış oldu? 1980 askeri girişimi başka bir komuta heyeti tarafından gerçekleştirilmiş oldu. Ersun çok önemli bir konumdaydı fakat darbe gerekçesiyle tasfiye edilmesine dış odaklarda ses çıkarmamışlardı. Bunun en somut göstergesi Ersun'un Askeri Yüksek İdare Mahkemesince göreve iade edilmelidir kararına rağmen, Genelkurmayca bu kararın uygulanmamasıdır. Yani Ersun başarılı olamayacaktı olsa da Genelkurmay'ın topyekün desteğinden mahrum kalacaktı. Dünya'nın hiçbir yerinde 850 subay ve  ufak uzantılarıyla bir darbenin başarılı olması mümkün olamazdı.
Bu vaka bizlere Askeri davalarla şaşırtıcı benzerlik gösteren bir durumdur. Askeri Davalar; Ergenekon Balyoz vs ile sosyal yaşantıda keyifli, eğlenceli veya dingin hayata düşkün mesleki yaşantı olarak ise fevkalade disiplinli ve profesyonel olan askerler bir darbeye karşı veya isteksiz zümreyi oluşturacaklardı. Bu sebeple tasfiyeleriyle ordu eskisinden daha militarize bir mizaca büründürüldü. Ersun'un tasfiyesi ile de daha kapsamlı ve planlı bir askeri darbe oluşturuldu. Ersun darbe eğilimli fakat fevri ve duygusal bir kişiydi. Emeli anti komünist Bir Türkiye tahayyülüydü ve bunun sağlıklı bir ekonomik ve siyasi derinliği yoktu. 15 Temmuz darbesine baktığımızda da bunun uzun zamandır ve oldukça profesyonel bir biçimde tasarlandığını gördük. Ersun tasfiyesi Evren Cuntasına yol açtı, askeri davalar neticesindeki tasfiyelerle 15 Temmuz cuntası oluştu, 15 Temmuz tasfiyleri ile başka cunta veya cuntalarda oluşabilir mi? Burada vurgulanmak istenen tasfiyelerin neden yapıldığı değil, yanlış veya eksik yöntemler izlenerek başka grupları avantajlı konuma yükselttiğidir.

ASKERİ TASFİYELER VE ASKERİ DARBELER

Esasen ordunun bir kanadındaki tasfiye başka bir kanadının güçlenmesine yol açmıştır ve Türk siyasi tarihi bunun örnekleriyle doludur. Abdülhamid muhalif subayları tasfiye eder fakat mektepli subayların darbesine engel olamaz. Cumhuriyet tarihin ilk ciddi cuntası 1946'da İsmet İnönü'ye karşı oluşturulmuştur. Mani olmak için 1949'da Ordu Savunma Bakanlığına bağlanır ve 1950'de büyük çaplı tasfiyeler gerçekleşir. Fakat 1960 yılında başka bir klik yönetime el koyar. O dönemlerde kızağa çekilmiş olan Kurmay Albay Talat Aydemir ise 1962 ve 1963 yıllarında darbe girişiminde bulunmuştur. Sosyalist cunta gerekçesiyle 9 Martçı olarak anılan subaylar tasfiye edilir. Fakat bu sefer 12 Mart'ta başka bir cunta yönetime el koyar. 1977'de Ersun ve ekibinin tasfiyesi başka bir kliğin önünü açarken, askeri davalar ile 15 Temmuz cuntasının önü açılmıştır. 15 Temmuz sebebiyle tasfiyelerin olması doğaldır fakat yine olması gereken seyir aşılmıştır.
1) Askeri ateşeler arasında çağırıldığı halde yurda dönmeyen veya bulunduğu ülkeye iltica edenler vardır. Askeri ateşeler ile yurt dışı görevli askeri personel üzerinde yeterince durulmamaktadır.
2) Darbe içerisinde yer aldığı belli olan eski adli müşavir bir süre sonra başka göreve atanmış, kamuoyunda bu haberin paylaşılması üzerine gösterilen tepki neticesinde bu atamanın 'sehven bir hata' olduğu belirtilmiş ve subay ihraç edilmiştir. Aynı ciddiyetsizlik Tsk içindeki ByLockçular konusunda da geçerlidir. Bylock kullandığı iddia edilen personelin soruşturmalarının geçiştirildiği emekli Albay Eryaşa tarafından belirtilmiştir.
3) Darbeyi önlemde önemli sorumluluk üstlendiği belirtilen Orgeneral Ümit Dündar, Meclis Darbe Komisyonuna verdiği ifadeyle cunta ile alakalı en ufak bir bilgisi belgesi olmadığını paylaşmıştır. Komuta Kademesinin hiçbir şeyden haberleri bulunmamaları tasfiyelerin eksik yapılacağı izlenimini doğurmuştur.
4) Darbeciler arasında darbeci olmayanlarında tasfiye edildiği pekçok haber bülteniyle sabittir.  Kimi darbeciler, yeni darbeler için uykuya yatmış bulunmaktadır.


SONUÇ

Türkiye kültürü ve coğrafi pozisyonu itibariyle güvenlik temelli bir devlettir bu güvenlik tanımlamasında ise ordu herşey demektir.Türk tarihinde ordu kimi zaman aydınlanma öncüsü kimi zaman rejim denetleyicisi kimi zaman ise vesayet odağı olmuş yani bir şekilde siyasette etkin konumunu sürdürmüştür. Asker Sivil ilişkilerinde sivil sistemin tesisi maksadıyla kimi zaman gerçekleştirilen tasfiyeler her daim başka militer bir kliğin önünü açmış bu da askeri müdahaleye yol açmıştır. 15 Temmuz tasfiyeleride bütünyle hukuk içerisinde, ciddi, sağlıklı istihbari raporlardan eksik olarak yürütülürse daha vahim cuntaların ortaya çıkmasına sebebiyet verebilir. 1977'de bir Kara Kuvvetleri Komutanı emekli edilmesine rağmen yalnızca birkaç sene sonra yine darbe olmuştu. Unutulmasınki 15 Temmuz'dan sonra komuta kademesinden kimseye dokunulmadı. Eğer darbe eğilimli bir klik varlığını devam ettiriyorsa şifrelerini bildiği mevcut muvazzaf  karargah zihniyetini kendi eğilimleri doğrultusunda manüple edebilir.

