16 Şubat 2017 Perşembe

KÜRESEL GÜCÜN KISKACINDA: BREZİLYA İZLANDA TÜRKİYE BENZERLİĞİ.OLAYLAR DARBELER İSTİFALAR

15. yüzyıldan itibaren Avrupalıların özelliklede Portekiz ve İspanyol sömürgeciliğinin hedefi olan Latin Amerika 1940’ların ortasından itibaren Amerika Birleşik Devletlerinin ilgisini çekmeye başladı. 1946 yılında Panama’da açtıkları ‘’Amerikalılar Okulu’’ ile bölgedeki ülkelerin seçme subaylarını Amerikan sistemine göre eğitmeye başladılar. Bu okulda eğitim alan istikbal vaad eden subaylar aynı zamanda Amerikan mantalitesininde bir parçası haline geliyorlardı. 1947 yılında bölge ülkeleriyle imzalanan Rio Antlaşması Abd ile bölge ülkeler arasında askeri işbirliğini öngörüyordu. Abd’nin dünyada imzaladığı bütün askeri antlaşmalar yalnızca Abd menfaatlerine hizmet ettiğinden bu antlaşma ile de bölge ülkelerinin Abd’ye askeri anlamda bağlılıkları artmış olacaktı. Bu durum Latin Amerika’nın siyasi durumunun tayini ile çok alakalıydı. Çünkü coğrafyada asker sivil ilişkileri demokratik düzene oturtulamamıştı ve ordu faktörü çok etkindi. Bu sebeple orduya hakim olan güç ülkelerin kaderinide tayin etme kapasitesine sahip olacaktı. Soğuk Savaş adıyla icat edilen evrede latin bölgesinde kırılmalar görüldü. Sol ve Abd karşıtı akımların güçlendiği bölgenin Abd nezdinde kaybedilmesi Abd’nin sınır dolayısıylada ulusal güvenliğini tehlikeye sokardı. Bu yüzden Abd destekli askeri darbeler hem latin coğrafyasını elde tutabilmek hem de uygulanacak ekonomik programlarla Abd merkezli şirketleri  zengin etmek için en temel çözüm olmuştur. Şili ve Arjantin örnekleri bu konuda çok önemlidir. Şili’de Başkan Allende’ı General Pinochet’e devirten Amerikalılar Okulu bu ülkede denetimi yeniden sağlamış ve yeni ekonomik reçetelerle ülkeyi Abd’nin arka bahçesi haline getirtmişti. Arjantin’de ise bu ekolün temsilcisi General Videla idi. Videla’nın müdahalesi neticesinde Rockefeller ailesinin yakın dostu olan Martinez De Hoz Ekonomi Bakanlığına atanmış ve hazineyi adeta dışa açmıştı. Casrto ile yıldızı barışmayan Abd ‘’Castro’yu Öldürmenin 638 Yolu’’ adıyla bir belgeselde hazırlatmıştı. Yani Soğuk Savaş süresince bölgenin önemli ülkeleri bir şekilde Abd denetiminde tutulmuştu. Soğuk Savaş sonrasındaki post modern dönemde bölge ülkeleri kısmi oranda asker sivil ilişkilerini düzenleme ve yeni ortaklıklar arama yoluna koyuldu. İşte bu dönemden itibaren artık adını sıkça duyuracak bir ülke olacaktı: Brezilya.  Son yıllarda şaşırtıcı bir yükseliş gösteren Brezilya bugün dünyanın en büyük on ekonomisi arasına girdi. Geçmiş yıllarda Imf’den borç alan ülke artık Imf’ye 10 milyar dolar ek kredi verebilecek konuma yükselmiş oldu. 2050 ekonomik tahminlerine görede dünyanın en büyük ekonomik güçleri arasında yer almaya devam edecek. Barışçıl amaçla uranyum zenginleştirme faaliyetleri yürüten Brezilya İran’ın nükleer denemeler sebebiyle yaptırımlara tabi tutulmasıyla ilgili Birleşmiş Milletler oylamasında da olumsuz oy kullanarak yaptırımı desteklememişti. Uluslararası ilişkilerde de politik konumunu güçlendiren Brezilya 2003’ten itibaren çok kutuplu bir düzeni amaçlayan bir açıklamayla Çin, Hindistan, Rusya ve sonradanda Güney Afrika’nın dahiliyle BRICS topluluğu üyelerinden olmuştur. CPSC; Portekizce konuşulan ülkelerle işbirliğine gidilmiş zengin yer altı kaynaklarına sahip Mozambik, Angola, Gine Bisau ve Cabo Verde ile yoğun temas kurulmuştur.  Arjantin, Uruguay ve Paraguay ile Güney Ortak Pazar/MERCOSUR oluşturulmuştur. Bugün Mercosur , Avrupa Birliği ve Nafta’dan sonra dünyanın üçüncü büyük entegrasyonudur. 2003 yılında Hindistan ve Güney Afrika ülkeleriyle IBSA diyalog formunu oluşturmuş Asya ve Afrika kıtalarındaki etkinliğini artırmıştır. 2006’da 32 Afrika ve 12 Güney Amerika ülkesi ile imzalanan Abuja Beyannamesi önemli bir güney-güney ilişkisi yaratmıştır. Brezilya’nın uluslararası bir çıkışıda ilginçtir. Birleşmiş Milletler’in yapısını eleştirerek bir karar tasarısı sunmuş 6 yeni daimi ve 4 dönüşümlü üye ile Güvenlik Konseyi üye sayısının 25’e çıkartılmasını talep etmiştir. Daimi üye olarak önerdikleri kendisinin dışında; Almanya, Hindistan, Japonya, Brezilya ve iki Afrika ülkesidir.  Brezilyanın bu başarı karnesi 2003’te göreve başlayan devlet başkanı Luiz Lula ile oldukça paraleldir. Çünkü Brezilya asya ve afrika açılımlarına ağırlıklı olarak bu evrede başlamıştır. Lula, sahra altı afrika ülkelerini görev süresince 12 kez ziyaret etmiş en büyük sanayi tröstlerinden biri Odebrecth 17 bin personeli ile Angola’nın en büyük işveren durumuna gelmiştir. Bu dönemde ihracatı oldukça artan Brezilya, Rusya ile nükleer anlaşma imzaladı ve en büyük otoyol projesini Çin’e vererek küresel ilişkilerini pekiştirdi. Petrol aramaya başlayan ve bunu Fransa Rusya ortaklığı ile yapan Lula döneminde Brezilya tartışmasız olarak latin bölgesinin lideri ve bölgesel güç olmuştur.

2010’da yerini Dilma Rousseff’e bırakan Lula dönüşümün devam edeceğini biliyordu. Çünkü Rousseff, kendisinin keşfettiği ve enerji bakanı yaptığı bir siyasiydi. Bir müddet sonra Rousseff, Lula’yı Bakanların amiri konumundaki Genelkurmay başkanlığına getirerek adeta dokunulmazlık kazandırdı çünkü Lula 2018 Brezilya başkanlık seçimlerine hazırlanıyor ve oldukça büyük halk desteği olduğundan kazanmasının önünde engel bulunmaması için stratejik bir konumda bulunması gerekiyordu. Fakat  Rousseff görevi sürecinde Brezilya petrol şirketi Petrobas’ta yolsuzluk yaptığı iddiasıyla kongrenin üst kanadı senato tarafından başkanlıktan  alındı ve yerine yardımcısı Abd destekli Michel Temer getirildi. Bu süreçte adeta Brezilya Baharı adlı yapay bir nümayiş oluşturularak sokak gösterileriyle Rousseff’in tasfiyesi hızlandırılmıştı. Bugünlerde ise içsel gerekçelerle zaten siyasi kriz yaşayan ülke daha da güvensiz hale geldi. Askeri Polis yani bir anlamda Brezilya Jandarmasının sağlık sistemiyle/askeri hastanelerle alakalı protesto gösterileri sebebiyle  etki alanındaki bölgeleri kapatıyor ve hükümet ise karşı cevap olarak ordu birliklerini görevlendirmeyi seçiyordu.
Brezilya'da asker devriyede

Brezilya Askeri Polisi/Jandarması ordu ile karşı karşıya


İstikrarlı Brezilya birdenbire manüplatif operasyonlarla sorunlu ve belirsiz ülke haline getirilmişti. Aslında latin coğrafyası Asya ve Ortadoğu misali gelecek vaad eden bir bölge değildir. Ortadoğu her zaman önemini koruyacaktır çünkü her dinden insana ve topluma teolojik kaynaklık eder. Asya yükselen güçlerin takibi bakımından önemlidir. Fakat önümüzdeki yüzyıllarda popülasyonlar latin amerikaya göçmeyecektir. Din savaşları ve kurgulanan üçüncü dünya savaşı bu coğrafyada yaşanmayacaktır. Küresel sermaye bu bölgeye karargah kurmayacaktır. Pekiyi Brezilya nezdinde yeniden bu coğrafyaya müdahilin gerekçeleri neler olabilir?

. Öncelikle bölge Abd ile komşudur. Yani Abd’nin sınır güvenliği bakımından kontrol edilmelidir.

