28 Nisan 2017 Cuma

SİVİL İTAATSİZLİK: NİSAN 2017 SİVİL İTAATSİZLİK EYLEMİ TÜRKİYE'DE BAŞARIYA ULAŞABİLİR Mİ?


Onur Dikmeci






19. yüzyılın sonunda siyaset bilimi ve toplum biliminin yepyeni bir ilgi alanı oluşmuştu. Henry David Thoreau tarafından açıklanan kuram sivil itaatsizlikti. O günden bugüne özellikle postmodern toplum tipinde sivil itaatsizlik eylemleri sıkça görüldü. Bu eylemler neticesinde bazen istenilen siyasi ve ekonomik operasyonlar geliştirilirken bazen ise neticesiz kalan olaylar yığınına toplumlar yakinen tanıklık ettiler. Literatüre kazandırıldığından itibaren sivil itaatsizlik gelişim seyri incelendiğinde şu gibi temel özellikleri içerdiği görülür;






.Sivil itaatsizlik eylemleri genellikle gayrı yasal olmakla birlikte kesinlikle legal olayları ilke edinmiştir


.Sivil itaatsizlik eylemleri hakim otoriteye karşı geliştirilir


.Sivil itaatsizlik eylemlerinin adından da anlaşılacağı üzere, sivil, silahsız ve toplumun her kesiminden insanları kapsayan geniş tabanlı bir pratik olması amaçlanmıştır


.Sivil itaatsizlik eylemleri programlı veya programsız seyredebilir


.Genellikle sivil itaatsizlik eylemleri, talep edilen hususlar karşılanana kadar devam ettirilir


.Sivil itaatsizlik eylemleri çok çeşitlidir. Yürüyüşler, sessiz protestolar, oturma eylemleri, aynı saatlerde başlayan ve biten etkinlikler hatta vergi ödememe gibi çok çeşitli yöntemleri içerebilir


.Sivil itaatsizlik eylemlerinin süreleri uzadıkça illegal unsurların eylemlere sızma ihtimali doğar ve bu durum şiddet gibi sivil itaatsizliğin doğasına aykırı bir fiiliyatın belirmesine yol açar


.Sivil itaatsizlik eylemlerinin genellikle dış yönlendirmeli yönleri bulunmaktadır


.Profesyonel sivil itaatsizlikçiler özel olarak istihbarat kurumları tarafından yetiştirilmektedir


.Sivil itaatsizlik eylemlerine karşı pekçok ülke ulusal güvenlik kurullarınca tedbirler geliştirilmeye çalışılmaktadır






Bu temel hususların ardından dünyada şimdiye kadar binlerce sivil itaatsizlik eylemi yaşanmıştır ve yaşanmaya devam edecektir. İlginç olan bazı örnekleri incelemek yerinde olacaktır;






Duran Adam Eylemi: 2013 İstanbul Gezi Parkı protestoları sırasında çok ilginç bir tepki medyaya yansıdı. Planlı olup olmadığı bilinmeyen bir şekilde Atatürk Kültür Merkezi karşısında bir şahıs kıpırdamadan, konuşmadan ve sadece binaya bakarak beklemeye başladı. Yaklaşık iki saat sonra insanlar bu eylemi fark etti ve onlarda iştirak etti. Genel kolluk bu protesto biçimine alışkın değilken müdahale edip etmeme konusunda kararsız kaldı ve tarihin en ilginç sivil itaatsizlik eylemlerinden birine tanıklık edinilmiş olundu.






Tuz Yürüyüşü: İngiltere'nin Hindistan'a uyguladığı tuz yasasına karşı Mahatma Gandhi baş kaldırdı ve tuz yapmak için denize yürümeyi teklif etti. İlk başta 80 kişiyle başlayan ve önemsiz gibi görülen eylem kısa sürede 12.000'den fazla destekçiyle devam etti. Nihayetinde tuz yürüyüşü Hindistan'ın hürriyetine zemin hazırlamış oldu.






Lale Devrimi: Kırgızistan'da halk kitlelerin katılımıyla gerçekleştirilen eylemler neticesinde devlet başkanı Askar Akayev ülkeyi terk etmek durumunda kaldı ve yönetim değişti.






15 Temmuz 2016: 15 Temmuz Türkiye askeri kalkışması sırasında meydanlara çıkan halk zırhlı araçların önlerinde durarak meydan okudular ve darbe girişiminde bulunmak isteyen personelin direncini kırdılar. Bu eylem dünyanın en ilginç ve ülke bütünlüğünden yana sivil itaatsizliğiydi ve kanımızca siyaset bilimi, sosyoloji literatüründe bu şekilde yer alacaktı.






Özellikle renkli devrimler esnasında sivil itaatsizlik eylemleri görülmekle birlikte dış ülkelerin medya grupları ve finans oligarkları bu eylemlere doğrudan müdahil olma tavrı göstermektedir.






Türkiye'de 16 Nisan 2017 referandum oylamalarından sonra başlatılmaya çalışılan sivil itaatsizlik eylemleri başarılı olabilir mi? Bu eylemler yakın Türk siyasi tarihinin en kapsamlı sivil itaatsizlik eylemi olan Gezi Olayları ile mukayese edilmektedir. Nisan 2017 Sivil İtaatsizlik eylemlerinin özellikleri şu şekilde vurgulanabilir:






.Eylemlere geniş tabanlı katılım isteği doğmamıştır


.Referandum sonucuna muhalif olan pekçok kişi dahi eylemleri doğru bulmamışlardır


.Eylemlerde Türk Bayrağı gibi kapsayıcı bir sembol kullanılmamıştır bu da eylemlere farklı mahiyetler yüklenmesini kolaylaştırmıştır


.Eylemlerin ideolojik manalı oldukları yönünde kamuoyu nezdinde intibah uyanmıştır


.Eylemlere liderlik edebilecek organizasyon ya da aktör bulunmamaktadır. Eylemler sahipsiz kalmıştır


.Eylemlerin cılızlığı sebebiyle dış kamuoyu desteği neredeyse sağlanamamıştır bu da evrensel tepkileri içeren bir sivil itaatsizlik eylemi ihtimalini ortadan kaldırmıştır


.Referandum neticesinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine götürülme seçeneğinin dillendirilmesi bu eylemleri daha da marjinalleştirmiştir.






Netice itibariyle Nisan 2017 sivil itaatsizlik eylemlerinin başarıya ulaşmaları mümkün değildir. Zaten istenilen netice hususunda da ihtilaf vardır. Seçim yenilenmesinden, iktidarın istifa etmesine ya da yeni sistemin tamamiyle rafa kaldırılmasına kadar söylem ve fikir birliği olmayan bir kargaşa söz konusudur.