17 Ekim 2016 Pazartesi

MUSUL VE KIYAMET SAVAŞLARI


'' Sodom ve Gomora'yı nasıl helak ettiysem medeniyetlerin en güzeli Babil'i de yerle bir edeceğim''  - Tevrat
'' Babil'e karşı helak edeci bir fırtına yükselteceğim'' -Tevrat


Dünya siyasetini anlamak ve algılamak Ortadoğu siyasi dengeleri incelenmeden mümkün olamayacak bir durumdur. Ortadoğu ise Mehdi/Mesih teostratejik bağlamdan bağımsız irdelenemez. Medeniyetlerin kurulduğu, en kadim imparatorlukların var olduğu, bilinen bütün Peygamberlerin çıktığı yegane yer Ortadoğu coğrafyasıdır. Bu denli kadim bir havza biriktirdiği kültürel envanter, doğal zenginlik, konum gibi mühim faktörler sebebiyle etkin devletlerin stratejik planlarında bir şekilde yer bulmuş bunun neticesi taşeron terör örgütleri ile kan ve gözyaşının daim olduğu hak etmediği bir muameleye tabi tutuldu. Dinlerin tebliği ile siyasallaşma sürecinin başlaması eş zamanlı olup özellikle günümüzde Ortadoğu dini metinler eşliğinde şekillenen bir vaziyet aldı. Bunun sebepleri şunlardı;


A) Bilinen bütün Peygamberler ve eski medeniyetler Ortadoğu merkezliydi. Semavi ve paganist dinlerin beşiği coğrafik yapının dini metinler ve efsaneler eşliğinde yeniden yorumlanması oldukça uygun düşüyordu.
B) Liderler ve devletlerin dini argümanlar ile politik yön ve misyon belirlemeleri meşriuyet pekiştirici bir durumdu.
C) Çoğu din tahrif edilmişti ve bu durum yeni tahriflere kapı aralamıştı. Üstelik rasyonel çıkarlara uygun tahrfiler makul bir rant kapısı olurdu.
D) Soğuk Savaş döneminde icat edilen Yeşil Kuşak yani Sovyetler Birliğini din ile çevreleme politikası Ortadoğu'da siyasi dini referansları kuvvetlendirdi.
E) Amerikan siyasetinde icat edilen Yeni Muhafazkar Neo-Con lobi Protestan metinler ve Tevrat ayetlerinden fikirsel olarak besleniyordu. Bu sebeple Ortadoğu siyasi konumunun dini muhteviyat ile değerlendirilmesi bu lobi ile paralel olurdu.

Yazının girişinde Tevrat'tan verilen  Babil yani Irak ile alakalı bazı metinler Tevrat'ta Babil ile alakalı onlarca ifadeden yalnızca ikisidir. Buna değinilmesinin sebebi şudur, Ortadoğu İbrani metinlerindeki tanımlara şaşırtıcı derecede benziyor yani Irak, Suriye ve Mısır çözülmeye başlıyordu. Yahudilerin Babil sürgünü ile karşılaştıkları şok bir yana İran üzerinden Zerdüştlük akımından esinlenmeler İbrani mitlerine Davud soyundan Mesih, İbrani metinlerinden Protestan akıma İsa Mesih, Şii inanç sistemi ve üzerinden diğeri İslami ekollere Mehdi beklentisini yerleştirdi. Yani Mehdi ve Mesih'in Ahir Zamanda belirmesi Ortadoğu'da sınır değişiklikleri ile mümkün olacaktı. 1978'de Sovyetleri Afganistan'a sokan lobi aynı yıl Taliban adlı örgütü destekledi. Öyle ki bu örgütten kopan bir kesim yıllar sonra Tevhid ve Cihad örgütü adı altında ortaya çıkacak demografik değişimlere göre ise Işid olarak yeniden organize olacaktı. Bugünlerde sıkça konuşulan Musul operasyonu aylardır Pentagon tarafından planlanan bir stratejiydi. Işid adlı taşeron örgüt Ortadoğu'da sınırların yeniden tasarlanması için oluşturulmuştu öyle ki 6 Tümen askerin tek kurşun dahi atmadan Musul'ü 400 kişilik terörist gruba teslim etmelerinin başka bir açıklaması olamazdı. Işid, Irak'ta bazı bölgelerin zapt edilmesi için kullanıldı. Akabinde bu bölgeleri kurtarmak söylencesiyle ortak operasyon başlatılacak ve neticesinde yeni bir iç savaş başlatılmış olacaktı. Bu oyunun dengelenmesinde Türkiye'nin tutumu ve girişimi oldukça mühimdir. Başından beri Türkiye operasyonda yer almak ısrarını sürdürmüş, dış kamuoyunda gündeme getirmiş ve tepki görmüştü.  Türkiye'nin masasında çeşitli planları bulunuyordu. Bu planlar 3 kategoride tasnif edilebilir;
1) Doğrudan Müdahale : Musul'a uluslararası meşruiyet aranmadan doğrudan müdahale eylemiyle Türkiye yaptırımlarla karşılaşacağı gibi zor bir sürece dahil olmuş bulunacaktı. Bu seçenek masada her daim cılız bir plan olarak yer aldı.
2) Barzani Grubunun Çağrısı İle Müdahale : Türkiye'nin güvendiği fakat hayal kırıklığı yaşadığı bir seçenek olarak kaldı. Kamuyounda yıllardır Barzani ailesi ile alakalı yahudi kökenli oldukları yönünde propaganda yapıldı. Esasen Osmanlı Tapu Tahrir kayıtlarında da ödedikleri vergi müslümanların ödediği vergiden daha fazla olan bu grup 1930'larda Irak merkezi yönetimiyle çatışıp üstünlük sağlayabilecek kadar güçlendi.Türkiye ile ilişkileri inişli çıkışlı olan aşiret mensubu Abdüsselam Barzani'nin 1914'te idamından sonra uzun süre yakın temas sağlanamadı. Yeni Ortadoğu konseptinde önemi olan aile, İsrail'in Arap olmayan devletlerle ilişkilerin desteklenmesi stratejisiyle 1963'ten itibaren maddi destek görmeye başladı. 1965'te Marved/Halı operasyonuyla yabancı bir Tümgeneral aracılığı ile modernize askeri eğitim alan grup tamda bu yıl Irak'ın Kuzeyinde Komünist parti üyelerine silahlı saldırı ve sürgünlerle Abd siyasetiyle eşgüdüm içerisinde olduğunu gösterdi. Turgut Özal'ın kürt sorununa çözüm 1992 Kale Harekat Planıyla yakın ilişki sağlanan aşiret, Çekiç Güc'ün Irak'ın Kuzey bölgesine yerleşmesiyle Pkk ile ortak hareket etmeye başladı. Kısa süre evveline değin flu ve mesafeli olan ilişkiler kurulması tasarlanan büyük Kürt Devletinin hamiliği söz konusu olduğunda Barzani'nin pkkyı lanetlemesi ve Irak'ın Kuzeyinden çıkmaya zorlamasıyla yeniden işbirliğine evrildi. Şu anda yaklaşık 200 Bin kişilik peşmerge kuvveti bulunan grup bu militanlara üniformalar ve Harp Okulları tahsis etmek suretiyle ordulaşma sürecini hızlandırdı. Türkiye ile sağlıklı ilişkilerin tesis edildiği dönemde Barzani'nin, Musul'a Türkiye'yi davet etmemesi Merkezi hükümet ile keskin çatışmalara girmekten çekinmesi ile alakalı olabilir. Barzani grubu Sünni Nakşi geleneğinden gelirken Irak Merkezi Ordusunun çoğunluğu şiilerden oluşmaktadır.
3) Sünni Aşiretlerin Çağrısı İle Müdahale : Türkiye, 2002'den beri uygulamaya koyduğu Neo Dinamik politik unsurunu özellikle 2004'den itibaren Ortadoğu ülkeleri ile serbest ticaret anlaşmaları yaparak sürdürdü. Suudi Arabistan ile müttefik olurken Katar'a üs kurma noktasına geldi. Türkiye'nin yeni politik tutumu mezhepçi politika tanımlamasıyla eleştirilirken bu kanımızca doğru olmayan bir tutumdur. Ortadoğu ülkelerin mezhep ağırlıklı bir tutum üzerinden hizipleşme sağladığı bir kulvardır. İç Politik strateji olarak belirlememe kaidesi ile Türkiye'nin Ortadoğu'da bazı sünni gruplar ile yakından ilgilenmesi yadırganacak bir durum değildir. Musul meselesi ile alakalıda sünni aşiretler Irak merkezi hükümetine tepkilerini dile getirdiklerinde aşiretler ile ortak operasyon düzenleme ihtimali en güçlü seçenek olarak belirmiş oldu.