. Bölge uyuşturucu kaçakçılığının istihbarat örgütlerince kullanıldığı ve özellikle Cia’nın gayrı meşru gelirlerini oluşturduğu gerekçesiyle Abd dışı bir denetime izin vermemektedir.

. Brezilya’nın barışçıl amaçlıda olsa nükleer çalışmaları ve nükleer çalışmalarda bulunan İran’a karşı cephe almaması ileride bu ülke ve bu ülkenin önderliğinde bölgenin nükleer cepheye dönüşmesine sebebiyet verebilir.

. Brezilya’nın yükselen güçler ile teması ve işbirliği başka ülkeler içinde motive edici bir unsur olabilir.

. Brezilya'nın Afrika kıtasındaki etkinliği ise bu kıtada oldukça etkin olmaya çalışan Abd’yi rahatsız etmektedir.

. Bölgede din savaşı yaşanmamaktadır ve küreselcilerin kurguladığı Armageddon'un merkezinden oldukça uzaktır. Fakat bu mezhep çekişmesi olmadığı anlamına gelmez. Latin Amerika'da halen güçlü bir evanjelis temel inşa edilememiştir. Brezilya ve nezdinde latin hinterland protestan misyonerlerce çalışma sahası dahilindedir.

 Bir diğer örnek izlanda’da ise yine halk hareketleriyle Başbakan istifaya götürülmüştür. Arktik bölgesindeki buzulların erimesiyle Panama ve Süveyş kanalına alternatif ticaret yollarının çıkabileceği İzlanda’nın gelecekte ticaret merkezine dönüşeceği beklentisi  stratejistlerce yorumlanmaktadır. Rus petrol ve gazıda Norveç üzerinden İzlanda kıta sahanlığından geçerek Kuzey Amerika’ya ulaşacaktır. Yani Soğuk Savaş evresinde yıldızı parlayan ve sonrasında unutulan İzlanda’nın yakın gelecekte yine gündeme geleceği düşünülmektedir. Bir süre önce Panama menşeili hukuk firması Mossac Fonseca’nın sızdırdığı belgelerde; Çin, İran, Azerbaycan, Pakistan, Kuzey Kore gibi ülkelerin adı sıkça geçiyordu. Bunun İzlanda’ya dayanan ayağında ise Başbakan Sigmundur Gunnlaugsson bir şirketle alakalı ilişkisinin servis edilmesi sebebiyle istifa etmişti. Burada bir ayrıntı çok ilginçtir. Şirketle ilgili ithamlardan biri yaptırımları delmektir.
İzlanda'da halk sokağa döküldü

İzlanda ve geniş katılımlı sivil itaatsizlik

Fraklı ülkelerdeki olaylarda yaşanan gelişmeler göstermiştirki Türkiye’de oldukça benzer hadisler yaşamıştır. Özellikle 2004’den itibaren Serbest Ticaret Anlaşmalarıyla Ortadoğu’ya açılan Türkiye bir dönem İsrail ile Lübnan arabuluculuğuna soyunmuş ve Brezilya misali İran’a yaptırım içeren tasarı hakkında olumsuz oy kullanmıştı. Özellikle Tika aracılığyla afrika ve sahra altı açılımı başlatan Türkiye irili ufaklı pekçok ülkeyle yeni anlaşmalar imzaladı ve hayata geçirdiği Maarif Vakfıyl a bu ülkelerde eğitim kurumları var edebilmek için kolları sıvadı. Körfez ülkeleri ile arası oldukça iyi olan Türkiye’nin Birleşmiş Milletler ile alakalı söylemi Brezilya ile benzerlik gösterir. Türkiye’de BM yapısını eleştirmekle beraber ‘’Dünya Beşten Büyüktür’’ sloganıyla güvenlik konseyi yapısının değiştirilmesini ve kendisinin bu yapıda yer almasını işaret etmektedir.  Bu gibi faktörler işte bir süredir toplu sivil itaatsizlik gösterilerinin lobilerce hayata geçirilmesini hızlandırmış ve İzlanda benzeri sızıntılar sebebiyle özellikle 2013Den beri polis asker ya da yargı destekli darbe girişimleri birbiri ardınca sıralanmıştır. Brezilya’da eskinin enerji bakanı yeninin devlet başkanını istifa ettirten tertip enerji politikaları sebebiyle Türkiye’de de 17/25 Aralık 2013 tarihinde sahnelenmiş ancak başarıya ulaşamamıştı. İzlanda örneğinde olduğu gibi ise Türkiye’de de HalkBank İran’a karşı uygulanan yaptırımların delinmesine sebebiyet verdiği gerekçesiyle afişe edilmiş ve usulsüzlük yapıldığı gündeme getirilerek dönemin hükümeti sıkıştırılmıştı. İzlanda da ki atmosferi hazırlamak için Soros destekli paravan bir şirket devreye sokulmuştu. Türkiye’de ise operasyonun merkezi sahte sosyal medya hesapları ve paravan internet siteleriydi. Brezilya’da bugün Jandarma nasıl sokağa indiyse Türkiye’de de 15 Temmuz askeri kalkışmasında Jandarma Karargahı darbe karargahı olarak görev yapmış ve 16 Temmuz akşamına kadar çatışmalar devam etmişti. İzlanda da görülen sivil itaatsizlik eylemlerinin benzeri 2013 Gezi vakasında da aynıydı. Gezi elbette çevresel hassasiyetle ortaya çıkmıştı fakat bir müddet sonra Bayburt ve Bingöl dışında 79 Vilayeti kapsayan ve doğa ile alakası olmayan sloganlarla hükümeti istifaya davet eden bir güç unsuruna dönüştürülmüştü.

Neticede Türkiye bir askeri darbe atlattı fakat umulan bir siyasi değişim yaşanmadı. Brezilya ve İzlanda’da ise küresel planlar gereğince başarıya ulaşıldı. Türkiye açısından henüz herşey bitmiş değildir. Brezilya ve İzlanda’da ki olayların parçalarını; sivil itaatsizlikler, halk ayaklanmaları, dosya servisleri, paravan odaklar, militer kıpırdanmalar oluşturmaktadır. Bunların hepsini Türkiye yaşamıştır. O halde bundan sonrası için tasarlanan bambaşka bir metot olabileceği gibi yaşadığı girişimlerin topyekün toplamıda olabilir. İşte bu yüzden Türk güvenlik bürokrasisinin eşgüdüm, yeniden ve yerinde yapılanmaya her zamankinden daha fazla ihtiyacı var. Küreselcilerin bildikleri bütün planları uygulamak isteyecekleri açıktır. Yani Türkiye atlattığı tehlikelerle bir daha karşılaşacak gibi tedbir almalı fakat yeni girişimlerin ne olabileceği yönünde detaylı bir milli güvenlik konseptinide belirlemelidir.

OPUS DEİ VE FETÖ BENZERLİĞİ


Okulları, eğitim kurumları, yurtları ve televizyon kanalları bulunan yani daha ziyade seküler alanda örgütlenen Katolik Tarikatı Opus Dei 2 Ekim 1928’de Madrid’de bir papaz olan Jose Maria Escriva tarafından kurulmuştur. Okulları vasıtasıyla kendi personel kaynağını yaratan bu yapı dünyanın pekçok kudretli simasını bünyesinde barındırır. İngiltere Milli Eğitim Bakanı, Polonya hükümetinde görevli bazı bakanlar, Peru’lu politikacıların bazıları, Abd anayasa mahkemesi üyeleri, Amerikan kongresinin onlarca üyesi Opus Dei mensuplarıdır. Fetö’nün de yurtdışı okulları aracılığıyla yetiştirdiği elemanlarını o ülkelerin kilit noktalarına taşıma stratejisi bulunmaktadır. Bunun en somut örneği günümüzdeki 15 Temmuz soruşturmaları sırasında Uluslararası Ceza Mahkemesine görevli ve tutuklu bir Türk hakimin ifadesidir. İfadeye göre bu hakim Bylock kullanıcısıdır ve bunu Burkina Faso Devleti Dışişleri Bakanı aracılığı ile telefonuna indirmiştir. Bugün Bylockun bu örgütün iletişim platformu olduğu ispatlandığına göre Burkina Faso Devleti gibi pekçok kimsenin bilmediği fakat Afrika’da önemli bir ülkenin bile Bakanlar Kurulu üyesinin Fetö ile bağlantılı hatta bu okullardan yetiştirilmiş olduğu açıktır. Escriva örgütü kurduğu tarihten itibaren orduya ilgi duymuş ve asker devlet başkanı Franco’nun adeta sağ kolu durumunda bulunmuştur.