Ayrıca 2013'den itibaren sivil itaatsizlik eylemleri Kırmızı Kitap kapsamına alınmıştır. Bu da devletin artık bu gibi eylemlere daha hazırlıklı olabileceğini işaret etmektedir. Nisan 2017 sivil itaatsizlik eylemleri başarıya ulaşamasa da önümüzdeki süreçte yeni konular ile alakalı yeni eylemler görülebilecektir. Burada hayati önemli husus itaatsizlikte bulunan kitlelerin karşılarına irili ufaklı başka grupların çıkartılmalarının kesinlikle desteklenmemeleri gerektiği, istihbarat ve genel kolluk birimleriyle eylemlerin kontrol altına alınmaya çalışılması idrak edilmelidir. Çünkü çatışan grupların dindirilmesi her zaman silahlı ve organize bir gücün sahaya davet edilmeleriyle mümkündür. Bu da sıkıyönetim hatta darbe gibi neticeleri doğurabilir.

19 Nisan 2017 Çarşamba

2008 KOMPLOSU: TÜRK ORDUSU VE TÜRK SİYASETİNE YÖNELİK DARBE GİRİŞİMİ






Onur Dikmeci




14 Mart 2008 yılında dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya kaya tarafından Adalet ve Kalkınma Partisi'nin kapatılma istemiyle dava açılmıştı. Bu gelişmenin kamuoyu nezdinde duyulmasıyla fırtınalar koptu. Süreç içerisinde muhalif durumda dahi bulunsalar ağırlıklı kesim kapatılma yerine siyasi yasakları savunmaktaydı. Dava sürecinde ilginç gelişmeler yaşanacağı gibi davanın açılış tarihide manidardı. Buna göre kapatılma davası hazırlıklarının 2007 yılından itibaren başlatıldığı ortaya çıkmıştı. 2007 ise Türk siyasi tarihinde bir kırılmayı anlatan dönemdi. Hrant Dink ve gayrı müslim din adamlarının cinayetlerinden sonra Cia'den eğitim alan bazı polis müdürleri Emniyet'in kritik birimlerine atandılar. 1999'dan itibaren oluşturulmaya başlanan ve 2001'de son şekli verilerek Mit'e sunulan Ergenekon şeması yeniden gündeme getirildi. Bir muhtıra ya da kimi kesimlerce Tsk bildirisi olarak adlandırılan 27 Nisan Tsk açıklaması neticesinde de bürokrasi darbe olabileceği tedirginliğiyle Cia ile içli dışlı olan gruplara teslim edilmeye başlandı. Haziran ayında da Ergenekon operasyonları başlatıldı. Akp kapatma hazırlıklarının başlatılması bu evreye denk geliyordu.  Kapatılma davası açıldıktan sonra ise generaller nezdinde bazı ses kayıtları servis edilerek Tsk yıpratılmaya çalışılıyordu. Kamuoyundaki yaygın kanaate göre parti kapatma davası ulusalcı ya da vesayetçi derin devletin tertibiyken, silahlı kuvvetler personeli hakkındaki sızıntılar ise davaya karşı rövanş olarak hükümet cephesince desteklenmekteydi. Oysa yıllar sonraki bilgi birikimi ve algımızla durumun böyle olmadığı, kapatma davası ve Tsk hakkındaki iddiaların aynı odaklarca tasarlandığı ve neticede ulusalcı ya da mütedeyyin farketmeksizin bütün Türkiye'nin yara aldığı görülmüş olmaktadır.



Kapatılma davası sürerken en fazla hedef gösterilen kişi Ağustos 2006 şurası ile Kara Kuvvetleri Komutanlığına atanmış hali hazırda bu görevi sürdüren ve 2008 Ağustos'unda Genelkurmay Başkanı olması beklenen İlker Başbuğ idi. Ordudan emekli subay öğretmen Binbaşı Dr. Erol Mütercimler'in yıllar sonraki ifadesine göre İlker Başbuğ ''Amerikancı bir Subay''idi. Böyledir veya değildir ancak Başbuğ'un hedef alındığı çok belliydi. Çünkü o askeri davalardan (Ergenekon Balyoz..) rahatsızlık duyan, komuta kademesini bu doğrultuda şekillendirmek isteyen şahin sınıftan bir komutan olarak tanımlanıyordu. Hal böyleyken ideolojik kimliği farketmeksizin tasfiye edilmesi Tsk'ni itibarsızlaştıracağı gibi olayda iktidar partisinin üzerine yıkılacaktı. Gerçekte iktidar partisi kapatma sürecinde Başbuğ'un kararnamesini imzalamama resti en gerçekçi ve ciddi tepkisi olacaktı. Bu bakımdan bu durum kabul edilebilir bir stratejiydi çünkü Genelkurmay Başkanı zaten hükümet tarafından atanırdı. Ancak Tsk'ni itibarsızlaştıracak sızıntılar dış kaynaklı girişimlerin neticesiydi.
Başbuğ ile alakalı haberlerden biri Anayasa Mahkemesi raportörü Osman Paksüt ile yaptığı iddia edilen görüşmeydi. Haberin içeriği şu şekilde aktarılmıştı:


''4 Mart 2008 günü saat 17:oo’da, Ankara’da, 06 LLU 81 plakalı mavisiyah Mercedes marka otomobil Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na geldi. Otomobilde Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt vardı. Paksüt, karargâha girdi ve bir saat 15 dakika süreyle, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı, altı ay sonrasının müstakbel Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ ile başbaşa görüştü.
Günün moda deyimiyle, görüşmenin zamanlaması manidardı. CHP ve DSP’nin, üniversitelerde başörtüsüne serbestlik getirmek amacıyla Anayasa’da değişiklik yapılmasına ilişkin 5735 sayılı kanunun iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurmasının üzerinden sadece yedi gün geçmişti. Ve o an itibariyle, çoğumuz henüz bunu bilmesek de, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın AKP aleyhinde kapatma davası açmasına on gün kalmıştı.

Anayasa Mahkemesi Başkanvekili’nin, kritik başörtüsü ve kapatma davaları sürecinde Kara Kuvvetleri Komutanı’yla görüşmesini ilginç kılan diğer bir unsur, buluşmanın gizli tutulması, kayıt altına alınmaması, tarafların kaydı tutulan resmî programlarında görünmemesiydi. Hatta buluşma öncesinde, karargâh giriş ve çıkışlarında bulunan güvenlik kameralarına karartma uygulanmış, komuta katı da tamamen boşaltılmıştı.''