IRAK İRAN ABD VE DEĞİŞEN POLİTİK DENGELER

Irak bir bahane ile işgal edildiğinde iç çatışma başladı. Mozaik yapısı ve demokratik kültürden uzak geçmişi buna oldukça uygun zemin hazırlıyordu. Saddam Hüseyin yakalandığında Şii bir hakime yargılatıldı, bayram sabahı ise kürt cellatlara infaz ettirildi. Saddam ise sünniydi. Yani Irak; Şii, Sünni ve Kürtler arasında pay edilecekti ki öylede oldu. Anayasal bir tanım olmamakla birlikte teamülen Cumhurbaşkanlığı kürtlere, Başbakanlık Şiilere, Meclis Başkanlığı ise Sünnilere verildi. Başbakanlık makamının baskıcı politikaları yüzde 65'i şii olan bu ülkenin iç siyasetine İran'ın müdahilini güçlendirdi ve Irak, İran'ın arka bahçesi durumuna geldi. Abd ile aralarında husumet olduğu ileri sürülen İran kısa süre evvel şaşırtıcı şekilde yıldızı parlayan ülke konumuna yükseldi. Ambargolar gevşetildi, 100 milyar dolardan fazla alacağını tahsis etmeye başladı, petrol gelirleri aylık 30 milyar doları aştı, Batılı şirketlerden tedarikini arttırdı. İktisadi bakımdan da güçlenen İran, Devrim Muhafızlarının dış operasyon birimi Kudüs Gücü aracılığıyla Ortadoğu'da manevra kabiliyetini arttırdı. Musul operasyonu ile alakalı Abd ile anlaşan İran ortak operasyon hususunda da uzlaştı. Kentin sünni ağırlıklı yapısının şii ağırlıklı askerler tarafından kurtarılma(!) operasyonuyla muhtemel bir kıyıma uğraması ve farklı selefi grupların yeni isimlerle sahneye çıkmaları beklenen vakaadır.


TÜRKİYE VE MUSUL OPERASYONU

Musul ile alakalı gündeme gelen konulardan biride bölgedeki Türkmen varlığıdır. Türkmen politikası belirsiz ve Musul konusunda ürkek davranacak bir Türkiye, Ortadoğu'da barınamayacaktır. Musul Misakı Milli içerisindedir fakat Misakı Milli'nin uluslararası zeminde bir geçerliliği yoktur. Bu vesileyle Türkiye adımlarını birazda oldu bittiye getirecek şekilde atmalıdır. 2011 Martında Suriye olayları patlak verdiğinde 2012 yaz dönemine kadar Suriye Türkmenleri anılmadığı gibi muhaliflerin topladığı Ulusal Kongreye Türkmenleri temsilen bir grubun katılması yönünde Türkiye girişimlerde bulunmadı. Bu, Ortadoğu politikası bakımından büyük bir kayıptı. Aynı hata Irak hususunda tekrarlanmamalıdır. Türkiye, Başika'dan ayrılmamalı ve Musul meselesine müdahil olmalıdır. Mesele, toprak almak gibi hamasi bir felsefeyle düşünülmemeli ileriden savunma stratejik konsepti dahilinde değerlendirilmelidir. Musul müdahalesi Irak'ta bambaşka bir iç savaş doğuracaktır ve yeni terör eylemleri Türkiye'ye ithal edilecektir. Türkiye Musul operasyonunda yer bulduğunda 1995 benzeri bir manzarayla karşılaşabilir. 1995'te Irak'a büyük bir harekat başlatan Türkiye, Gazi olayları tertibiyle mesajı almış ve apar topar Irak'tan çekilmek zorunda kalmıştır. 2008 yılında Güneş Harekatıyla Irak'a bir operasyon daha düzenleyen Türkiye yine birtakım zorlamalarla sekizinci günün sonunda operasyonu noktalamıştı. İşte Musul'a müdahalede yer alma benzer tehditleri doğuracaktır. Türkiye içerisinde legal görünümlü illegal örgütlenmelerin geçmişte İrancı, Kck operasyonlarının mahiyetini değiştirmek suretiyle ise birtakım kürtleri hedef aldığı bilinen gerçektir. Bugün ise bu yapı İrancı ve kürtçü gruplar ile ittifak halindedir. Yani terör eylemlerinin şiddet eşiği oldukça farklı ve yüksek olabilir. Bu sebeple güvenlik bürokrasisinde ayıklamalar süratli devam ettirilmeli, komuta kademesi kontrol altında tutulmalı, geçmiş askeri davalarda tasfiye edilmiş kişilere yeni görevler verilmelidir. Unutulmamalıdır ki, Musul meselesiyle gelebilecek siyasi bir başarısızlık ikinci bir askeri kalkışmayıda tetikleyebilir. Türkiye, Rusya ile yakınlaşma sürecini iyi değerlendirmelidir. Yumuşak Güç faaliyetlerine eğilmeli Tika'yı Ortadoğu'da etkin kullanmalı, aşiretler ile ilişkilerini devam ettirmelidir. Musul operasyonuna katılmayacak veya istediği sonucu alamayacak Türkiye'nin hayat alanı oldukça daralacaktır.