Bu alışkanlık Fetö’de de görülür. Türkiye’deki bütün askeri darbelere ilgi duyan bu yapı orduya kendi müridlerini sokma hususunda da büyük çaba sarfetmiştir. Öyle ki 1987 3. Kolordu Komutanlığı raporu fetullahçı yapılanmaya dikkat çekmiş fakat daha sonraki yıllarda bu durum ya ihmal edilmiş ya da ihmal edilmek zorunda kalınılmıştır. Fetö yöneticisi Gülen’in askeri darbelere ilgi duyduğunu belirtmiştik. Bu ilgi genelde destek boyutundadır ve gerek konuşmaları gerekse kitaplarında bu durum oldukça açıktır.  12 Mart Darbesiyle ilgili

‘’Yerineydi yapılmasaydı komünist darbe olacaktı’’ açıklamasına sahipken 12 Eylül içinde benzer ifadeler kullanır: ‘’Rusya’nın vesayetinde bir hale gelebilirdik. Bu açıdan askeri müdahaleyi yadırgamak isabetsizdir demek doğru değildir..’’

28 Şubat dönemini ordunun gözüne girebilmek veya birtakım tertipler için var gücüyle desteklemiştir.

‘’28 Şubat rahatlama sağlayacak olumlu değişimi hızlandırdı, islami kesim şunu anladı din siyasete alet edilmemeli… Niçin asker muhtıra verdi diye suçlanıyor? Bunu yanlış buluyorum isteseler böyle olacak diyebilirlerdi. Meseleyi 6 saat müzakere etmezlerdi. Tavsiye kararlar ortaya koydular. MGK anayasal bir müessesedir.’’

1998 yılında ise Milliyet gazetesinde yayımlanan söyleyişisinde orduyla flört etmeye devam ediyor: ‘’Ben kim oluyorum ki gaziler evladı orduyla aramda gerginlik olsun. Atalarım askerdir. Şükrü Paşa dedem… Laik Cumhuriyet konusunda hassas olmalıyız’’

Yine 15 Temmuz evvelinde örgüt müridlerinin orduyu darbeye davet etmeleri, Gülen’in darbeden evvelki konuşmasını haki renkli cübbesiyle gerçekleştirmesi bu askeri kalkışmayıda planladıklarını göstermiştir. Hulasa Opus Dei’ci Escriva nasıl her daim orduya yakın olduysa ve bir şeklide ordu ile iletişim kanallarını açık bulundurduysa Gülen’de aynısını yapmıştır.
Opus Dei Ordu İlişkisi


  İki örgüt arasındaki bir benzerlikte bu iki yapının  kapsamlı yayılma evrelerinin benzer süreçlerden geçmesindedir.  Papa II. John Paul yalnızca 33 gün süren Papalığının ardından gizemli bir şekilde ölen ve otopsi yapılmadan gömülen eski Papa’nın yerine 1978’de Papa seçilmişti. Evvela bu tarihin önemini vurgulamakta fayda var. 1977 Yeşil Kuşak projesi akabine denk gelen tarihte küresel kapitalistlerin teşvikiyle Sovyetler Afganistan’a çıkarma yaptılarki sonrasında El Kaide ve Taliban doğacaktı. ( Bugünkü  Işid’in ilk nüveleri) 1978 Küresel liberalleşme olan Washington Mutabakatının hayata geçirilmesiyken aynı zamanda pkk’nın Suriye’de kurdurulması ve Evanjelis Dernek “Ahlaki Çoğunluk”un Abd’de kurulmasının yılıydı. Böylesine mühim bir konjonturel evrede yeni papa koltuğuna oturdu. (Yeni Papa ilk defa 1986’da Roma Sinagog’unu ziyaret ederek Vatikan tarihinde bir ilki gerçekleştirecekti) Papa başlangıçta Vatikan’ın içerisindeki Cizvitler, Opus Dei, Dominikler gibi oluşumlarla pek bir bağ tesis edemedi. Ta ki 1981 yılına kadar.. 1981’de fikriyatı ve amacı meçhul Mehmet Ali Ağaca, Papa’ya bir suikast düzenledi. Üzerinde Meryem Ana’yı temsil eden renk olan Mavi kazaklı Ağca’nın vurduğu Papa ölmemişti..
Meryem Hristiyanlıkta Mavi renk ile özdeştirilir.

Meryem Ana ve Mavi Kıyafeti

Gnostik Masonik Birlik AB; Bayrağının rengini Meryem Ana kıyafetinden almaktadır.

Sublimatik bir mesajla AB Bayrağı Meryem'in arkasında gösteriliyor.


Papa ile görüşen Ağaca Mavi Kazağı ile.



Papa’nın akıbetine değineceğiz fakat öncelikle bir parantez açmamız gerekiyor. Ağaca Türkiye’de tutukluyken Garnizon ortasındaki Askeri Cezaevinden ustalıkla kaçırıldı. Buna yol veren ise sıkıyönetim komutanı Nurettin Ersin’di. Ersin daha sonra 12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesinde Kara Kuvvetleri Komutanı olarak; Milli Güvenlik Konseyi üyeliği yapacaktı.! Parantezi kapayalım ve devam edelim.
 Papa ölmedi fakat suikastın getirdiği korkuyla Vatikan’ın kapılarını sonuna kadar Opus Dei’ye açtı ve bu örgütün mutlak hakim olmasını sağladı. Pekiyi bunun Fetö’nün Türkiye’de ağırlığını hissettirmesiyle ne alakası olabilir? Fetö en kapsamlı örgütlenmesini dönemin başbakanına suikast gerekçesiyle Kozmik Oda’ya girilme sürecinde başlatırken, 27 Nisan 2007 Muhtırası bürokrasinin topyekün Fetö’ye bırakılmasına yol açtı. Bugün Kozmik Oda kararlarına müdahil olan hakim savcılar ya tutuklandı ya da firariler.. Fakat 27 Nisan muhtırası muamma olarak durmaya devam ediyor… Vatikan’da suikast sebebiyle yol verilen Opus Dei ve Türkiye’de darbe olacak sebebiyle o dönem mecburiyetten yol verilen Fetö.. 1978, 12 Eylül, Vatikan, Opus Dei, Fetö hepsi birbirlerinin uzantıları hepsi aynı fabrikanın ürünleri. İşte Fetö bu denli uluslararası bir aklın projesidir. Dolayısıyla mücadelede ulusal tedbirlerle sınırlı kalmamalıdır.

15 Şubat 2017 Çarşamba

GAMBİYA'DA KURGULANAN DARBE VE TÜRKİYE BENZERLİĞİ: ÜST AKIL GAMBİYA'DAN SONRA TÜRKİYE'Yİ Mİ KUŞATACAK?


Ülkeler ve coğrafyalar farklıda olsalar dünya sisteminin işleyiş mekanizması her yerde aynıdır. Sistemlerin istenmeyen adam ilan ettikleri kişiler benzer yöntemlerle bir şekilde tasfiye edilirler. İran ve Şili birbirlerine oldukça uzak ve farklı ülkelerdir. Fakat Musaddık ve Allende’ın tasfiyeleri aynı merkezin ürünleridir. Kongo ve Abd’de oldukça farklıdır. Fakat birinde bir komünist başkan askerlerce yönetimden devrilirken, diğerinde Katolik ve dindar bir başkan suikastle tasfiye edilmiştir.

Kongo'yu millileştirmeye çalışan Lumumba askerler tarafından derdest ediliyor



Sovyetler ile temas kurup Vietnam savaşını sonlandırmaktan taraf Abd Başkanı Kennedy Pentagon Cia tertibi suikastla tasfiye edilmişti.

                                                

Bu örnekleri çoğaltabileceğimiz gibi birbirlerinden oldukça farklı iki ülke Gambiya ve Türkiye’deki gelişmeleri yakinen inceleyecek benzerliklerini tahlil edeceğiz. Böylelikle Türkiye’ye çizilmek istenen rota hususunda doyurucu bir çıkarım yapabileceğiz. 18. ve 19. Yüzyılda Gambiya Abd’nin arka bahçesiydi. 3 milyondan fazla siyahi köle olarak Abd’ye taşındı. Bu dönemde Sierra Leone Valisi hakimiyeti altındaki topraklara dahil edilen Gambiya, Fransa sömürgesi Senegal ile komşu vaziyette Batı sömürgesinin parçasıydı. Gambiya 1965’te bağımsızlığını kazandı fakat sömürgeleşen bu coğrafyada Batılı güçlerin tesirinde olmaya devam etti.