Yani görüşme kapatma davasından önce gerçekleştirilmişti. Oluşturulmak istenen teze göre davayı ordu yönlendiriyordu. Başbuğ ile ilgili ikinci sızıntı Vakit gazetesinde Yayımlanan İlker Başbuğ'un Büyük Kulüp adlı sivil toplum kuruluşuna üye olduğu haberiydi.
 Yayımlanan Belgeden, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ'un 1882 yılında İngiliz Elçisi Sir Alfred Sandison tarafından kurulan “Büyük Kulüp adlı derneğe üyelik başvurusunda bulunduğu ve başvurusunun kabul edildiği algısı oluşturulmak isteniyordu. Dernek Başkanı Duran Akbulut, İlker Başbuğ'a gönderdiği 18.12.2006 tarihli yazıda şunları kaydediyor: “Büyük Kulüp Derneği'ne üyelik için yapmış olduğunuz başvurunuz ilgili kurullarca tetkik edilmiş olup, Yönetim Kurulumuzun 09.12.2006 tarihinde yapmış olduğu toplantıda üyeliğe mani haliniz bulunmadığı anlaşıldığından, Büyük Kulüp üyeliğine kabulünüze karar verilmiştir.”
Yazıdaki “tetkik edilmiş olup” ve “üyeliğe mani haliniz bulunmadığı” ifadeleri, “Kulüp, Türkiye Cumhuriyeti'nin en önemli makamlarından birinde bulunan bir komutanla ilgili 'güvenlik soruşturması' yapmış” şeklinde yorumlanıyordu.
Üyeliğe kabul yazısının devamında da şöyle deniliyor: “Bilgi edinmenizi rica eder, aramıza hoş geldiniz der, üyeliğinizin size ve kulübümüze hayırlı olmasını diler, saygılar sunarım şeklindeydi.

Yine İlker Başbuğ ile alakalı bir haberde İsrail Ağlama Duvarı'ndaki görüntüleriyle alakalıydı. Yine Vakit gazetesinin gündeme taşıdığı haber Akşam gazetesince de işleniyor bu sefer geziden karelerde gazetede yer buluyordu.


2008'deki sızıntılardan biride Genelkurmay Elektronik Sistemler Komutanı Tuğgeneral Münir Erten ile alakalıydı. 19 Şubat 2008 günü "YouTube" adlı video paylaşım sitesine bir ses kaydı yüklendi. "Cnksari" rumuzlu kullanıcının gönderdiği "Tuğgeneral Münir Ertan'dan şok açıklamalar" başlıklı videoda Irak'ın kuzeyine kara harekâtının 20-22 Şubat tarihleri arasında başlatılacağı konuşuluyordu. TSK, 2007 baharından bu yana kara harekâtına hazırlanıyordu. Irak'ın Kuzeyindeki PKK odaklarına yapılacak geniş çaplı harekât 48 saat önceden deşifre edilmişti.
Ayrıca pkk kamplarına yapılan hava operasyonlarında 5 teröristin öldürüldüğünü belirtiyordu. Oysa Genelkurmay bu rakamı 175 olarak açıklamıştı. Yani silahlı kuvvetlerin terörle mücadelede başarısız olduğu, gerçeklerin halktan gizlendiği intibahı oluşturuluyordu.

Önemli bir sızıntıda dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Ergin Saygun ile alakalıydı. Buna göre Saygun'un olduğu iddia edilen bazı sağlık raporları servis edilmiş ve Saygun'un ağır şeker hastası olduğu vurgulanmış böylelikle komuta kedemesindeki istikbaline engel olunmak istenmiştir.
O dönemde rütbesi Tümamiral olan Kadir Sağdıç'ın ses kaydı da Münir Erten benzeri servis edilmişti. Kayıtta Tümamiral Sağdıç olduğu öne sürülen bir kişi darbe imasında bulunuyor ve askerlerden oluştuğu izlenimi veren bir topluluğa konuşma yapıyor. Komutan konuşmasında ordunun her 20-25 yılda bir siyasilerin elinde yozlaşan sistemi tekrar rayına oturtmak zorunda kaldığını ve askerin gerektiği zaman gerekli reaksiyonları gösterebileceğini söylüyordu. Sağdıç sonradan Koramiralliğe terfi etsede Balyoz davasında tutuklandı ve 3 yıl 4 ay 8 gün hapis yattı.
Tsk'nın kurumsal kişiliğini hedef alan haberler arasında en önemlilerinden olanı ise Dağlıca baskınıyla alakalıydı. 25 Haziran 2008  tarihinde Taraf gazetesi pkk'nın gerçekleştirmiş olduğu Dağlıca baskınının önceden bilindiği haberini geçmişti. Delile dayanmayan haber pkk ordu bağlantısını işlemeye çalışıyordu.

Bütün bunlar yaşanırken kapatma davası ile ilgili en sert tepkiler Avrupa Birliği ülkelerinden geldi ve kapatılma yönünde karar çıkması halinde müzakerelerin duracağı belirtildi. Abd ise bir süre şaşırtıcı biçimde sessizliğini korudu. Daha sonradan Dışişleri nezdinde Türkiye'nin laik yapısına vurgu yapıldı. Abd başkan yardımcısı Dick Chaney ise hükümet Türkiye'nin köklü kurumlarıyla çatışmamalı beyanatını vermişti.

Mesele anlaşılmıştı. Kapatma davasına, karşı etki göstermek için Abd bir takım talepler öne sürmüştü. O zaman basında yer alan köşe yazılarına göre bu talepler arasında Hamas'ın desteklenmemesi, Irak ve Afganistan operasyonlarına destek ve İran'a karşı yaptırımlar gibi öneriler sıralanmıştı. Yani Abd ve Abd kaynaklı lobiler bir yandan kapatma davası nezdinde siyaseten avantaj elde etmeye çalışırken, bir yandan da orduya karşı operasyonları destekleyerek güvenlik bürokrasisini şekillendiriyor ve hükümet taraftarlarıyla karşıtlarını daha da kutuplaştırıyordu. Operasyonlarında ise dini kisveli cemaat isimli istihbarat birimlerini kullanıyordu.

Neticede 30 Temmuz'da verilen kararla Adalet ve Kalkınma Partisi kapatılmadı ve ertesi gün ise Yüksek Askeri Şura toplandı. Şura neticesinde Başbuğ Genelkurmay Başkanı olacaktı. Münir Erten ve Ergenekondan tutuklu Yüzbaşı Muzaffer Tekin'e plaket veren Tümgeneral Zekeriya Öztürk ise emekli edilecekti. Ergin Saygun, 1. Ordu Komutanlığına getirildi. Ancak 2009'da o da emekli edildi.
Yani Ergin Saygun, Hasan Iğsız, Aslan Güner, Bekir Kalyoncu ekolü süreç içerisinde emekli edilecekti. Iğsız YAŞ(Askeri Şura) günü ifadeye çağırılmış, Güner ise dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından veto edilmişti.

2008 yılı yıllar sonra tahlil edildiğinde bugünleri bile etkileyen gelişmelerin kaynağı olarak gösterilebilinir.