SONUÇ

Ortadoğu coğrafyasında imparatorluk geleneğinden gelen iki ülke vardır bunlardan biri Türkiye diğeri ise İran'dır. Coğrafyanın istikbali iki ülkenin tutumlarıyla paraleldir lakin İran anti emperyalist duruş sloganıyla bölgesel hegomonik tavrını arttırmaktadır. Türkiye ülkelerle ilişkilerini devam ettirmek suretiyle, her türlü çıkarınında bizzat takipçisi ve koruyucusu olmalıdır. Silahlı Kuvvetler ve Mit'in Tugay seviyesinde dış operasyon birimi oluşturulmalı, uluslararası yayıncılığa önem vermeli ve nükleer tesislerini oluşturma yoluna gitmelidir. Nükleer caydırıcılığı olacak Türkiye'nin her masada pazarlık kozu yükselir. Öyle ya da böyle Ortadoğu merkezli bir kıyamet savaşı yaşanacak, Kabe'nin kapısına tanklar dayanacaktır. Fakat bunun süreci ve Türkiye'nin bu kaotik olaydan en az kayıpla çıkabilmesi asli olandır. Türkiye için, Bosna İstanbul, Şam Hatay, Musul ise Diyarbakırdır. Fakat bu sloganist bir söylem olmaktan öteye geçemezse vaziyet oldukça olumsuz bir hal alır. Türkiye güvenlik konseptini tam manasıyla güncelleyemedi bu da yetmezmiş gibi 15 Temmuz darbesinin yaşattığı vahşet ortamının acelesiyle birtakım yanlış kararlar verdi. Milli Savunma Üniversitesinin sağlıksız bir yapıyla hayata geçirilmesi gibi. Mgk'nın yeni baştan oluşturulmasından Kırmızı Kitap muhtevasına kadar uzun bir süreç Türkiye'yi beklemektedir. Bir istihbarat uzman memurundan, ordu çavuşuna kadar alt birimlerdeki sınıfların bile en sağlıklı biçimde teşkili güvenlik bel kemiği için zaruridir. Türkiye Musul sebebiyle çıkacak mezhepsel ve etnik çatışmadan da itinayla uzak durmalı ve bu konuları Askeri Stratejik Konseptine dahil etmelidir. İktidar partisinin Ortadoğu'da insiyatif almak isteyen Türkiye stratejisi sivil toplum kanaat önderleri ve ekonomik kuruluşlarcada desteklenmeli topyekün bir birliktelik oluşturulmalıdır.

11 Eylül 2016 Pazar

MEHDİ MESİH STRATEJİLERİ BAĞLAMINDA ÜST AKIL

Bugünlerde sıkça duyulan popüler gündemin ikonu Üst Akıl, aslen bugüne ait olmayan dünde sistemi kurgulayıp yarında projelerine devam edecek olan elitist bir yapıyı tanımlamaktadır. Bu stratejik oluşum tek bir devlet din ve aktöre bağlı kalmayıp yalnızca belirlediği öncelikler doğrultusunda kararlarını alıp uygulamaktadır. Buna göre seçkin evlatların dünki planları örneğin; Çarlığın yıkılması, Fransa'nın genişlemesini engellemek için Belçika'nın kurdurulması veya Hitler'in desteklenmesiyken bugün Ortadoğu merkezli çalışmaları devreye sokmaktır. Ortadoğu Semavi dinlerin merkezi olmasının yanı sıra, enerji trafiğinin kontrol edilebilmesi ve okülist çalışmaların yürütülebilmesi açısından mühimdir. Bu coğrafyada İmparatorluk geleneğinden gelmesi, potansiyeli ve dinlerin merkezi olması bakımından Türkiye, Üst Akıl için mutlak surette oyuna dahil edilmesi gereken bir ülkedir. Üst Akıl ne istiyor? Devletleri bölmek, devlet reflekslerini ortadan kaldırmak, tek bir inanç kümesi dahilinde dinlerin ve kutsal kavramların tahrip edildiği çaresiz bir Dünya yığını ile neticesinde nükleer yanıda bulunan kıyamet savaşı.
Bunun olmazsa olmazı Ortadoğu coğrafyası idi. Bunun için geçmişte Afganistan'a müdahale edildi. Eski Ahit'in Babil'i olan Irak tasfiye edildi. Taşeron radikal örgütler ile mezhepsel çatışma insanların uzlaşı kültürünü ortadan kaldırırken, silah lobilerini daha da parlattı. 2011'e kadar Çin ile büyük ticari yakınlaşma gerçekleştiren Suriye fiili olarak bölündü. Nasılki geçmişte bölge ülkelerinin bir araya gelmeleri kırmızı alarm demekti. Türkiye, Irak, Suriye ve İran görüşmelerinin bedelini sözde Muavenet kazası, Eşref Bitlis suikasti ve Gazi olayları tertibi gibi kaotik olaylarla ödedi. Bugün ise Ortadoğu'daki çatışmanın benzerinin Türkiye'ye taşınması arzu edildi. Suriye'deki olaylar nedeniyle sınır kaygıları bulunan Türkiye bir strateji geliştirmek suretiyle bir oranda bunu gördü mültecileri etnisite ayırt etmeden kabul etti. Üst Aklın planı sınırlarda Pydli militanların bulunduğu kişileri de kalabalıklar arasına serpiştirmek, sert sınır güvenliğinde provokeler, Ordu'nun karşılık vermesi buna mukabilde sınırlar içerisinde pkklıların ayaklandırılmasıydı. Başarısız olununca 15 Temmuz süreci devreye sokuldu. Darbe başarılı olsa Türk kürt, alevi sünni, darbeci asker darbeci olmayan asker birbirlerine girecekler ve Türkiye dış müdahaleye açık hale getirilecekti. Neticede kurgulanan başarılamadı ve Armageddon savaşı belirlenen tarihten belki 10 yıl daha tehir edildi. Bugün gelinen noktada Üst Akıl'ın Ortadoğu Mehdi Mesih politikalarının akıbeti şu hususlarda olabilir;

1) Türkiye'de bir kürdistan kurdurulmak özenle istenecektir. 1965'te bazı Türk yetkililere sunulan bu proje o zaman kabul görmedi. 1999'da CIA'dan Fuller ve ekibi bir kitapla kalın çizgilerle yeniden gündeme getirdi. Irak parçalandı.