1994’te devlet başkanı olan Yahya Jammeh ile millileşme adımları atan Gambiya bu dönemden itibaren batının tepkisini çekmeye başladı ve Jammeh’i tasfiye operasyonu adım adım uygulamaya koyuldu. İlk operasyon 30 Aralık 2014’te Jammeh yurtdışı ziyaretindeyken gerçekleştirildi. Askerlerin arasında olan bir grup silahlı militan Başkanlık sarayını basarak darbe girişiminde bulundu. Ancak bu girişim başarısızlıkla sonuçlandı ve Jammeh ülkeye döndüğünde darbecileri teşhir ederek Abd ve İngiltere’yi işaret etti. Zaten saldırıda kullanılan silahlarda Abd ürünüydü.  Darbe girişimi atlatıldıktan sonra Aralık 2015’te Jammeh İslam Devletini ilan ederek bu tarihten sonraki uygulamalarıyla adeta batıya karşı siyasi ve ekonomik bir savaş açtı. Batı ile bütün iplerin kopartıldığı dönemde küresel odaklar düğmeye bastı ve ülkede sözde laik bir yönetimin iktidara getirilmesi için toplumsal grupları atomize etti. Medya ordu ve muhalefetin kampanyaları akabinde Avrupa Birliği de ekonomik yardımları durdurdu. Böylece bu baskı altında bir seçim dayatılmış oldu. Jammeh’in karşısına Adama Barrow adlı siyasetle ilgisi bulunmayan bir gayrimenkulcü çıkartıldı. Ülkedeki neredeyse tüm muhalif partilerin aynı ittifak içinde yer aldığı atmosferde ‘’çatı aday’’ Barrow oyların yüzde 45’ini alarak seçimi kazandı. Jammeh bunun bir kumpas olduğunu öne sürerek neticeyi kabul etmedi.  Zaten seçimlerede şaibe bulaşmıştı. Seçim komisyonu tarafından ilan edilen ilk netice oyların hatalı sayıldığı gerekçesiyle yeniden sayılmaya başlandı ve ilan edilen yeni sonuçlar öncesine göre oldukça farklıydı. Ülkedeki kaosu işaret eden muhalif cephe ise Barrow’u kurtarıcı olarak lanse etti ve bütün bunların bir dayatma olduğunu öne süren Jammeh görevi bırakmayı reddederek 90 günlük olağanüstü hal ilan etti.  Bu tablo gösteriyorduki iç muhalif cephe yetersiz kalmıştı. Bunun üzerine umulmadık bir plan hazırlandı ve buna göre Fransız sömürgesi Senegal Jammeh’in görevi bırakmaması durumunda askeri müdahalede bulunacağını duyurdu. Bu açıklamadan kısa bir süre sonra Gambiya işgal edildi. Barrow devlet başkanı ilan edildi. Zaten Barrow’da uzun yıllar Senegal’de yaşamıştı. Jammeh bu gelişmelerden sonra Gine’ye sürgün edildi. Bugüne baktığımızda ise İngiliz Uluslar Topluluğundan Jammeh zamanında ayrılan Gambiya’nın yeniden topluluğa dönme kararını aldığını görüyoruz. Buraya kadar izah edilen Gambiya yakın siyasi tarihi ile alakalı bir gelişmeydi. Her ne kadar coğrafya ve kültürler farklıda olsa siyasi tatbiklerin aslında ne kadarda benzer olduğunu görmek için Türkiye örneğini incelemek yerinde olacaktır.

Jammeh’e karşı ilk darbe girişimi o yurtdışı gezisindeyken olmuştu. Türkiye’de ise dönemin başbakanını tutuklatmaya yönelik girişim 2012’de Mit müsteşarının ifadeye çağrılmasıyla başbakanın  ameliyat gününe denk getirilmişti. Yurtdışı gezisi, hastalık, sağlık sorunları gibi evrelerde müdahale batı merkezli küresel stratejilerin bilindik uygulamalarıdır. Gambiya’daki siyasi süreçle alakalı benzer bir olayda çatı aday meselesidir. Siyasetle ilgisi bulunmayan yabancı pasaportlu Barrow Gambiya halkına kurtarıcı olarak dayatılmıştı. Türkiye Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de benzer vaka yaşandı. Uzun yıllar yurtdışında yaşamış, siyasetle ilgisi bulunmayan, İngiltere’nin etki ajanı yetiştirme kampı Exeter okulu mezunu bir aday ‘’çatı aday’’ olarak gösterilmiş kurtarıcı olarak sunulmuştu. Neredeyse bütün muhalif partilerin desteklediği bu aday önceki yıllardaki demeçlerinde İran’ın nükleer programlarını savunmuş ve Türk siyasi tarihine ait bir birikimi olmadığını ispatlamıştı. Dış basınında geniş çapta yer verdiği bu aday seçimlerden mağlup olarak ayrılmış ve istenilen senaryo uygulanamamıştı. Gambiya’ya batılı lobilerce uygulanan ekonomik baskının bir örneği Türkiye’de de görülür. 8 Nisan 2016 tarihli Uluslararası Kriz Grubu’nun raporu Türkiye’de ekonomik bir tıkanma ve akabinde siyasi çözülmeyi içeren birtakım senaryoları barındırmaktaydı. Türkiye’nin son dönemde özellikle yerli paradaki ısrarıylada uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları Türkiye’nin kredi notunu düşürmek suretiyle itibar zedeleme çabalarında bulunmuşlardı. Turizm gelirleride önemli bir payı oluşturduğundan yabancı büyükelçilik ve sosyal medya gruplarının Türkiye’ye gitmeyin çağrıları güvenlik veya tedbirden ziyade ekonomik aşınmayı amaçlıyordu.  Gambiya’da görülen yabancı bir ülkenin sözde istikrar için işgal girişiminin benzeri Türkiye’de de yaşandı. Bir süredir terör sebebiyle Fetö ile ilişkili gazeteci, basın yayın organları Türkiye’ye Nato müdahalesi adlı bir projeyi gündemde oldukça sık tutuyorlardı. 15 Temmuz askeri kalkışmasının yaşandığı günde İngiltere’nin bir askeri birliği Kıbrıs’ta hazır tuttuğu ve vatandaşlarının güvenliğini koruma bahanesiyle müdahalede bulunacağı ortaya çıkmıştı. Neticede Gambiya’daki yabacı askeri müdahale Türkiye’de sadece kağıt üzerinde kalmış oldu.  Jammeh’in nasıl İngiliz Uluslar Topluluğuna sırt çevirdiyse, Türkiye’de uzun süredir Imf’ye sırt çevirmiş bir süredir ise Ab müzakerelerini tartışmaya açmıştı. Bu durumda lobilerin tepkisini çektiğinden Türkiye anti demokratikleşiyor etiketiyle anılmaya başlanmıştı.

Gambiya’nın vaziyetinden yola çıkarak Türkiye’de herhangi bir darbe (7 Şubat, 17/25 Aralık, 31 Mayıs 2013, 15 Temmuz) başarılı olsaydı ilk olarak nelerin uygulamaya koyulabileceğinin yanıtlarını sıralayabiliriz;

. Karar alıcılar sürgün durumuna düşürüleceklerdi.

. Batı tandaslı ekonomik reçeteler yeniden uygulanmaya başlayacaktı.

.Yeni bir iç çatışma başlatılacaktı.

.Kolay yönlendirilebilir bir aktör Türkiye’ye yönetici olarak biçilecekti.

Görüldüğü gibi Gambiya senaryosu ile Türkiye’de yaşanılanlar benzerdir çünkü planlar aynı odakların mamulleridir. Gambiya şunuda göstermiş oldu; Senegal’in işgali hiç beklenmedik bir girişimdi. Yani Türkiye’de beklenen olası darbelerde öncekilerden tamamen farklı olabilecektir. Ayrıca şu da diri bir senaryo olarak Türkiye’nin önünde durmaktadır. Oylanacak Başkanlık tasarısının kabul edilip uygulamaya koyulması akabinde Başkan yardımcıları Başkan yurtdışındayken ona vekalet edebilecek ve Başkan’ın bütün yetkilerine haiz olabilecektir. Hatırlanacağı gibi Jammeh yurtdışındayken bir darbe süreci başlamış ve devam ettirilmişti. Türhiye’nin başkan yardımcılarından birinin orduyla irtibatını kesmemiş emekli ve üst düzey bir general olduğunu düşünelim. Yeni Başkan yurtdışı gezisindeyken, yetkilerine sahip bir general farklı bir darbe girişimine sebebiyet verebilecek adımları atabilir mi? Türkiye coğrafyasının etkin bir gücüdür ve insiyatif alma kapasitesi arttıkça hedef haline gelmektedir. Önümüzdeki süreç tartışmalı vakaların yaşanabileceğinin işaretidir.