1. Ordu terfi durumu ile ilgili topyekün en ciddi girişim bu dönemde yaşanmıştı. Fakat bu belirli oranlarda gerçekleştirildi.
2. Genelkurmay Elektronik Sistemler GES Komutanlığı ile alakalı tasavvurların işaretleri verilmişti. GES daha sonra 2012 yılında Milli İstihbarat Teşkilatı'na devredildi. Mit ise illegal örgütlerce istila edilmeye çalışıldı. Yani GES'in devri sivilleşme değil istihbaratın topyekün belirli odaklara devredilme planını içeriyordu.
3. Siyasi kurum ve orduya yönelik komplolar aynı odak tarafından aynı dönemde gerçekleştirildi. Kamuoyu ise kendi içerisinde birbirlerini suçlamakla meşguldü.
4. 2008'den itibaren bozulmak istenen askeri silsile neticesinde yıllar sonra Necdet Özel

Genelkurmay Başkanı oldu. Özel;
a) Şahsına muhalif komutanların orduevi giriş kartlarının iptali
b) Jandarma ziyaretinde içimizde paralel yapı yok diktesi
c) Tutuklu bazı subaylar medyada yazı yazmasın direktifleri

gibi ilginç girişimlerde bulundu. İşgal gerekçesi olmadığı sebebiyle ise Seferberlik Bölge Başkanlıklarının kapatılması gibi akıllara zarar uygulamalara imza attı. Neticede paralel yapı mevzusunu Jandarma ziyaretinde kapatması 15 Temmuz'da Jandarma'nın darbe içerisinde yer alması gerçeğini değiştirmeyeceği gibi, tutuklu subaylarda tahliye oldular ve Özel'den daha fazla anılıyorlar.
Yıllar önce orduya ve siyasete kurulan komplonun benzeri bugün yine tekrarlanmaktadır.



Sivil talepler neticesinde ordu da bir takım değişiklikler yapılmıştır. Gözden kaçan husus ise bu düzenlemelerle ordunun oldukça Pentagon güdümüne girdiğidir. Bu durum ise darbeleri önlemek bir yana darbeye davetiye olarak kabul edilmelidir. Siyasi manada ise ülke bir sistem değişikliği yaşamıştır. Seçim neticelerine göre iktidar partisinin güç kaybettiği ve tasfiye sürecine girdiği belirli çevrelerde tartışılmaya başlanmıştır. Bu tartışmalar sürerken siyaset kurumunu zedeleyici bazı girişimlerde bulunulabilir. Nasıl ki sivilleşme bazı gruplarca savunuluyorsa siyaset kurumunun zedelenmeside başka gruplarca savunulma ihtimali muhtemeldir. Ancak unutulmaması gereken bu müdahalelerin aynı odaklarca uygulamaya koyulduğu ve topyekün Türkiye'nin kaybetmesinin tasarlandığıdır. Doğru bir sivil asker ilişkileri ile doğru siyasi gelişmeler sağlıklı bir düzeni doğurabilir.



14 Nisan 2017 Cuma

İÇ SAVAŞLAR VE TÜRKİYE'DE YAŞANMASI MUHTEMEL İÇ SAVAŞ SENARYOLARI


Onur Dikmeci
İstihbarat ve Strateji Uzmanı


İç savaş, genel itibariyle sivillerin yer aldığı ve ideolojik, dini, etnik, iktisadi gibi meselelere dayanan şiddetli çarpışma türüdür. Hiçbir kural ve kanun olmayacağı için çatışmalar görülebilecek en vahşi ve insanlık onuruna aykırı tonları taşımaktadır. İç savaş olarak adlandırılsada her iç savaşın dış aktörleri olacak ve bu aktörler kendilerine yakın gördükleri grupları destekleyerek politik gayeler güdeceklerdir. İç savaşlarda ağır silahlar kullanılacağı gibi, her türlü silah, taş hatta sopalarda kullanılmakta şiddetin türü çeşitlilik göstermektedir. Hangi nedenle başlarsa başlasın her iç savaş mutlaka o ülkedeki insanlara zarar vermiş, ülkelerin istikrarını zedelemiş, lobi, banker, şirket ya da devletlerin yarar istifade etmelerini sağlamıştır.  Yani bir ülkede iç savaşın kazananı savaşan gruplar bakımından asla olmayacaktır. Dünya tarihinde pekçok iç savaş yaşanmış ve yaşanmıştır. Bunlardan yalnızca birkaç tanesi örnek gösterilerek yazı, konusuna uygun şekilde ilerleyecektir.




Abd kurulduktan 90 sene sonra iç savaş yaşayan ülkelerden biridir. Ekonomileri tarıma dayalı güney eyaletleri kölelik düzenini savunmuş Ve Abraham Lincoln'ün başkanlığı ile 11 tanesi aralarında konfederasyon oluşturarark Washington yönetiminden ayrılmışlardır. Savaş kuzey ve güney eyaletlerinin arasında baş göstermiş ve neticede kuzey eyaletlerinin galibiyeti köleliğin kaldırılmasını getirmiştir. Rusya'da Bolşevik devriminden sonra Kızıl Ordu adıyla örgütlenen devrim taraftarları ile devrime karşı olup Beyaz Ordu adıyla örgütlenen muhalifler çarpışmış, 3 milyondan fazla insan yaşamını yitirmiştir. Bu iç savaşa İngiltere, Fransa ve Abd doğrudan müdahil olmuşlardır. Yunanistan'da da sağcılar ve solcular arasında iç savaş yaşanmıştır. İspanya, cumhuriyetçiler ile milliyetçilerin iç savaşına sahne olmuştur. Cumhuriyetçiler sol, milliyetçiler ise sağ olarak adlandırılmıştır. Sağcıların iktidarında solcular baskılara maruz kalmış, solcuların iktidarında sağcılar baskılara maruz kalmışlardır. Neticede Franco galibiyeti İspanya'da bir faşist yönetim ilan edilmesine sebep olmuştur.

Sudan merkezi hükümetinin güney eyaletleri ile yaşadığı savaş ilk başta Sudan özerk hükümetinin kurulmasına yol açmış, sonrasında ise Güney Sudan bağımsızlığını ilan etmiş ve El Beşir hakkında Birleşmiş Milletlerden karar çıkartılmıştır. Tarihin en kanlı iç savaşlarından biri Ruanda'da yaşanmıştır.  Hutuların iktidarda yer aldıklarında Tutsilere, Tutsilerin ise yönetimde söz sahibi olduklarında Hutulara karşı başlıttıkları katliam, Fransa destekli Hutuların yoğun ve şiddetli saldırılarıyla son bulmuştur. Dünya ülkelerinin ise bu katliama seyirci kalmaları iç savaşların bir başka yönünü de göstermektedir.