2) İmparatorluk geleneğinden gelen bir başka ülke İran, batı sermayesi ile bütünleştirilmek suretiyle uzun fakat etkili bir dönüşüme sokulmak istenmektedir. Bunun dışında bugün Suriye'de merkezi ordunun askerinden çok Şii militan vardır ve ekseriyeti İran kontrolündedir. Bu da sünni aşiretleri, vehhabi selafi oluşumları şiddete daha da çok itmektedir.

3) Havacılık uzay projeleri, Eski Ahit kaynaklı kehanetlere göre yepyeni Lucifer adı verilecek suni bir gezegen yaratmak ve bilimsel projelerin devamı olarak holografik Mesih/Deccal figürleri üzerinde yoğunlaşılmaktadır.

4) Genetik projeler yeni hastalıklar ve virüslerin tetiklenip nüfus kontrolünü amaçlarken, farklı kategorideki canlılarının karmasıyla yepyeni canlı türleri ile beşeriyat etkilenecek, yaratıcının hüviyetine talip olunacaktır.

5) Haarp teknolojisinin ne boyutta olduğu bilinmemektedir. Yapay depremler, afetler, teknolojik denemeler İnsanlık laboratuvarına sunulmaya devam edecektir.

Herşey Mehdi Mesih Deccal bağlamında kurgulanan sözde iyinin ve kötünün savaşı içindir. Bunun için paramiliter örgütler ve sivil itaatsizlik eylemleri yakinen takip edilmelidir. Gözden kaçan önemli bir hususta KİLİSELER SAVAŞIDIR. Dünya'da gelinen noktada Katolik lobi Ortodokslar ile ittifaka yakınken, Protestanların çoğu Evanjelik bir tarzı tercih etmektedirler. İşte bu yüzden Papa Benedict istifa ettirildi ve yerine Katolizmin kalesi Latin Amerika'dan Cizvit bir şahıs Papa seçilmişti. Katolik Fransa Suriye'de insiyatif almak istediğinde bedelini kurgulanmış terör saldırılarıyla ödemişti. Dünya'da yeni döneme girilirken bazı popüler yayınlarda belirtildiği gibi Katolik Ortodoks hatta İslami grupların ittifakına karşılık Protestan Siyonist ittifakı belirginleşmektedir.

Türkiye Devlet aklını çok iyi kurgulamak ve kurumsal hafızasını düzenlemek suretiyle bölgenin vaz geçilmez aktörü olmaya yaklaşacak bedeli ise günümüzde yaşanıldığı gibi terör faaliyetleriyle ödetilmek istenecektir.

23 Ağustos 2016 Salı

15 TEMMUZ DARBE GİRİŞİMİNİ MEHDİ MESİH HAREKETİ BAĞLAMINDA TEO STRATEJİK BAKIMDAN DEĞERLENDİRMEK


15 Temmuz darbe girişimi bugüne değin askeri ve politik yönleriyle çokça ele alındı. Fakat Ortadoğu'nun bir parçası Türkiye'de vuku bulan üstelik küresel mahiyetli tonlarda barındıran  bir durumun Teolojik-Stratejik bakış açısıyla irdelenmeden kümelenen bütün neticeleri en nihayetinde eksik kalacaktır.
Her çağın ana dinamosu bir devleti/devlet felsefesi vardır. Bulundukları dönemlerde; Roma, Habsburg, Osmanlı gibi güçler nasıl ki siyasi yön vazifesini çoğunlukla tayin etmişlerse bugünde bu misyon kabul edilse de edilmese de Birleşik Devletlere düşmüştür. Yani çoklu yönleri bulunan politik bir durumun irdelenmesi ABD irdelenmeden yavan kalacaktır. Şu halde iptidai manada Fransa ve İngiltere'de başlayan, Kayzer Wilhelm tarafından bir müddet ana politika haline getirilen Dinler Arası Dialog çalışmaları bugün yine Protestan İngiltere ve görünürde Protestan Abd tarafından sürdürülmektedir. Abd politik sistemi ise Mesih merkezli politik mekanizma açıklanmadan anlaşılamaz. Buna göre İngiltere topraklarında doğan ve Güçlü Mesih anlayışı ile Faiz serbestisi ilkesini düstur edinen Protestanlık, göç hareketiyle Amerika kıtasına taşındı. Öyle ki kurucu babalarının neredeyse tamamı mason olan bu devlette Benjamin Franklin'den itibaren Başkanlar Tanrı'nın elçiliğine soyundular. Franklin, Filipinler'i, Tanrı talimatıyla işgal ettiklerini açıklarken, Jefforson devletin kuruluşunda kendilerine Tanrı'nın rehberlik ettiğini belirtmişti. Yakın dönemde Körfez savaşında Tanrı tarafından görevlendirildiğini açıklayan Bush'un istikrarını oğlu Bush sürdürdü ve Irak'ı işgal için Tanrı ile konuşup onay aldığını açıkladı. Görünürde pekçok kişiye saçmalık gelen bu hususlar Protestan lobinin ana siyasi omurgasını oluşturur. Finans ve dünya hakimiyetlerini devam ettirmek isteyen bu grup Mesih merkezli bakış açıları neticesinde Dialog çalışmalarını sahiplendi ve İbrahimi Dinler adı altında Semavi Dinleri ortadan kaldırmaya ant içti. Tek bir inanç sistemi New Age olarak tasarlandı çünkü inancı kurgulayan insanlığıda istediği gibi kurgulayabilirdi. Görünürde hoşgörü ve barış temasını sık kullanan bu lobinin ajanları aslında gerekli şartları mümkün kılabilmek için son derece militarize söylem ve yöntemlere başvurmayı ihmal etmeyecekti. Bu akımların en ses getirenleri şunlardır;

A) MOON GRUBU : Bütün Hristiyanları Birleştirmek İçin Kutsal Ruh Cemiyeti adıyla faaliyete geçen oluşum kiliseden ziyade seküler alanda örgütlendi ve tek dünya dini söylemini parola edindi. Özellikle 12 Eylül döneminden itibaren Türkiye'de de misyonerlik çalışmalarını artıran grup pekçok vakıf, dernek, üniversite, okul kurdu. Bunlardan bir tanesi de Dünya Barış Akademisyenleri idi. Barış söylemini sıkça kullanan örgüt Irak ve Afganistan işgalini destekledi. Akademisyenler grubunun yöneticilerinden Kasım Gülek ne tesadüf ki(!) Fetullah Gülen'i Türkiye'de devlet kademesine yerleştiren kişi olacaktı.