9 Şubat 2017 Perşembe

TÜRKİYE'Yİ YAHUDİLER Mİ KURDU? TÜRKİYE İSRAİL STRATEJİK İTTİFAKI HAKKINDA TEORİLER



Türk siyasi tarihinin en büyük tartışma konuları; İsrail ile münasebetler, yahudilere karşı tutum, kaotik olaylarda yahudi komplosu gibi meselelerdir.  Son derece hoşgörülü bir millete sahip, Kurtuluş Savaşında şehid olan yahudi komutanları barındıran, tarihinde İsrail ile doğrudan bir çatışmaya hiç girmemiş Türkiye'de ne olduda İsrail hususu bazı çevrelerde antisemitik duruma kadar getirildi? Sistemi kurgulayanlar tampon devlet olarak var edilen İsrail'in kendi benliğiyle hareket etmesini ve İmparatorluk geleneğinden gelen büyüme idealindeki Türkiye ile yakın ittifaklar gerçekleştirmesini her zaman tehdit olarak görmüşlerdi. 
Antisemitizm yani Yahudi aleyhtarlığı aslında Batı menşeilli bir akımdır ve teolojik kaynaklara dayanır. İsa Peygamber'i çarmıha gerenler Yahudilerdir bu sebeple Hristiyan dünya yahudilerden nefret etmiştir. İsa Peygamber'inde bir yahudi üstelik yahudi şeriatını devam ettiren bir elçi olduğunu göz ardı eden hristiyan felsefesi bu nefreti birazda iktisadi kaygılarla körüklemiştir. Çünkü kraliyetler ne zaman maddi güçlük çekseler ticaretle uğraşan ve oldukça zengin olan yahudi ailelerin birikimleri devletleştirilecek bir ek kaynak olarak görülmüştür. İngiltere'nin York kentinde 1190 ayaklanması ve yahudi konutlarının tahribi mallarının yağmalanması, 1289 tarihinde Kral Edward'ın yahudi mal ve paralarına el koyması ve onları sürgün etmesi diğer ülkelerede bu yönde bir kapı aralamış oldu. Yahudilerin sürgün ve toplu katliamlara tabi tutulmaları dalgalı bir seyir izlediğinden kimi zaman olaylar duruldu ancak sömürgecilik ile yeniden kuvvet kazandı. Çünkü aydınlanma ve sanayileşme milliyetçiliği doğurmuştu ve özellikle Almanya kaynaklı bu milliyetçilik "Volk" milliyetçiliği yani toprak, vatan milliyetçiliği halini almıştı. Yahudilerin hali hazırda vatana sahip olmayışları yeniden, Almanya'da dışlanmalarına ve sürgün edilmelerine yol açmıştı. Almanya ardından Fransa'da da yükselen milliyetçilik yahudi aleyhtarlığına dönüştü ve sosyal klüplerden dışlanan yahudilerin buradan da sürgünleri başladı. Avusturya'da yüksek doğum oranları ve kapitali ellerinde bulundurmaları, Çarlık Rusya'sında asimile olmamaları ve sosyalist akımları güçlendirdikleri iddiası bu ülkelerde de kuvvetli bir antisemitizm doğurdu. İşte esasen batı kaynaklı olan yahudi komplosunun Türkiye'ye sirayeti örgütlü biçimde Meşrutiyet döneminde gerçekleşmiştir. İttihat Ve Terakki'nin milli ekonomi modeli teorisi altında rum ve ermeni sermayedarları tasfiye fikri ve yerine devlete daha bağlı gördükleri yahudi tüccar ikameleri muhalifler tarafından masonluk ve yahudicilik olarak nitelendirilmiştir. Gerçektende İttihatçılar için mason ve yahudi tanımını ilk kez kullanan Devleti Aliyye katibi Arap İzzet Paşa, ilk kez kullanan örgütlü organizasyon ise Hürriyet ve İtilaf Partisidir. O günden bugüne değin olumsuzlukların ardında yahudi aramak alışkanlık haline gelmiş bir davranış olmuştur. Oysa Türkler ve Yahudiler arasında pekçok ortak nokta bulunmaktadır; 
1) Dört asır boyunca hüküm süren Musevi Hazar Devleti Türk'tür ve bugünki çoğu yahudinin hatta küresel sermayedar Rolthschild ailesinin kökenini oluşturmaktadır. 
2) İki millette tarih boyunca sevilmeyen ve katliamlara tabi tutulan halklar olmuştur. Öyle ki Nazilerin yahudi soykırımı dahilindekiler bile Türk kökenli musevilerdir. Yahudi soykırımının tescili Türk soykırımının tescili olacağından pekçok çevre bu hususa ayak diretmektedir. 
3) İki milletin ibadet akideleri kimi yönden benzerlik göstermektedir. Oruç, dine bağlılık, sünnet, domuz eti yememe, zina etmeme gibi kavramlar ortaktır. 
4) Türkiye ve İsrail yani bu iki ülkede etrafındaki komşular tarafından tehdit görülmekte, komşuların nükleer çalışmalarıda bu iki ülke nazarında tehdit olarak algılanmaktadır. 
5) İngiltere'nin İsrail'e bağımsızlık verdiği tarihle Türkiye'nin Marshall yardımlarını almaya başladığı tarih aynıdır. Bu iki devlet içinde yeni dönem demektir ve iki devletinde yeni dönem kodlarının bir bakıma paralellik gösterdiğini kanıtlar. 
6) Meşrutiyet kadrolarında pekçok yahudi olduğu bir gerçektir. Fakat bu yahudiler ayrılık emelinde olmayan milli unsurlardır. 
7) Yahudilere vatan tayini konusunda Osmanlı bürokrasisinin önerisi Makedonya iken bugün İsrail'in Balkanlarda ikinci İsrail projesini Makedonya oluşturmaktadır. Yani Makedonya geleceğin şehir devletler modelinin Türkiye ile İsrail arasındaki önemli merkezi olacaktır. 
8) Türkiye ile İsrail bugüne değin pekçok antlaşma imzalamış ve ortak tatbikatlarda bulunmuşlardır. Ermeni soykırım iddialarını gündeme taşıyan Ermeni lobisine karşı faaliyet yürüten Amerika'da ki musevi lobileridir. 

Türkiye İsrail ile yaygın kanının aksine tarihinde her dönem görüşmüş hatta Türkiye İsrail'i ilk tanıyan müslüman ülke olmuştur. Anti semitik tutumun pompalanmasının en geçerli yolu olarak Türkiye'de ki askeri darbelerle ilişkisi ve Filistin'deki İsrail tutumu gösterilmiştir. Gerçektende bu iki teori kitlelere oldukça kolay benimsetilmiştir. Fakat gerçekte durum nedir? Öncelikle Türkiye'de ki askeri darbelere bakalım; 
A) 1876, 1909 ve 1913 darbelerinde İsrail diye bir devlet yoktu. 
B) 1960 müdahalesi bir oldu bittiye geldi fakat sonunda Abd ile temas kuruldu. 
C) 1971 muhtırasında Milli Sol tasfiye edildi. O tarihte İsrail'de zaten sol sosyal demokrat İşçi Partisi bulunuyordu. 
D) 12 Eylül darbesinden sonra İsrail ile ilişkiler üçüncü katip seviyesiyle tarihinin en kötü dönemine indirgenmiş oldu. 
E) 28 Şubat döneminde dönemin hükümeti İsrail ile ek anlaşma ve ortak tatbikat düzenledi. 
F) 15 Temmuz darbe girişimi Abd merkezli bir grup asker ve stratejistin desteklediği bir girişimdi. İsrail'in bütün olarak bir girişimden haberi yoktu. 

Türkiye'de ki darbeler ve İsrail karnesi böyleyken birde İsrail Filistin meselesine bakalım; 
1) İsrail zorla değil Filistinlilerin topraklarını satmaları neticesinde mülk birikimi ile hayata geçirildi. 
2) Yaser Arafat öldüğünde 800 milyon doları Yahudi bankerlerde çıktı .! 
3) Bugün Filistin gazlı içecek pazarının yaklaşın yüzde 85'ini İsrail menşeli ürünler oluşturmaktadır. Coca Cola Filistin bölgesinde dördüncü fabrikasını inşa etmiştir. 
4) Filistin'in Hamas kontrolündeki en büyük Avm'sinde İsrail ürünleri satılmaktadır. 
5) Filistinlilerin ekseriyeti anti semitik değildir onlar iki milletli bir çözümden taraftır.  Yani Filistin'de bile İsrail ürünleri çokça satılmakta, İsrail ile temas edilmekte İsrail ile görüşülmektedir. 

Aslında son yıllarda Türkiye İsrail ilişkilerini geren en büyük olay Davos'tan ziyade bir takım sivil toplum kuruluşlarının düzenlediği Filistin'e yardım altında Mavi Marmara gemisini yola çıkarmalarıydı. Daha sonradan Cumhurbaşkanı'nın açıkladığı gibi siyasi iradeden onay almadan gemiyi çıkartan ekip İsrail'in uyarılarını çok iyi biliyor ve büyük eylemlerin olacağınıda hesap ediyorduki gemiye saldırı oldu. Neticede Türkiye bir sürece girdi ve bir müddet sonra 7. Ağır Ceza Mahkemesi İsrail'li dört komutan hakkında yakalama ve tutuklama kararı çıkarttı. İşte bu karardan sonra Türkiye İsrail ilişkileri tarihinin en kötü dönemlerinden birine şahit oldu. Kararın tarihi manidardı. İsrail'in özür dilemesi ve Türkiye ile enerji görüşmeleri evresinde verilmişti. Zaten Hsyk yaz karanamesiyle bu kararı veren hakimin rütbesini düşürdü ve bir müddet sonra hakimin Fetö üyesi olduğu ispatlandı gereken yapıldı. Yani Türkiye İsrail yakınlaşmasını bu seferde Fetö sabote etmişti! Çünkü bu yapı Türk Devletinin bütün diplomasi faaliyetlerinin kendisi aracılığı ile yürütülmesini istiyor bu sayede Türk siyasetinde vesayetçi ve otonom bir konum kazanıyordu. Türkiye ile İsrail'in ittifakıda Washington Musevi Lobilerinin desteği manasına gelebilirdi bu durumda ise uluslararası arenada Türkiye'nin eli çok güçlenirdi. Bunun önüne geçebilmek için Türk siyasi tarihinde bir takım odaklar herdaim devreye sokulmuştur. Pekçok ortak özelliği ve yakın noktası bulunan aralarında şimdiye kadar Konvansiyonel hiçbir harbin yaşanmadığı iki ülkenin ittifakı iki ülkenin kazancından başka neye yol açabilir? Geleceğin gen bilimi, nanoteknoloji ve uzay çalışmaları üzerinde şekilleneceği ispatlandı. Bu kulvarlarda oldukça başarılı fakat küçük, coğrafyasına güvensiz bir İsrail ile potansiyeli yüksek, milli güç ve enerjisi yerinde fakat Ar Ge, üretim, diplomasi konularında yetersiz olan Türkiye'nin yakın ilişkiler geliştirmesi eksik hususlarını giderebilmede yardımcı olacaktır. Türk politik düzeni ilmi temeli olmayan retorik veya duygusal zaaflar yerine realist bakış açısıyla değerlendirilebilirse; istihbarat ve ordu modernizasyonuna haiz, geliri artmış, yumuşak güç vasıtaları etkin ve daha güçlü bir Türkiye'ye tanık olmamız mümkün görünmektedir . 