İç savaşlar üzerine daha pekçok örnek oldukça detaylı bir biçimde izah edilebilir.  Ancak önemli birkaç savaşın bile aktarılması hemen her iç savaşın ortak noktalarını açıkça göstermiştir;

.İç savaşlar, dini, politik, etniki ve mezhebi gibi gerekçelerle baş gösterirler ve hemen hepsinin keşfedilmeyi bekleyen iktisadi yönleride bulunmaktadır
.İç savaşların iç savaşların yaşandığı ülkeler nezdinde kazananları yoktur. Neticeleri, siyasi kaoslar, ekonomik çöküntüler ve sosyal belirsizlikler doğurur
.Her iç savaşın mutlaka dış aktörleri bulunmaktadır
.İç savaşlarda geneli itibariyle sivil kökenli insanlar yer alırlar
.İç savaş her coğrafyada, her kültür ve yönetim tarzındaki ülkelerde görülebilir
.İç savaşlarda iktidarı hangi gruplar ele geçirirlerse muhalif gruplara karşı sistemli baskı ve yıldırma tekniği uygular

Türk siyasi tarihi ise kapsamlı bir iç savaşın yaşanmadığı ülkelerdendir. Bunun sebepleri sosyolog ve siyaset bilimcilerin çalışmaları ile izah edilerek sağlıklı bir sosyolojik tarih perspektifi ortaya koyulabilir. Modern dönemde İttihat ve Terakki Hürriyet ve İtilaf Partisi ilişkileri, 1970'lerdeki sağ ve sol olayları iktidarı ele geçirenlerin muhaliflere karşı uyguladığı baskı, sindirme belkide öldürme politikalarını içersede sistemli bir seyir halinde geniş kitlelere sirayet etmediği için iç savaş olarak adlandırılamaz. Türkiye'de iç savaş yaşanır veya yaşanmaz ancak bütün senaryolara hazırlıklı olmak büyük devlet stratejisinin gereğidir.  Bu sebeple en olası savaş senaryolarının verilerek irdelenmeleri yerinde olacaktır.


Türk Kürt İç Savaşı: Kürt hareketinin toplumsal mahiyetlere ulaşması geçmişin Türk devlet yapısının bazı gerekliliklerinden doğmuştu.  Yavuz Sultan Selim'in İslamcılık ve doğu birliği görüşünün bir parçasını sünni kürtlerde oluşturmuş, 20. yüzyılda ise kürtlerden Hamidiye alayları kurdurulmuştu. Bu proje ermenilere karşı denge unsuru oluşturmasının yanında devletin merkezi yönetiminin şark vilayetlerinde tam tesisi ve kürtlerin ayrı bir siyasi yapılanmaya girmelerini engellemek maksatlarını içermekteydi. Kürtler, devlet sisteminin bütünlüğü içerisinde, devlet ile entegre ve devletin politikalarıyla uyumlu bir misyon için sorumluluk biçilme nüansına dahil edilselerde yabancı lobiler için kürtler, ayrılıkçı bir kürt siyasi hareketin tasarlanarak devlet mekanizmasının zedelenmesi için görevlendirilmek istendiler. Kürt tarihi, kültürü ve istikbali için çalışmaları gerçekleştiren dış odakların telkinleriyle bazı istenmeyen ayaklanmalarda yaşandı. Kimilerine göre ise pkk tarihde ki 29. kürtçü ayaklanmaydı. Türk ve kürt etnisiteleri üzerinden siyasi maksatlar tasarlayanlar şimdiye kadar bunda bütünüyle başarılı olamadılar. Yakın dönemde bir siyasi parti üzerinden gerilen hatlar sebebiyle bazı vilayetlerde kürtleri dışlayan ya da hedef alan protesto gösterileri coşkun yürüyüşler düzenlendi. Ancak bu hiçbir zaman Türkiye'nin bütününe yayılmadı. Çözüm Sürecindeki provoke, aksaklık ve samimiyetsizlikleri gören devlet organları bu sürece zamanında müdahale ederek sonlandırmayı bildi.  Çünkü artık bazı çevrelerdeki tepkiler bundan böyle Türk sorununu konuşalım noktasına gelmişti.  İki grup arasındaki akrabalık bağları, uzun yıllardan beri aynı coğrafyayı paylaşma ve etkileşim, şehirleşme ile farkındalık katsayısının yükseltilmesi, çözüm sürecinin esas mahiyetinden sapması üzerine devletin isabetli müdahalesi gibi etmenler toplumsal bir Türk Kürt çatışmasına set çekmektedir.  İç savaş söylemi en çok Türk Kürt çatışması üzerine kurgulanmaktadır. Olumlu özelliklere karşın bazı sakıncalı durumlarda bulunmaktadır. Kürt siyasi hareketinin ısrarla yeni bir devlet telkinleri, iki grubun aşırı milliyetçi tonlarının birlikte yaşama arzusunu hedef almaları, siyasi tarihte görülen kürt isyanları gibi etmenler aslında hiçbir sorunun yaşanmadığını ve yaşanmayacağınıda göstermez.

Alevi Sünni İç Savaşı: Yavuz Sultan Selim'in Halifelik makamını etkin kullanma siyasetine karşın rakip devlet Safevilerin de Şiilik zemininde siyaset alanını genişletme anlayışı Devleti Aliyye ve Safevilerin mezhepsel anlayışlarla savaştıkları anlayışını literatüre soktu. İran, Safevi dönemine kadar Şii anlayışında değildi bu durum tamamiyle Sünni Hilafet uygulamasına anti tez olarak geliştirildi. Irak, Suriye ve Yemen'den getirtilen şii ulema ila İran şiileştirildi ve kendisini şiilerin hamisi ilan etti. Bu süreçte Anadolu'da ki alevi gruplar üzerine nüfuz etme isteğini aktif siyasete çevirdi. Günümüze değin ulaşan Alevi meselesinin temelleri işte bu sürece dayanmaktadır. Bazı akademik çevreler laik anlayışa karşın Cumhuriyet'in tek tipleştirici misyonu gereği kendi kontrolünde bir sünnileştirme ve sünnicilik politikası izlediğini bununda alevi kitlelere olumsuz yansıdığını savunurlar. Sağ sol çatışmalarının yaşandığı dönemlerde istenmeyen hadiseler yaşanmış özellikle 1993 Madımak olayı alevi kitlede derin bir yara olarak kalmıştı. Bundan sonraki alevi sünni tertibi Gazi olayları olmuş ve bu sebeple tehdit altında olduğunu ve mesaj verildiğini algılayan Türk güvenlik bürokrasisi onayıda alınarak Kuzey Irak Çelik Askeri Harekatı sonlandırılmıştı. Günümüzde alevilerin kültür, inanç ve ibadethane konularında isteklerinin karşılanmadığının ifade edilmesi, bazı yörelerde alevi evlerinin işaretlenmeleri mezhepsel bir kargaşanın sebepleri olarak sunulmuştur. Özellikle Alman istihbarat teşkilatı BND'nin aleviler üzerindeki hassasiyeti ve yeni bir alevilik projesi göze çarpmaktadır. Aslında Ortadoğu gerçekten de mezhepsel çatışmaları barındıracak potansiyeldedir ve bu durum Türkiye'de de görülmüştür. Ancak Türkiye'de hiçbir zaman kitlesel manada alevi sünni çatışması yaşanmamıştır. Günümüz postmodern toplumsal düzeninde mezhebi grupların dışa kapalı evlilikleride özellikle büyükşehirlerde kenara bırakılmaya başlanmış, alevi sünni evliliklerinin sayısı artmıştır. Bu durum aslında toplumsallaşmanın en güçlü örneklerindendir.