B) KESNİZANİ GRUBU : Irak'ta bürokratik kademede örgütlenen grup Baas'ın Saddam'dan sonra en güçlü ismi İbrahim İzzet El Duri'ye değin özellikle üst subaylarda mensup elde etti. Dini argümanlar kullanan grup Irak işgalinde Abd'nin en büyük destekçisi oldu.

C) TAHİRÜL KADRİ GRUBU: Pakistan'da dini bir cemaat olan ve dialog çalışmaları yürütüp toplumsal alanda örgütlenen yapının lideri kısa süre evvel Ordu ve İstihbarattan devşirdikleriyle hükümete karşı darbeyi destekledi neticede Kanada'ya sığındı.

D) FETULLAH GÜLEN/PDY GRUBU : Dialog çalışmalarıyla tanınan Gülen, 12 Eylül sonrası Sızıntı dergisinde Son Karakol başlıklı yazısında açıkça darbeyi destekledi. Orduyu tebrik etmekle kalmayıp sonraki dönemlerde 28 Şubat ve 15 Temmuz girişiminin planlayıcısı oldu.

Görünen o ki Dini argüman kullanan cemaatler nerede olursa olsunlar ülke bütünlüğünü hiçe sayabilecek kadar dinden uzaklaşma eğilimi gösterebiliyorlar. Fakat bunun izahı bu yazının konusu olmamakla birlikte 15 Temmuz ne idi? bertaraf edilmesiyle ne kazanıldı? gibi hususlara değinmeliyiz.
15 Temmuz Abd patentli Yapay Mehdi ve ona uygun bir Ordu ve Ülke tasarlama projesiydi. Dini kaynaklar incelendiğinde Hristiyanlık ve Yahudilik'te beklenen Mesih, İslamiyette beklenen Mehdi vakasını açıkça göreceğiz. M.Ö. 586 Ölü Deniz parşömenlerinden etkilenen Mesih inancı, Abdullah Bin Sabe ile Sunni ekolede girerek İslamiyet'in Mehdisi halini aldı. Mesih/Mehdi iyi ve kötünün savaşı demektir ve bu yüzyıl içerisinde bu figürler yaratılacaktır. Suriye, Lübnan, İran ve Türkiye'nin tasfiyesi beklenen Armageddon savaşı için kaçınılmaz olacaktır. Şu Halde 15 Temmuz'a giden yolda Mit hadisesini irdelememiz gerekiyor. Paralel Devlet bütün bürokratik kurumlarda itinayla örgütlenirken İstihbarat bunun oldukça dışında kaldı. Öyle ki hali hazırdaki Müsteşar atandığında Uluslar arası Lobiler tepki gösterdi ve Paralel kalemşörler Müsteşarı sıkça İrancılık ile itham etti. Onlara göre İstihbarat Acem teşkilatı olmuş İran'a bilgi sızdıran bir kevgire dönmüştü. Oysa durum farklıydı.

A) 2007 yılında İranlı Nükleerci Ardeşir Hüseyinpur evinde ölü bulundu. Doğalgaz zehirlenmesi olarak açıklanan olayın aslında böyle olmadığını birkaç ay sonra Amerikalı İstihbarat Şirketi Stratfor açıkladı.
B) Nükleer uzman Ali Asgari aynı yıl İstanbul'da kayboldu. Akıbeti halen meçhuldür.
C) 2007 Türkiye'deki uçak kazasında Türk nükleer bilimci akademisyenlerin yitirilmesiydi.
D) Yalnızca birkaç sene sonra Rusya'daki uçak kazasında İranlı nükleer bilimciler hayatını kaybedecekti.

Görünen o ki bir el Nükleer çalışmaların belirlenenin dışına taşmasını istemiyordu. Bu sebeple Türkiye İstihbarat Teşkilatının başına İran'a karşı Şahin bir müsteşar getirtilmesi arzulanandı. Fakat istenilen olmadı. Akademik çalışmaları bulunan yeni Müsteşar akademik çalışmalarının verdiği birikimle dingin ve rasyonel bir rota ile İran'da Orta Sınıfların güçlendirilmesi buna mukabil İran ile de temas edilebilmesinden yanaydı. Paralel yapılanma işte bu temel sebeple planlarını uyguladı. Önce Oslo görüşmelerinin sızdırılması, Gezi provokeleri (çadırların yakılması), 17/25 Aralık denilirken kısa bir süre evvel 15 Temmuz girişimi geldi.

15 TEMMUZ İLE NE İSTENDİ?

Evvela istenen yeni bir kabinden ziyade Tsk'nin ve toplumun silahlı çatışmasının sürdürülmesi, istikrarsızlaştırma eylemi ve Cumhurbaşkanı'nın Lahey'e gönderilmesiydi. Çünkü onlar geride kahraman bırakmak istemiyorlar Lahey tertibi ile bir yandan Cumhurbaşkanı'nı itibarsızlaştırmak diğer yandan Türkiye'yi Suriyeleştirmeyi tasarlıyorlardı. Tesis edecekleri yeni ekip çözüm süreci adı ile federatif Türkiye'yi hazırlarken İran'a karşı agresif ve saldırgan tutum belirlenecekti. Bu sırada Gülen Mehdi olarak kendisine bağlı yapay Mehdi Ordusuyla İran'a harb ilan ettirecek ve Kabe'nin kapısına çok kısa bir zaman sonra tanklar dayanmış olacaktı.

15 TEMMUZ'UN BERTARAFIYLA NE ELDE EDİLDİ?

Herşeyden evvel Türkiye'nin bölünme süreci ertelendi. Ortadoğu harbine şu an kapı kapatıldı ve Armagedon'u bekleyenler başka planlara yöneldi.