8 Şubat 2017 Çarşamba

ABD'DE ASKERİ DARBEYE DOĞRU: KURUMLARARASI ÇATIŞMA, SİLAHLANMA VE ULUSAL SİYASET

Uluslararası gündemin en revaçtaki konusu Trump'ın 7 müslüman ülkeye uygulayacağı vize yasağıydı. Yalnız burada bir detay vardı. Savunma eski Bakanı Wesley Clark birkaç sene önceki röportajında Pentagon'un 7 ülkede düzensizlik yaratmak için çalışma başlattığını belirtmişti. İşte o gün belirttiği 7 ülke ile Trump'ın gündeme getirdiği ülkeler tamamen aynı. Irak, İran, Suriye, Libya, Sudan, Yemen, Somali. Bu ülkelerin belirgin ortak özellikleri bulunmaktadır. Öncelikle ülkeler zengin maden yer altı kaynaklarına sahiptirler. Sonrasında ülkelerin hepsi Vaad Edilmiş topraklar dahilinde veya bitişiğindedir. Bir sonraki özellikleri Büyük Ortadoğu projesi kapsamında olmaları ve daha sonraki özellikleri ise  hepsinin etnik ve mezhebi çatışmaları barındırmalarıdır. Yani ülkelerin afaki seçilmedikleri açıktır. Burada Pentagon'un stratejisiyle Trump'ın kararının örtüştüğü görülmektedir. Bir diğer önemli konu ise Trump tarafından Adalet Bakanlığının düzenlenmesinden sonra Bakanlığında vize yasağını savunan açıklama yapmasıdır. Bu durum geçici midir bilinmez fakat polis ve istihbarat desteğininde şu an için sağlanabildiği görülüyor. Çünkü ulusal polis teşkilatı Fbı Adalet Bakanlığına bağlı bir adli kolluktur. Trump'ın dış politik tutumu enteresan biçimde küresel lobilerle uyumluyken iç siyasi cephe için tavrı lobilerle çelişmektedir. Kendi yazdığı ve Türkçe'ye de çevrilen kitabında İran'ı teröristlere destek vermekle niteleyen Trump şu ifadeleri kullanmaktadır: 
"Bu ülkeye ulaşabilecek füzeler yaparlarsa çok daha büyük bir tehdit haline gelecekler. Dünyanın her yerindeki terör örgütlerini destekliyorlar... İran'ın bu canileri desteklemesini engellemeliyiz...İranlılar Birleşik Devletler'in tesislerini denetlemesini engellemeye karar verirse askeri harekattan başka yapabileceğimiz çok fazla birşey yok. " 

ve bu satırlarını doğrular nitelikte bugünlerde İran'ın terörist devlet olduğunu belirten Trump, Kudüs'ü ise İsrail'in başkenti olarak görmek istediğini belirtti. Yani bu Alman kökenli Trump'ın Alman tezler yerine Anglosakson politikaya eğimli olduğunu göstermiş oldu. Suriye kürtlerine hayranlığını dile getirirken şu an için dinler arası dialog ile alakalı bir adım atmadı. İç cephede küreselcilerle çeliştiğini belirtmiştik. Gerçektende küreselcilerin en büyük projeleri olan Transatlantik ve Transpasifik anlaşmalarını rafa kaldırması bunun en büyük göstergesi. Ayrıca kaleme aldığı kitabında Meksika sınırına duvar örmekten bahsederken bunun maliyet karşılama seçenenlerinden biri olarak gümrük vergileri koyulması çözümünü öneriyor. Gümrüksüz ve sermayenin serbest dolaşımda olduğu düzen yine küreselcilerin projeleri kapsamındaydı. " Ortadoğu'da 6 trilyon dolar harcadık bu parayla Amerika iki kez yeniden kurulurdu" beyanatı yanlış olarak Abd, Ortadoğu'dan çekiliyor olarak yorumlanmıştı. Oysa Abd güvenlik bürokrasisinin akıl hocası Brezenski Abd'nin Ortadoğu politikaları için " Amerika çekilirse İran İsrail, Arabistan İran savaşları çıkabilir. Amerika'nın dengeleyici rolüne güven azalır. Rusya ve Çin jeopolitik olarak kriz bölgelerinde başat rol oynamaya başlar" diyerek bir realiteyi vurguluyordu. Kanımızca Trump Ortadoğu'da bir vekalet savaşından taraf. Bunun için ise kürtler ile temasını halen sürdürürken Türkiye'yi de gücendirmemeye çalışıyor. Gerçekten de Brezenski'nin dediği gibi Abd hakimiyetinde olmayan Ortadoğu; Abd'nin uluslararası etkinliğini sarsar ve Trump'un son derece önem verdiği İsrail'i tehlikeye sokar. Bu bakımdan Ortadoğu politikası küreselcilerin Ortadoğu politikasıyla benzerlik göstermektedir. 
Batı'da vurgulanmak istenen konuların kimi zaman bir film, kimi zaman klip, kurgusal politik tiyatrolar, kıyafet hatta duruşlarla mesaj olarak verilmesi yaygındır. Bu aslında masonik gruplarında iletişim biçimleridir. Trump masasına Winston Churchill heykelciğini koyarak bu alışkanlığı tekrarladı. Küreselcilerin temsilcisi Churchill ile ancak benim elimin altında bir aksesuar olabilirsiniz imasında bulundu. Bundan sonra tabiki Amerika'da kurumlar ve bürokratlar savaşını göreceğiz. Lakin Abd siyaseti bu denli gerginliği kaldırabilir mi? Bu ayrı bir tartışmanın konusudur. Önceki yazılarımızda Trump'a karşı tasfiye seçeneklerinden birinin askeri darbe olabileceğini belirtmiştik. Bunu yine tekrarlamakla birlikte güncelleme gereği duyuyoruz. Pentagon Trump Fbı birlikteliği devam ettirilebilirse bir darbe küresel sermaye gruplarına karşı gerçekleştirilebilir. Yani bir gün Amerikan Merkez Bankası Fed'in tanklarla kuşatıldığını görürsek çok şaşırmamak gerekiyor. Bu durum Avrupa kökenli 13 ailenin tasfiyelerine yönelik bir girişim olacaktır. Trump yine seçim sürecinde silahlanma hakkından taraf olduğunu belirtmişti. 
" Silah bulundurma ve taşıma hakkının neden yasalara uyan yurttaşlar için çok önemli olduğunu anlamalı ve bunun farkına varmalıyız. Bu hakkı kısıtlamak için önerilen bürokrasinin israf ve hepimiz için olası bir tehlike olduğunu kabul etmeliyiz. Oğullarım ve ben Ulusal Silah Derneği üyesiyiz ve bundan gurur duyuyorum." 
Silah taşıma ve siviller hakkındaki görüşlerini askerler için uyarlayan Trump: 
" Silahlı Kuvvetler üyelerinin üslerde ve askerlik şubelerinde silah taşımalarına izin vermemiz gerekiyor" 
Şeklinde bir önermeyle tam manasıyla silahlanmış bir ordu teklif etmişti. Bu durum kimin işine yarar bilinmez fakat  Georgia Güvenlik Güçleri adı altında toplanan silahlı bir grup milis Trump'ı desteklediklerini ilan ettiler bile. Halkın silahlanıp Trumpperver zincirler oluşturması paralel ordu olarak tanımlanabilir mi? Bunu zaman gösterecektir. 

Kuruluşundan, yasalarına, sembol binalarından, kurucu babalarına kadar İlluminant düzenin başarılı bir ürünü olan Abd'de küreselcilere açılan savaşın neticesi merakla bekleniyor. Amerikan halkı tarihinde olmadığı karar darbeye yakın durumda.  

7 Şubat 2017 Salı

TÜRKİYE'DE İKİNCİ DARBEYİ KİMLER NASIL TASARLADILAR? DARBECİLER HANGİ AÇILIMLARI BAŞLATACAKLAR?