Laik Muhafazakar İç Savaşı: Meşrutiyet döneminden beri bu hizipleşme görülmektedir. Alaylı mektepli subay çatışması olarak vuku bulan hadiseler Cumhuriyet ile birlikte artık topluma da yayılmıştır.  Özellikle Demokrat Parti'nin 1950'de iktidara gelmesi muhafazakar kitlenin özleminin neticesi olarak yorumlanmıştır. Necmettin Erbakan ile karşıt kitle tarafından selametçileri tanımlamak için siyasi literatüre sokulan Takunyalılar ile laiklerin çekişmeleri 28 Şubat döneminde ayyuka çıkacaktır.  Günümüzde ise laiklik hassasiyeti olan kitle bunu ısrarla gündeme taşımaktadır. Aslında kitlesel olarak bunun ifade ediliş biçimi 2007 süreciyle başlayan Cumhuriyet Mitingleriydi.  Sosyal medyanın da yaygınlaşmasıyla kıyafet tercihinden ötürü saldırıya uğrayanlar ile taciz vakaları, ruhi rahatsızlık veya hukuki bakış açılarının dışına taşınmış laik kesimler kendilerini ezilen ve istenmeyen ancak böyle olsa bile Cumhuriyet'in koruyucaları olan bir nevi sivil askerler olduklarının söylencesini devam ettirmişlerdir. 15 Temmuz süreciyle bu çatışma toplumsal mutabakata dönüşmüş ancak bir müddet sonra yeniden başlamıştır. Laik muhafazakar çatışması hiçbir zaman silahlı ve toplumsal mahiyeti olan eyleme dönüşmemiştir.


Muhafazakar Muhafazakar İç Savaşı: Üzerinde durulmayan bu hususun benzerleri Türk siyasi tarihinde görülmüştür. Muhafazakar parti ve aktörler, genellikle kendi tabanları ile görüşlerinden beslenenlerce hedef alınmış ve tasfiye edilmiştir. Günümüzde irili ufaklı kimi cemaatlerin muhafazakar bir iktidar partisini eleştirmeleri, muhafazakar kimlikleriyle bilinen kişilerin, 28 Şubat dönemini bile hayırla yad etmeleri, muhafazakar cenahtan gelen gazetecilerin farklı ve sert eleştirileri ile iktidar partisinin içerisinden çıkan ve halen etkin olan muhafazakar grupların yeni bir siyasi amaç planlamaları ileriki günlerde muhafazakar muhafazakar çatışmasının ip uçlarını vermektedir.


Ordu Ordu İç Savaşı: Devleti Aliyye tarihinden günümüze intikal eden bir vaka olarak gözükmektedir. Yeniçeri sipahi, alaylı mektepli subay kavgaları her daim görülmüştür. Tarihe 23 Ocak 1913 Babı Ali baskını olarak geçen hadisede hayatını kaybeden 9 kişiden 8'i askerdir. Yine Kurmay Albay Talat Aydemir'in darbe girişimlerinde lokal olarak karacılar ve havacılar çatışmış, Kara Harp Okulu taranmış 8 subay hayatını kaybetmiştir. En yakın tarihli ordu ordu çatışması ise 15 Temmuz girişiminde yaşanmıştır.  Emir komuta zinciri tamamen iğdiş edilmiş, askerler birbirlerine silah doğrultmuş, ateşlemiş, kalkışma karşıtı olanlar uçaklara yakıt vermek istememiş, askeri araçları bozmaya çalışmış, kuvvet komutanları ve Genelkurmay Başkanı bile derdest edilmiştir. 15 Temmuz'un belkide planlayıcıları tarafından en çok arzu edilen tarafı bu çatışmanın oluşturulması olmuştur.  15 Temmuz'dan sonra sivilleşme yolunda birtakım tedbirler alınmaya çalışılmıştır. Ancak cuntalaşma sürecinin şu anda ne olduğu konusunda tam bir veri bulunmamaktadır.


Ordu Polis İç Savaşı: Ne kadar büyük olsalarda hiçbir polis teşkilatı Dünya'nın hiçbir yerinde orduya denk bir güç olamazlar. Hem bu gerçek, hem Türk toplumundaki asker ağırlığı hem de 1990'lara kadar asker kökenlilerin müdür olarak atandığı Türk Polis Teşkilatı'nın tarihindeki bu kodlar polisin orduya karşı saygılı ve mesafeli durmasına sebep olmuştur. Özellikle askeri davalardaki gerginlikler, askerlerin konutlarına polislerin sokulmaları, bu tertiplerin polis teşkilatındaki müdürlerce organize edildiği teorileri asker ve polis arasını açmıştır. 15 Temmuz'da da asker ve polis kitlesel manada birbirlerine silah doğrultmamış kurşun atan ilk taraf olmayı tercih etmemişlerdir.  Aslında Gazi olaylarında tertip edilen askeri polisle karşı karşıya getirme projesi 15 Temmuz ile yeniden tasarlanmış ancak istenmeyen sonuçlar doğmamıştır.


Ordu Halk İç Savaşı: Türk tarihinin hiçbir safhasında ordu halk çatışması görülmemiştir. 15 Temmuz kalkışması ordu halk çatışmasından ziyade canı yanan öfkeli insanların ani reaksiyonları olarak yorumlanmalıdır. Ancak bu durumun kullanılmak istenmesi görülebilir.


Ordu Polis Halk İç Savaşı:  Günün getirdiği gereklilik dahilinde 15 Temmuz günü savaşa varmayan çatışmalar görülmüştür. 15 Temmuz'un belki de gayelerinden bir tanesi bu senaryonun denenmek istenmesiydi.


Ulusal Merciler Küreselciler İç Savaşı: Özellikle Donald Trump'ın başkan seçilmesiyle gündeme gelen ulusalcı küreselci savaşları, kanlı çok büyük hareketlerden ziyade, ekonomik ve siyasi manüplasyonları içeren suikastlerinde dahil olacağı bir süreci Türkiye'de gösterebilir. Bu husus üzerinde Türk güvenlik mercileri ve siyaset bilimcileri yeterince durmamaktadırlar.

Türkiye tarihinde iç savaş yaşamaması bakımından güzel bir talihe sahip olmasının yanında ileriki dönemlerde iç savaş tehlikelerinede maruz kalabilecek ülkelerdendir. Şimdilik bu tehlikenin olasılığı düşük olabilir. İfade edilen senaryolardan Alevi Sünni İç Savaşı dışında, hemen hepsi aynı anda veya bağımsız olarak görülebilir. Coğrayadaki gelişmeler, Türk siyasi hamleleri, sosyal hareketlenmeler, ekonomik faktörler bunun belirleyicisi olacaktır.

13 Nisan 2017 Perşembe

TÜRKİYE'YE KURULAN BÜYÜK TUZAK: EGE ORDUSU KOMUTANLIĞI LAĞVEDİLSİN KOMPLOSU

Onur Dikmeci







Ergenekon, Balyoz, Casusluk kısaca Askeri Davalar olarak adlandırdığımız süreçte sessiz ve derinden işlenen konulardan bir taneside Ege Ordu Komutanlığı idi. Süreci destekleyen birtakım odaklar Orgeneral Hurşit Tolon'unda, Orgeneral Kenan Evren gibi Ege Ordusu komutanlığı yaptığını ve Tolon'un da Evren gibi darbeci ekolden geldiğini işliyorlardı. Teorilerine  göre Ege Ordusu halk nezdinde ki milli ordu değil, darbeci zihniyeti barındıran bir sistemdi ve lağvedilmesi uygundu. Bu teoriyi incelemeden evvel Ege Ordusu'nun kuruluş evresini incelemek gereklidir.