BUNDAN SONRA NE OLACAK?

1) 8 Nisan 2016 Kriz Grubu raporu Türkiye'de iç savaş ve ekonomik yıkıntı ön görmektedir.
2) Türkiye İsrail ile rasyonel bir yakınlaşma eğilimindeyken terör faaliyetleri yeniden artma eğilimi göstermiştir. Hasım lobiler Etkin ve güçlü ülke tasavvuru istenmemektedir.
3) Fetö kabuk değiştirme sürecine girmiştir.
4) Kürsel gücün tasarladığı Kıyamet Savaşı enaz 10 yıl tehir edilmiştir.

SONUÇ

Türkiye zor günlerden geçmektedir. Bunun en temel sebeplerinden biri Katolik Protestan Ortodoks ve Musevi dünyasının inanç merkezi konumunda bulunmasıdır. Türkiye'nin yönetimini Türkiye'nin fertlerine bırakmak istemeyen unsurların diğer planları muhtemelen devreye girecektir. Bu tehlikelerin engellenebilmesi veya ertelenebilmesi için Dinler Tarihi çalışmalarına yoğun olarak ihtiyaç vardır. Din Sosyoloji, Din Ekonomi, Din Siyaset bağlamında teorilerin oluşturulmaları ve incelenmeleri başka 15 Temmuzlar yaşamamak için hayati önem arz etmektedir.

3 Haziran 2016 Cuma

ALMANYA PARLAMENTOSUNUN ERMENİ İDDİALARINI DESTEKLEYEN KARARINDAN SONRA AVRUPA'NIN GENEL VAZİYETİ NEDİR? VE TÜRKİYE'NİN STRATEJİK SEÇENEKLERİ NE OLMALIDIR?


Almanya Parlamentosunda Ermeni iddiaları ile alakalı tasarını 1 çekimser, 1 red oyuna karşılık diğer bütün parlamenterlerin onayıyla kabulü Türkiye'de büyük bir şok yarattı. Bu karardan sonra Berlin Büyükelçisi geri çekildi, karşı atak olarak Ayasofya'nın ibadete açılmasını talep eden sosyal medya kampanyaları oluşturuldu. Yüksek perdeden beyanatlar haklı bir kırgınlık ve kızgınlığı vurgulasada Almanya bağlamında Türkiye'nin uygulaması olumlu sonuçlar doğurabilecek stratejik hesaplarını incelemek yerinde olacaktır.
Evvela Avrupa Birliği denilen mekanizmasının iktisadi bir teşekkülle filizlendiği ve bunun daha sonrasında çok boyutlu siyasi ve sosyal yapıya evrilmesi suretiyle hayata geçtiği unutulmamalıdır. Yani kuruluşunda ve hali hazırda güç dengesi olarak müstakil bir birliği yaşatmak isteyen yöneticiler bulunsada Avrupa Birliğinin tamamen otonom ve bağımsız olduğunu savunmak güçtür. Küresel para savaşları ve küresel hegemonya savaşları gibi kavramlar süper güç Abd ve karşıtlarını tanımlamaktadır. Buna göre küresel para savaşları ibaresinde doların karşısına bir birim, küresel hegemonik savaşta ise Abd'nin karşısına bir güç konulmak ve bu yönde bir tanımlama yapmak gereklidir. Buna göre doların alternatifi Euro, Abd'nin rakibi ise Ab olabilmiş midir? Avrupa Birliğinin lokomotifi Almanya'da yabancı üslerde 40 bin Birleşik Devletler askeri personeli bulunmaktadır. Bu bile Almanya'nın aslında ne denli bir kuşatma altında olduğunun göstergesidir. Yalta'da Stalin'e ''Amca'' diye hitap eden Roosvelt'ten itibaren sistem deşifre edilirse Soğuk Savaşın bir senaryo olması muhtemeldir. Buna göre bu senaryonun bir ayağıda Avrupa Birliği olabilir. Sistemi kuranlar ve kurgulayanlar bugün ortadan kaldırmaya ya da yeniden tasarlamaya niyetliyseler bunu bilmeli ve bu yönde hareket edilmelidir. Rusya'ya yaptırımları eleştiren Fransız şirket Total Ceo'sunun Rusya'da garip bir uçak kazasında öldürülmesinden beri Avrupa Birliği tam manasıyla krizi yaşamaya başladı. Caharlie Hebdo saldırısı ile saldırıyı izleyen günlerde İsviçre kronunun Euro karşısında yüzde 40 değer kazanması ve Euro bölgesinde 2 milyon insanın işsiz kalması yaklaşan felaketin habercisiydi. İktisadi bir birlikle doğan yapı, artık iktisadi savaşla vuruluyor ve dağılma süreci başlamış oluyordu. Yeni Papa seçilmeden evvel Papalık için adı geçen Ganalı siyahi Peter Turkson'un mülteciler meselesinde Avrupa'yı kınaması aslında Abd tezleriyle örtüşen bir programdı. Avrupa'nın en önemli ülkesi Fransa üzerinden oynanan oyunlar bunlarla elbette bitmedi. Fransa'ya Avrupa'nın hasta adamı lakabını takan spekülatör George Soros'un talimatıyla Franasız CGT sendikasını harekete geçiren Phillippe Martinez, aynı zamanda Avrupa'yı sarstı. Öyle ki gösteriler ve olaylar sırasındaki müdahaleler Avrupa Basınında ağır sansüre uğradı. Önümüzdeki günlerde Fransa'nın Afrika sömürgelerini ve bu sömürgelerden kazandığı yıllık 300 milyar Euro'yu kaybetme sorunu gündeme gelecek. Tabi bütün bunlar yaşanırken, Fiat'ı alarak dünya otomotiv devi olmak isterken Wolswagen üzerinden kulağı çekilen Almanya'da karışmaya devam edecektir. Öyle ki İngiltere'nin, Türkiye ancak 3000 yılında Ab üyesi olur beyanatı ve Alman parlamentosu oylaması ancak dağılmakta olan bir yapının Türkiye üzerinden birtakım odaklara açılmak istenmesinden başka bir şey değildir. Bu kısa kompozisyondan sonra Türkiye hangi stratejileri izleyebilir? ve hangi hususlarda zayıf yanları mevcuttur gibi önerilere değinelim;

1) Avrupa Birliği'nin zayıflaması ve dağılma süreci, Türkiye Avrupa ile ilişkilerini kesmelidir olarak yorumlanamaz. Türkiye Kafkasya, Orta Asya ve Orta Doğu ülkesi olduğu kadar aynı zamanda Avrupa'nın bir parçasıdır ve böylede kalacaktır.