Darbe; genel olarak askeri kurumlarla ilişkilendirilen gayrı yasal bir faaliyetle ülke yönetimine katılmaktır. Türkiye gibi ordu faktörünün belirgin rol oynadığı bir ülkede de darbe özellikle askeri bürokrasi ile ilişkilendirilir. Fakat  siyasetin ve toplumsal düzenin 20. yüzyıldan beri çeşitlenmesiyle darbelerde farklı yöntemlerin neticeleri olarak husule gelebilmekte Türkiye'de de bu farklılık görülebilmektedir. 

A) Sanayi teşvikiyle ilgili önemli bir kararname 1970'de Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiş ve ekonomi çok daha ağır biçimde yara almıştı. 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine yüksek mahkemenin müdahili, Aralık 2013 olaylarında bazı yargıç ve savcıların tutumu gibi başlıklar Yargısal Darbe adı altında izah edilebilir. 
B) Yine Aralık 2013 olayları ve Gezi Parkı Olaylarında bazı polislerin faaliyetleri ile soruşturmaların yürümesi veya ortamın ısıtılması Polis Darbesi olarak izah edilebilir. 
C) Gezi Parkı olaylarında kitlelerin arasına serpiştirilen profesyonel sivil itaatsizlikçilerin yönlendirmeleriyle iktidarın neredeyse düşürülme noktasına gelmesi Sivil Darbe olarak açıklanabilir. 
D) Bazı maksatlarla koalisyonların kasti bozulması, 2002 senesi gibi ciddi gerekçelerden yoksun olarak erken seçim hamleleri, 2011 yılı gibi milletvekili pazarlıkları ( Fetö, iktidar partisinden 80 milletvekili istemişti)  Siyasi Darbe olarak tanımlanabilir. 
E) Çarpıtma, algısal yönlendirme, etki ajanlarına kaleme aldırılan ısmarlama köşe yazıları Medya Darbesi olarak belirtilebilir. 
F) 1959, 1979 ve 1994 gibi borç alımları, 2001 krizi olarak adlandırılan süreçte sadece iki günde piyasalardan 5,5 milyar dolar para çekimi ve gecelik yüzde 7500 faiz oranları ile görülmemiş büyüklükte vurgunlar ise Ekonomik Darbe olarak tanımlanabilir. 
G) Türkiye'de bir süre evvel meydana gelen kitlesel elektirik kesintisi, bazı kamu kurumlarının yazışmalarının sızdırılması veya internet adreslerinin kullanım dışı bırakılmaları Siber Darbe olarak tanımlanabilirken
H) 17 Ağustos 1999 depremi ile ilişkili olduğu iddia edilen suni yer kabuğu hareketleri gibi ki doğal afetlerin suni olarak tetiklenmeleri ileride daha sık görülecektir; Teknolojik/ Haarp Darbeleri olarak açıklanabilir. 

Görüldüğü gibi darbeler artık çok çeşitlidir ve her darbeyi Türkiye siyasi tarihi boyunca çoğu kez tatmıştır. Pekiyi Türkiye'de darbe olur mu? Buna kimler ne için ve hangi yöntemlerle ulaşmak isteyebilirler? 
Abd'nin meşhur gazetesi Washington Post yayımladığı haberde Türkiye'de askeri darbe ihtimalinin yüksek olduğunu ve 30 ülke arasında 5. sırada bulunduğunu belirtti. Bu oran Suriye, Bloivya, Nepal, Nijer gibi demokratik kültürleri oldukça zayıf olan ülkelerden bile yüksek olarak gösterilmişti. Günümüz istihbarat temininin büyük miktarı açık kaynaklardan sağlanmaktadır. Bu sebeple eski ve neredeyse her kıtada irtibat ofisleri bulunan bu yayım organının uzun hesaplamalara dayanarak bulduğu sonuç önem arz etmektedir. Bu gazete ile ilgili belirtilecek bir hususta Pulitzer Ödüllü olmasıdır. Pulitzer Abd'de bulunan Colombia Üniversitesi tarafından verilir ve üniversitenin tarihi Abd'nin tarihinden bile daha eskidir.! İngiltere Kralı koyu protestan George tarafından "Kings Collge" olarak açılan okulun sloganı ise bir Tevrat alıntısı olan Nurun ile Nurlanacağız idi.  Yani Washington Post'taki haber bu bilgisel aritmetiklere göre çok daha ciddiye alınması gereken bir durum olarak görülüyor. Kings College yani Colombia Üniversitesi binası ile Anıtkabir ise dış görünüş olarak oldukça benzerdir. Anıtkabir'i tasarlayan yabancı mimarlar sütun sayısını bile bu üniversite ile aynı olarak hayata geçirmişlerdir. Meselenin bir ucuda gerçekten Anıtkabir'e dayanmaktadır. Bir müddet evvel Türkiye'ye bir ziyarette bulunan İngiltere Başbakanı Therasa May Anıtkabir defterine "Yurtta Sulh Dünyada Sulh " yazmıştı.  Yurtta Sulh Konseyi ve bildirisi, Washington Post, Anıtkabir Defteri, İngiltere ve Colombia Üniversitesinden oluşan denklem kanımızca ciddiye alınması gereken izahlara mecburdur. Tabi bu durum yalnız asker seçeneği için geçerlidir. Darbelerin artık çok farklı yöntemlerle gerçekleştirildiğini önceki satırlarda açıklamıştık. Türkiye'de bir darbe tasarlandıysa bu durumun amaçları nelerdir? Herşeyden evvel dini kehanetlerden feyiz alan milyonlarca insan dünyada bulunmaktadır. Türkiye çözülmeden Ortadoğu çözülemeyeceği için Türkiye'de bir takım değişikliklerin hızlı ve radikal hayata geçirilmesi istenmektedir. Bir diğer husus Türkiye şu anda lobilerin en önemli projelerinden biri olan dinler arası diyaloğa kesin olarak kapılarını kapatmıştır. Yeni Dünya Düzeni olarak adlandırılan yapının besin kaynağı şehir devletleri modelini desteklememesi, döviz yerine yerli para kullanma ısrarı küresel karar vericiler nezdinde Türk siyasi yapısının nosyonunu tamamladığının göstergeleri olarak sunulmaktadır.  Bu gibi kendilerince geçerli olan gerekçelerle bazı odakların yeni bir darbe hazırlığında oldukları açıktır. Ordu'da alt kademe subaylar hakkında pek bir bilgi sahibi olunamaması, 15 Temmuz sonrasında Genelkurmay özel kalemine atanan Kurmay Yarbayın tutuklanması askeri darbe hususunu yeniden yeşillendirse de yeni darbe ekonomik, toplumsal veya siyasi olabileceği gibi hepsinin birleşimi veya apayrı bir denemeylede uygulamaya koyulabilir. Darbe ve darbeciler genel af, orduya iade itibar, maaşlara zam gibi uygulamalarla toplumsal destek arayacaklar ve muhtemelen Suriye kürt yönetimiyle yeniden temas kuracaklardır. Bunu Türkiye'nin sınırsal büyümesi olarak izah etmek suretiyle İmparatorluğun gerçek temsilcileri ve uyguluyacılarının kendileri olduklarını vurgulayarak toplumsal meşruiyet talep edeceklerdir.  Bunlar tabiki birer senaryodur fakat siyasi tarih ve güncel gelişmelerin harmanı olan bu tip senaryolar yakın gelecekte farklı cenahlardan da farklı biçimlerde sık olarak gündeme getirilecektir.  