Türkiye'ye oldukça yakın konumda bulunan Akdeniz'in ortasında ki Kıbrıs adası 1877-1878 Osmanlı Rus savaşı daha bilindik tabirle 93 Harbi sonrasında adeta İngiltere'ce el konulmuş stratejik bir yerdi. Ağır yenilgi yaşayan Devleti Aliyye, İngiltere'den yardım istedi ve İngilizler talep ettikleri güvenceye karşılık Kıbrıs'ı geçici süreliğine kiralamak istediklerini bildirdiler. Neticede bir Türk toprağının yitirilmesi 19. yüzyıla dayanıyordu. Tarihi ve kültürü olarak Türkiye'nin adeta uzantısı olan Kıbrıs'ta zamanla Rum yönetimi hakimiyet kurdu ve Türklere karşı sistemli bir yıldırma ve katliam sürecini yürüttü. Bunun üzerine 2 Haziran 1964 günü Türkiye Milli Güvenlik Kurulu adaya müdahale kararı aldı. Ancak İsmet İnönü askerlere direndi çünkü gerekli zamanın gelmediğine inanıyordu. O zamanlar sağlıklı bir çıkarma yapabilecek gemilerin bulunmadığıda belirtilmekteydi. 5 Haziran 1964 yılında ise Abd Başkanı Lyndon Johnson, Türk hükümetine bir mektup göndermişti. Tarihe Johnson Mektubu olarak geçen metinde Türkiye'nin Kıbrıs'a müdahale etmesinin onaylanmadığı, böyle bir durumda Nato teçhizatını kullanamayacağı ve ambargoya maruz kalacağı belirtiliyordu. Bu riskli süreç belkide biraz mecburiyetten  savunmada milli adımların hızlı atılmasını sağladı. 1965'de Milli Savunma Bakanı Esat Işık, Güvenliğimiz yalnızca ikili antlaşmalara emanet edilemez diyerek eleştiride bulunuyor ve savunmada bu tarihten itibaren gerekli girişimler gerçekleştiriliyordu. Rusya ve Mısır gibi ülkelerle askeri anlaşmalar imzalanmış, Kıbrıs'ta Mukavemet Teşkilatı hayata geçirilmişti. Şarlar hazır olduğunda ise Kıbrıs'a müdahale edildi ve bu esnada Nato'dan bağımsız olarak Ege Ordusu kuruldu. Bu sebeple Ege Ordusu halk nezdinde Milli Ordu olarak anılmıştır. Bugüne kadar Ege Ordusu komutanlarına baktığımızda 15 Orgeneralin görev yaptığı görülmektedir.  Turgut Sunalp, Kenan Evren ve Haydar Saltık'ın 12 Eylül sürecinde yer aldıkları ve Ege Ordu komutanlıkları görevlerini bu süreçten evvel ifa ettikleri birer gerçektir. Ancak bu durumun Ege Ordusu'nun darbeci ekolü var ettiği sonucunun çıkarılması bilgisizlik örneğidir. Ege Ordusu, Nato'dan bağımsız kurulmuştur ancak Kara Kuvvetleri Komutanlığına bağlı görev yapmaktadır. Yani Ege Ordusu Komutanlığı görevini yürütenlerden bazılarının sonradan Kara Kuvvetleri Komutanlığını yürütmeleri ya da kara ekolü içerisinde yer almaları doğaldır. Darbelerinde ana omurgasının karacılar üzerinde olduğu bilindiğine göre Ege Ordusu darbeci yaratmamıştır darbe süreçlerinde yer alan bazı karacılar zamanında Ege Ordusunda görev yapmışlardır.  Bunun dışında Ege Ordusu'nda görev yapmış ye yakın siyasi tarihte çok tartışılmış isimler önemlidir. Orgeneral Muhittin Fisunoğlu sonradan Kara Kuvvetlerindeki etkin misyonundan ötürü zehirlenmek istenmiş, suikast önlenmiştir.  Orgeneral Fikret Küpeli çalışmalarından ötürü üstün hizmet madalyasıyla ödüllendirilmiştir.  Orgeneral Hikmet Köksal da Ege Ordu Komutanlığı görevini bir dönem yürütmüş, sonrasında şu anda firari durumda bulunan savcıların yürüttüğü 28 Şubat kapsamında tutuklanmış ve serbest bırakılmıştır.  Ege Ordu Komutanlığı görevlerini yürüten Orgeneraller, Çetin Doğan, Hurşit Tolon, Şükrü Sarıışık, Nusret Taşdeler askeri davalar kapsamında tutuklanmışlardır. Daha sonradan tahliyeler gerçekleştirilmiştir. Askeri Lise Komutanlığı sırasında görev sahasındaki illegal örgütlenmelere göz açtırmayan Orgeneral Doğu Aktulga ise 28 Şubat kapsamında tutuklanmıştır. Ege Ordu Komutanlığı görevini yürüten komutanlardan Hayri Kıvrıkoğlu sonrasındaki Kara Kuvvetleri görevinide başarıyla sürdürmüş özellikle milliyetçi ulusalcı cephenin sempatisini kazanmıştır. Orgeneral Işık Koşaner ise astlarının özlük haklarını koruyamadaığı gerekçesiyle protesto maksatlı olarak 2011 yılında istifa etmiştir. Ege Ordusu'nda görev yapan Galip Mendi'de dönemim komuta heyeti için özel bir isimdir, Korgeneral rütbesindeyken, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ tarafından tutuklu orgeneralleri ziyaret etmekle görevlendirilmiş, Ege Ordusundaki görevinden sonra ise Jandarma Genel Komutanı olmuş ve 15 Temmuz 2016 askeri kalkışmasında derdest edilmiştir. Burada yer vermediğimiz Ege Ordu Komutanlarıda vardır çünkü yazının maksadı Ege Ordusu'nu tanıtmaktan ziyade ordu üzerinden kurgulanan planları açıklamaktır.


Ege Ordusundan sonra Jandarma Genel Komutanlığı görevini ifa edenlerde olmuştur. Bu bilgilerde görüldüğü gibi Kenan Evren dışında fiili bir darbede yer alan komutan  bulunmamakla birlikte tutuklananlar sonradan kumpas olduğu yüksek mahkemece kanıtlanan ve tahliye edilen komutanlar hükmündedir.  Aslında Ege Ordusu lağvedilsin kapmanyalarını başlatan merciler, bunu  genelde Hurşit Tolon üzerinden gündeme getirmişlerdir. Hurşit Tolon ile Malatya rahip cinayetleri arasında bağ kurulmak istenmiştir. Bu cinayetlerin işlendiği 2007 yılı Türk siyasi tarihinde oldukça önemlidir. Hrant Dink'in öldürülmesinden sonra 2001'de hazırlanan Ergenekon şeması yeniden dönemin başbakanına sunulmuş, Ali Fuat Yılmazer İstanbul İstihbarat Şube Müdürü olarak atanmış, Malatya cinayetleri yaşanmış ve Ergenekon soruşturmalarını başlatacak Ümraniye operasyonu yapılmıştır. Yani 2007 yılı milli refleksleri hedef alan bir dönem olarak tanımlanabilir.