2) Avrupa Birliği hususunda şu anda Abd tezlerine yakın duran bir Türkiye vardır. Vize serbestisi söz konusu olsa bile bu mekanizmasının etkisizleşen etkinliği karşısında güvenlik politikalarından vaz geçmemiş ve mülteciler hususunda Abd tezlerine yakın olmuştur.

3)Türkiye'deki terör faaliyetleri ve bir takım tutuklamalara Avrupalı yöneticilerin müdahili son etki kalelerini kaybetmeme isteğini göstermektedir. Pyd logolu üniformalı Abd askerini dünyaya servis eden Fransa iken, Can Dündar'a yabancı Büyükelçi desteğinin fotoğrafını dünya kamuoyu ile paylaşan İngiliz Büyükelçisi idi. Avrupalı güçler, birtakım lobilere karşı ısrarla Türkiye ve Ortadoğu'da varlığını sürdürmek istemektedirler.

4) Alman parlamentosunun aniden bir tasarıyı oylaması ve kabulü yukarıdaki maddeleri desteklemektedir.

5) Bu tasarıya karşı Ayasofya'nın ibadete açılması gibi bir önerme stratejik açıdan fevkalade yanlıştır. Bunun  nedenleri;
a) Avrupa'da ateizm yükseliyorsa bu karar Avrupa gençliğini ne oranda etkileyebilir?
b) Bu kararın manevi bir etkisinden başka ne gibi bir somut müeyyidesi mevcut olacaktır?
c) Doğu Roma İmparatorluğu Ortodokstur. İstanbul'un fethinden evvel kendi ritüllerine göre gerçekleştirdikleri ayin Vatikan'dan temel kopuş noktası olmuştur. Hal böyleyken bu karar Protestan Almanya ve Abd'den evvel Ortodoks Rusya ile gerilen ilişkileri daha da beter bir mahiyete sevk etmez mi?
d) Bir anda başlayan bu sosyal medya kampanyası asla bir devlet stratejisi olamaz, olmamalıdır.

6) Türkiye'nin yumuşak güç unsurlarının ne denli zayıf olduğu, Dünya'nın her yerinde bir Türk var ifadesinin aslında karşılıksızlığını, sayısal bir değerden ziyade niteliğe ve lobiye olan ihtiyacı ortaya çıkartmıştır. Avrupa'daki Küçük Türkiye Almanya'da bile ezici bir çoğunlukla alınan karar Türklerin lobi çalışmalarında başarısızlığını birkez daha göstermiştir.

7) İttifaklığı savunduğumuz ve yararlı gördüğümüz İsrail Lobileri ile ilişkiler devam ettirilmelidir fakat bu asli çözüm değildir. Türkiye ülkelerde kendi lobilerini var etmelidir. Bunun  için ise şirketlerinin değeri yükselmeli, Ar Ge faaliyetleri artmalı yani geliri artan bir ülke hüviyetine kavuşmalıdır. Böylelikle Lobilerine ayıracağı pay artacaktır. Lobinin en önemli kaynaklarından biri finans olanaklarıdır.

8) Almanya'da ki oylama parlamento binası üzerinde Pyd ve Ermenistan Bayraklı kişileri bir arada ittifak halinde görmemize yeniden olanak vermiştir. Türkiye aleyhtarlığında bütün lobiler, örgütler ittifak halinde olduğundan Türkiye İleri/İleriden Savunma stratejisine ağırlık vermeli, sınır güvenliğini sınırlarının çok ötesinden başlatma prensibini devlet aklı olarak benimsemelidir.

9) Alman kararına karşı aynı oranda karşılık vermek Karşılıklılık ilkesi gereğidir. Fakat burada Ülkenin konumu önemlidir. Yani Türkiye, Yahudi soykırımını gündeme getirse bu isabetli bir strateji olur ancak işlevselliği meçhuldür. Kendi çalıp kendi söyleyen deyimindeki gibi, Türkiye'nin alacağı kararın yankıları cılız olursa bu konuda istenen gerçekleşmemiş olur. Ayrıca tarihi olaylar parlamentolardan ziyade tarihçilerin ve resmi arşivlerin konusudur. Ambargo seçeneği ise yine etkinlikten uzaktır. Sembolik olarak sembolik bir mahkemeden Alman yöneticiler hakkında bir karar çıkartılabilir. Uygulama sembolik olduğu için etkisi zayıf olsa bile prestij sarsılmayacaktır.

10) Türkiye'nin dış poltitkasında yeni dönem açıklamasını yapmasından hemen sonra Avrupa'nın art niyetli adımları yalnız bir Türkiye tasavvuruna yöneliktir. Bu suretle Türkiye mutlaka Nükleer enerji çalışmalarını başlatmalıdır. Caydırma stratejisi bakımından önemlidir.

11) Yumuşak Güç, Lobi, İstihbarat, hususları yeniden tasarlanmalı mutlak surette Din Ekonomi, Din Siyaset ve Din Sosyoloji çalışmalarına başlanmalıdır.

Önümüzdeki günler daha pekçok tartışmaya sebebiyet verecektir. Küresel dünyanın seçkinleri ve Avrupalı seçkinler arasındaki çekişmede Türkiye yem olamamlıdır. Armageddon'a uygun olarak Rusya'nın artık Ortadoğu'nun bir parçası olduğu unutulmamalıdır. İttifaklar önemlidir fakat Ulusal Çıkarlar onunda ötesindedir. Bu bağlamda Hariciyecilerimiz, Devlet Adamlarımız, küresel figürlerimiz ve Ülkemizi zorlu bir süreç bekleyecektir.

Not1: Avrupa Şampiyonası Fransa'da yapılacak. Bu sürede Fransa'da terör olayları ve iç çatışmalar MUTLAKA yaşanacaktır.

Not2: Avrupa'da hem Müslüman hem Türk kökenli olduğu iddia edilen teröristler yem olarak kullanılacaktır.

Not3: Akdeniz Birliği gibi bir kavram sıkça işitilebilir.

Not4: Bugünki 200 devletli Dünya sisteminin bu yüzyıl sonunda 2000'e çıkması planlanmaktadır. Ortadoğu bölünürken bütün bir Avrupa hatta bütün bir Abd tahayyülü fazla ütopik olmaz mı?