2 Şubat 2017 Perşembe

TÜRKİYE'NİN JEOPOLİTİK GELECEĞİ: BÖLGESEL FEDERATİF YAPI İLE BÜYÜME SEÇENEĞİ

Abd Başkanlık seçimleri, Suriye meselesi ve Astana, Avrupa Birliği'nin geleceği, küresel sermaye ulusal devlet çekişmeleri gibi çok önemli gelişmelerin yaşandığı hassas ve farklı bir sürecin Türkiye'ye yansımaları ne olabilir? Türkiye yeni anayasa taslağı ile en önemli gündemlerinden birini yaşıyor. Türkiye'nin üniter yapısı federatif bir sisteme yönelebilir mi? Bunun cevabını kesin olarak vermek mümkün değil fakat tabiiki bir takım saptamalarda yapılabilir. Türkiye'nin yüz ölçümü federasyona müsait değildir argümanıda doğru değil örneğin Almanya Türkiye'den daha küçük bir yüz ölçümüne sahiptir fakat eyalet sistemiyle yönetilmektedir. Siyasi tarih analizi sosyal bilimler için bir laboratuvar olduğundan başvurabileceğimiz önemli kaynak Osmanlı İmparatorluğu olacaktır. Çünkü Türkiye, bu İmparatorluğun bakiyesi bir Cumhuriyet'tir . Osmanlı'da eyalet modeli ile yönetilir eyaletlerin başında Valiler vardır. Bu sistem devlet güçlü dönemindeyken iyi işlerken devletin hassas dönemlerinde oldukça büyük problemlere yol açmıştır. Vali Kavalılı Osmanlı'yı üç kez mağlup etti hatta Kütahya önlerine kadar geldi. Paris Barış Konferansında özerklik verilen Eflak Boğdan ve Sırbistan, diğer çoğu özerk eyalet gibi bağımsızlıklarını ilan ettiler. Yani Türk siyasi tarihi eyalet sisteminin sancılarını derinden çekmiştir. Fakat bir gerçekte vardırki eyalet sistemi günümüzde yerel katılımın verimliliğini arttıran bürokratik yükü hafifleten pekçok ülkeninde uyguladığı modeldir. Örneğin bir vilayette yaşayan kişilerin o vilayet ile kararları kendilerinin vermesi kadar doğal birşey olamaz. Kısacası sancılı bir eyalet geçmişi ile postmodern dönemin büyük başarılarda sağlamış federatif devletler modeli arasında sıkışan bir Türkiye'yi görüyoruz. Yeni Dünya'ya baktığımız zaman Ortadoğu'da dengelerin değişeceği çok açık. Evet ülkelerin şehir devletleri olarak tasnif edileceği bir evreye giriliyor bu sebeple Suriye'nin kuzeyinde de defacto bir kürt yönetimi oluşturulması kanımızca mümkün olacaktır. Çünkü bunu Rusya'da desteklemektedir. 1800'lerden beri Ruslar ve kürt siyaseti iç içedir. 1806-1812 Rus Türk muharebesinde ayaklanan Babanzadelerden başka, Kırım harbinde Bitlis ayaklanması, 1877-1878 yani meşhur 93 harbinde Ubeydullah ve Bedirhan ayaklanması ile Cihan Harbinde Ruslar ile yapılan çarpışmalarda Bitlis ve Irak kürt ayaklanmaları göstermiştirki kürt siyaseti Rus diplomasisinin ürünü olarak doğmuştur.  Kürt kültür ve edebiyatı hakkında önemli ve ilk çalışmaları yapan Ruslardır. Bugünde Rusya'nın bölgede faaliyetleri üsleri olduğu gibi ülkesinde de Pyd'nin irtibat ofisleri bulunmaktadır. Öte yandan Abd'de eskiden beri pkk'yı desteklemekte halen Suriye'de Pyd'ye zırhlı araçlar teslim etmektedir. Özellikle Körfez Savaşından itibaren Oetadoğu'da varlık sebeplerinden yeni bir gelişme kürt siyaseti ve bu siyaseti yönetebilme isteğidir. Suriye'de Pyd halen Abd ve Rusya tarafından terör örgütü olarak ilan edilmemiştir.  Yani Suriye'nin kuzeyi hususunda Abd ve Rusya'nın anlaştığı/anlaşacağı açıktır. Zaten bu durum daha öncede Çeçen meselesi ve Afganistan olaylarında görülmüştü. 
Irak'ın kuzeyinde ise ayrı bir kürt yapılanması artık kabul ediliyor. Biz buna Kafkasya'da ki Acaristan'ı da ekleyebiliriz. Yani kürt vilayetlerinin ve Acaristan'ın da yer aldığı bir ittifakın Türkiye ile entegresi Türkiye'de eyalet sisteminin önünü açacaktır. Çünkü artık "yüz ölçümü müsait deği" mottosuda delinmiş olacaktır. Tarihe baktığımız zaman 1915 Bunsen raporu ve 1965 CIA MİT projesi büyüyerek federatif bir sistemi önermekteydi. 1986 Pentagon'u temsilen William Taft ve 1990'ların hemen başında bizatihi Turgut Özal tarafından da gündeme taşınan proje hayata geçirilemedi fakat ilerisi için bir referans noktası oldu. 
Ortadoğu'da dengelerin değişmeye başladığını belirtmiştik. İsrail'in kuruluş onayının Anglosakson siyasetinin iktisadi iradesiyle alındığı gerçeği vardır. Pekiyi fosil kaynaklı yakıtlar misyonunu tamamladıklarında İsrail'e ihtiyaç kalacak mı? Dış çevre ve teolojik mezheplere mensup insanların motivasyon kaynaklarının büyük payı dini inançlarıdır bu da Ortadoğu merkezli bir dünya savaşını belirttiğinden önemli ülke ve lobilerin Ortadoğu olmadan bir strateji geliştirmeleri mümkün değildir. Petrol misyonunu tamamladığında bu durum temel gelir kaynağı petrol olan arap ülkelerinin içten parçalanmasından başka bir işe yaramaz. Bu da şehir devletleri modeline uygundur. İşte bu parçalı Ortadoğu'ya önce İsrail hamilik edecek ardından ise Türkiye ile ittifak geliştirme eğiliminde olabilecektir. Zaten bunun mesajı çok öncelerde Cia uzmanlarınca servis edilen ısmarlama kitaplarla verildi. 
A) David Passing; İsrail'in Ortadoğu'da büyüme eğilimi göstereceğini Türkiye'nin ise bunu destekleyeceğini yazmıştı. 
B) Yeşil Kuşak projesinin mucidi Brezenski Türkiye'nin büyüme eğilimi göstereceğini bu sebeple Rusya ile karşı karşıya geleceğini kitaplarında defalarca yazmıştı. 
C) Samuel Hantingon yani dünyaca ünlü proje kitap Medeniyetler Çatışması'nın teorisyeni; Türkiye'nin büyüyeceğini hatta İslam dünyasına önderlik edeceğini vurgulamıştı.
D) Cia'dan meşhur Henry Berker Türkiye'nin kürt federasyonu ile büyüyeceğini çok kez yazmıştı. 
E) Cia'dan meşhur Graham Fuller kaleme aldığı Türkiye'nin Kürt Meselesi adlı kitapta Türkiye'ye bölgesel bir federasyon önermişti. 

Irak ve Suriye'nin federatif yönetime dahiliyetinin ardından Ürdün ve Lübnan'da entegre olabilir. 1958 Irak Ürdün Federe Cumhuriyeti gibi bir uygulama geçmişine sahip ortadoğu tarihi olduğuna göre Ürdün ve kozmopolit yapısıyla dikkat çeken Lübnan'da yeni sistemin birer parçalarıdır. Bu modelin Balkanlar ayağı unutulmamalıdır. Bir süredir Selanik'in Makedonya'ya bağlanma ve Makedonya'yı Balkanların İkinci İsrail'i yapma programı mevcuttur. Geçmişte de İttihatçılar Yahudilere Arzı Mevud olarak Makedonya bölgesini önermişlerdi. 
Abd yeni başkanı Donald Trump her ne kadar fosil kaynaklı yakıtları desteklediğini belirtip Suudi Arabistan'ın desteğinide alsa ileride bu kaynak tamamiyle rafa kaldırılacaktır. Çünkü ultra küreselcilerin insan fıtratına müdahale projeleri için bir takım teknolojik projelerin hayata geçmesi şart fakat tabiki bu seçkinler Trump Kraliçe işbirliği ile tamamiyle tasfiye olmazlarsa. ( Bu çok düşük ihtimal olmakla birlikte bir süre evvel İngiliz Kraliyet Mekanizmasıda seçkin ailelerle çekişmeye girdi hatta bu sebeple Kraliçe koruması tarafından "yanlışlıkla" vuruldu) 
Şu unutulmamalıdır sınırların fiziksel büyümesi kof veya etkisiz bir büyüme olabilir bunun önüne geçebilmek için Türkiye'nin bu düzende kendi önceliklerini belirlemesi ve uygulamaya koyması önemlidir. Öyle ya da böyle Dünya'da bazı değişiklikler yaşanacak. Fransız İhtilalinin önüne kimse geçemedi. Özel olarak tasarlanan Birinci ve İkinci Dünya ile Soğuk Savaş engellenemedi. Yugoslavya parçalandı kimse engel olamadı. Irak, Libya, Afganistan düştü kurtarılamadı. 
Sınırlar değişecek, yeni yönetimler kurulacak bunu önceden okumak ve hazırlıklı olmak kaçınılmazdır. Türkiye bu değişimleri tek başına durduramayabilir fakat bu değişimde menfaati ölçeğinde söz ve pay sahibi olabilir. Bu model; Türkiye'nin piyon olması veya vahşi sömürgeci dünyaya adım atmasından ziyade varlığını olumlu seyirde devam ettirebilme isteği olarak tanımlanırsa rasyonel politik bir tavır sergilenmiş olunacaktır. Pekiyi ulus devlet modelini yaşatma gayreti içine giren Abd ve İngiltere ile ittifak halinde hiçin birtakım tasarılara meydan okunmasın? Gibi makul bir soru da sorulabilir. Abd ve İngiltere'nin yeni tavırları Dünya'da ulusal yapıları yaşatmaktan çok ülkeleri ve coğrafyalarındaki sermaye sistemini kendi ülkeleriyle sınırlı olarak daha etkin devlet gözetimine almaktır. Yoksa Abd ve İngiltere'nin bu yeni ulusal tutumları ile ultra kürselcilerin kozmik projeleri dışında bariz fark yok bunu Trump'ın Pyd'ye hayranlığını dile getirmesi ve İngiltere'nin Türkiye ve Irak'ta yeniden hakimiyet kurmak istemelerinden anlayabiliriz.