Yapay darbe senaryoları adeta bir orduya dayandırılmak istenmiştir. Ege Ordusu armasında Mustafa Kemal Atatürk'ü taşıyan Kara Kuvvetleri'nden sonraki yegane armadır. Ege Ordusunda görüldüğü gibi geneli itibariyle yiğit, disiplinli, illegal örgütlenmelere göz açtırmayan ve tertip maruzu tutuklanan komutanlar görev yapmışlardır. Meselenin bir boyutu böyleyken diğer boyutuda Ege Ordusunun, 1. Ordu Komutanlığı ile tartışmaya açılması yeni konsept olarak tanımlanmıştır. Bazı odaklar bu orduların soğuk savaş ürünü olduklarını ve lağvedilmek gerektiklerini vurgulamışlardır. Numaralı ordu komutanlıklarının soğuk savaş ürünleri oldukları kesinlikle doğrudur. Ancak soğuk savaş konsepti terk edilecekse, yalnızca numaralı ordu komutanlıklarının kaldırılması bir işe yaramaz. Genelkurmay Başkanlığının diğer kuvvetlerede açılması, pofesyonelleşme, teçhizat modernizasyonu gibi meselelerinde çözüme kavuşturulmaları gerekmektedir.  Soğuk savaş konsepti prusya ekolüne dayalı kara öncelikli yapıya Türkiye'de önem vermiştir. Eğer bu konsept terk edilecekse hava ve deniz gücünede önem verilmesi gerekir. Kuzey Kıbrıs kıta sahanlığı ile Türkiye'ye akdenizde hakimiyet sağlarken, Kıbrıs çıkarması sırasında oluşturulan Ege Ordusu'nun lağvedilmesi düşünülemez.


1. Ordu ile alakalı eleştirilerden biride İstanbul'da bulunması ve bu sebeple sermaye çevresine yakın olması sebebiyle 1.Ordu'dan çıkan komutanların Genelkurmay Başkanlığı yolunun açılmasıydı. Bu çok doğru bir yaklaşım değildir. 1. Ordu'da görev yapmayan Genelkurmay başkanları olduğu gibi, 1. Ordu ile diğer kuvvetlerde komutanlık yapmış Genelkurmay başkanlarıda görülmektedir. Yalnızca 1. Ordu'da görev yapmak Genelkurmay başkanlığı için yeterli değildir.
Görüldüğü gibi Ege Ordusu, bağımsız bir güvenlik politikasının ürünü olarak doğmuştur. Ege Ordusu'nun lağvedilmesi bir ordunun dağıtılmasından çok bir gelenek ve duruşun son bulması manasını taşıyacaktır. Bir İngiliz Amiralinin dediği gibi ''Gemi üç yılda inşa edilir, gelenek ise 300 yılda oluşur'' . 1965'den bu yana süren milli savunma ve güvenlik konseptinin ürünü Ege Ordusudur.
Ege Ordusunda görev yapan komutanlardan birçoğununda Jandarma Genel Komutanı olarak görev yaptığını belirtmiştik. Süreçlerde kurumlar arası bağlantılar bulunmaktadır.  Kısa süre evvel Jandarma her bakımdan İçİşleri Bakanlığına bağlandı. Bunda bir sakınca yoktur çünkü Afrika ülkelerinde bile jandarma teşkilatları içişleri bakanlıklarına bağlı görev yapmaktadır. Fakat bu değişiklik aceleye getirilmiş, jandarmanın kıyafet renkleri tartışılacak kadar şekilci bir noktaya indirgenmiştir. Kara kuvvetlerindeki değişiklikler ve jandarmanın durumu, Ege Ordu Komutanlığını da ileride etkileyebilir. Üst kısımda belirttiğimiz gibi Ege Ordusu'ndan sonra komutanlar karada ve jandarmada görev almışlardır. Kara ve jandarma da değişiklikelere gidilerek, Ege Ordusu'nun bundan muaf tutulacağı düşünülemez. Bu hususta Türk Devletine, orduya, Cumhurbaşkanlığına kumpas kurmak isteyecek olan güvenlik ve askeri danışmanlar süretle görevden uzaklaştırılmalıdır.
Eşrf Bitlis suikastinden itibaren sistemli olarak Jandarma'yı yani Türk gerilla kapasitesini hedef alan odaklar, 2007'den itibaren ise Ege Ordusu'nu hedef alarak, Ege Ordusu, Jandarma, 1.Ordu ve Kara Kuvvetlerini listeye yazmışlardır. Hiçbir dış lobi kalabalık bir ordunun İstanbul'da yani batıya yakın yerde bulunmasını istemez. Cia 2030'lara kadar ortadoğu'da etkin bir gerilla savaşı öngörürken Jandarma'yı kendi haline bırakamaz ve Kıbrıs'ı-deniz hakimiyetini hatırlatan Ege Ordusunun kurumsal kişiliğinin devam etmesini istemez.

Lobilerin Türk Güvenlik Konsepti için belirlediği ordu, hava ve deniz gücünden arındırılmış, Ege Ordusu dağıtılmış, 1.Ordu dağıtılmış, Jandarma'nın tasfiye edilmiş ve kara gücünün ise ortadoğu operasyonları ile uyumlu hale getirildiği bir sistemdir. Görüldüğü gibi Ege Ordusu yalnızca Ege Ordusu meselesi değil, 1. Ordu, Jandarma, Kara Kuvvetleri ve Deniz Kuvvetleri ile bağlantılı bir durumdur.


Türkiye'de hava ve deniz kuvvetlerinin etkin olduğu dönemde Balyoz davalarını başlatarak bu kuvvetleri hedef alanlar tutuklamaları ise 22 Şubat'ta çıkartmışlardı. 22 Şubat ise tarihte Kurmay Albay Talat Aydemir'in başlattığı darbe girişimiydi ve neticede idam edildi. Böylelikle 22 Şubat üzerinden orduya darbeci ve idam imasında bulunulmuş olundu. Tabi bu idam iması şahsi idamdan ziyade kurumsal manadaydı. Olaylardaki tarihler ve sembolller çok önemlidir. Kanımızca da Ege Ordusu lağvettirilebilirse, Kıbrıs meseleside lobilerin arzu ettiği şekilde noktalanacaktır. Çünkü Ege Ordusu'nun tarihi bağı da Kıbrıs konusudur. Dolayısıyla bu olayın şifresi budur.