28 Ekim 2016 Cuma

ASKERİ DARBELER: TÜRKİYE'DE YENİDEN ASKERİ DARBE OLUR MU?


Siyasi terminolojide darbe 1990'lı yıllar yani postmodern döneme kadar tek bir tanımı içermekteydi. Üniformalı silahlı grubun yani ekseriyetle ordunun seçilmiş siyasileri tehdit, baskı veya zor kullanma metotlarıyla siyasi kulvardan men etmek suretiyle kısmi ya da genel doğrudan veya dolaylı olarak ülke yönetimini zapt etmek manasındaydı. Postmodern evrede ise darbenin tanımına alt başlıklar eklendi ve ekonomik tetikçilik, siyasi manüplasyon, medyatik eylemler gibi unsurlarında darbe dahilinde değerlendirilmesi gerektiği ortaya çıktı. Türkiye bu sayılan başlıklardan hepsiyle siyasi yaşantısında tanışmış olabilir fakat yapısı gereği en çok adından söz ettiren ve etkisi hissedilen Askeri kulvardaki darbelerdir. Türklerin yaşadıkları coğrafyalar herdaim kalabalık ve sorunlu unsurlara komşuluk yaptığından dolayı askerlik meslekten ziyade bir yaşam biçimi olarak belirlendi. Türklerin geliştirdiği iş kolları ve verdikleri eserlere baktığımızda demircilik, avcılık, kılıç, ok gibi askeri kategoride yer alan meslekler ve gereçler göze çarpar.  Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasi sosyal yapısı İmparatorluk irdelenmeden anlaşılamaz veya eksik kalır. Çünkü bugünler dünün iz düşümleri mahiyetindedir. Şu halde Osmanlı Devleti incelendiğinde Devlet'in başı Padişah'ın İlmiye veya Kalemiye sınıflarına değil Seyfiye sınıfından olduğu görülür. Arapça kökenli "Seyf" kılıç manasındadır ve Padişah kılıç tutanların zümresinde en baştadır. Yani o evvela bir hoca, alim, müderris değil askerdir, Başkomutandır. Devlet mekanizmasında önemli mevkiler işgal eden Beylerbeyi, Vali, Sadrazam, Beylerbeyi, Kaptan-ı Derya seçkin birer askerdirler. Devlet yöneticilerinin sivil bürokrasiden yetiştirilme usulü 19. Yüzyıldan sonra ancak görülür. Yani Osmanlı Devleti asker egemen, militarist ve orducu bir yapıdadır. Devletin her şeyi konumunda bulunan ve Padişah Osman'ın katliyle ilk defa bir denetim mekanizması halini alan ordunun modernizasyonu meselesi Osmanlı'da ele alınmış, devletin kurtuluşunun çaresi ordu modernizasyonunda görüldüğünden yeni askeri mektepler yeni tedrisatlarıyla tesis edilmiş bu durum askeri zümrenin sivil zümreye oranla çok daha eğitimli ve kültürlü bir yapıda olmasını sağlamış ve ordu bu dönemde aydınlanmanın öncüsü olduğu gibi sivil kesimlede arası açılarak giderek ayrıcalıklı hale gelmiştir. Aydınlanmacı ordu Cumhuriyet döneminde ise kışlasına çekilecek fakat kimi zaman rejimin koruyucusu sıfatıyla siyasete müdahale edecektir. Osmanlı Devletinde Yeniçeri ayaklanmaları, devlet adamı ve padişah katletmeleri hatta askerin kendi arasında (Yeniçeri-Sipahi kavgası / Ayrıntılı bilgilere Erhan Afyoncu'nun Osmanlı'da Askeri Darbeler kitabından ulaşılabilir) çatışmaları gözlemlenmekle beraber modernist ilk darbe Sultan Abdülaziz'in tahttan indirilmesiydi. Çünkü bu olaya Harp Okulu ve mektepli Subaylar karışmıştı. Abdülhamid'in tahttan indirilmesi de başka bir modernist darbe olmakla birlikte İttihat ve Terakki'nin çekirdek kadrosunun çoğunlukla askerlerden oluştuğu doğrudur. Fakat bu İttihatçılara özgü bir özellik değildir. Öyle ki İttihat ve Terakki muhalifi Halaskar Zabitan grubu da mevcuttur. Kurtarıcı Subaylar manasına gelen Halaskar Zabitan adından da anlaşılacağı gibi askerlerden oluşuyordu. Yani askerlerden oluşan bir cemiyetin reaksiyoner manada muhalifleri avukatlar, gazeteciler, müderrisler değil yine askerlerden oluşan bir gruptu. Kurtuluş savaşını veren ve Cumhuriyet'i kuran kadronunda ekseriyetle askerlerden oluştuğu görülür. Cumhuriyetle beraber Polis teşkilatıda modernize edildi fakat bu grup asla ordunun yerini tutmadı öyle ki polis müdürleri bile askerlerden atanırdı. Mustafa Kemal Atatürk'ün fevkalade karizmatik bir lider ve başarılı komutan olmasının yanında Fevzi Çakmak'ı Genelkurmay Başkanlığına getirmesi kendisine yönelik bir askeri darbe ihtimalini tamamen ortadan kaldırdı. Zaten Cumhuriyet kurulduğunda da siyasetten orduyu arındırıyordu çünkü kendisine yönelik en ciddi ve örgütlü muhalefetin askerlerden gelebileceğini biliyordu. Cumhuriyet'in ilk ciddi cuntası 1946'da İsmet İnönü'ye karşı kurulmakla beraber İnönü'nün başarılı bir askeri kariyeri çoğu ordu komutanının kendisinin astı durumunda bulunmaları ve doğru siyasi okumaları sebebiyle fiili bir darbe girişimi yaşanmadı. Cumhuriyet döneminin ilk askeri darbesi 27 Mayıs 1960'ta yaşandı ve parlamento fesh edildi. Darbeden iki hafta sonra 38 kişilik bir cunta listesi hazırlanmasına rağmen elbetteki bu askeri müdahale 38 kişinin icraatı değildi çünkü müdahale sabahı ordu neredeyse gövdesi ve bütünüyle darbeye destek verdi. 1962 ve 1963 Kurmay Albay Talat Aydemir'in darbe girişimleri başarısız olmakla birlikte bu girişimlerde özellikle Karacı ve Havacı subaylar karşı karşıya geldi ordu kendi içerisinde çatıştı. 12 Mart 1971 muhtırası bir başka askeri darbe olmakla birlikte parlamento fesh edilmedi fakat ordu siyasete yeniden ağırlığını koydu. 12 Eylül 1980 emir komuta zinciri dahilinde bir darbe girişimi olmakla birlikte 28 Şubat 1997 günü Ankara Sincan'da bazı tankların bakım gerekçesiyle yollardan geçirilmesi postmodern darbe tanımlamasıyla literatürdeki yerini almış oldu .

15 TEMMUZ DARBE GİRİŞİMİ

Artık olmaz, yapılamaz, o devirler geçti gibi cümlelerin  hiçte geçerli olmadığı anlaşıldı. Kimi reklam filmleri bazı köşe yazarlarının aleni darbe imaları ve Genelkurmay bünyesinde illegal grupların yürüttüğü faaliyetler bir askeri kalkışmanın yaşanabileceğinin sinyallerini veriyordu. Nitekim 15 Temmuz akşamıda bu durum fiilen yaşandı. Yalnız bu darbenin Türk Siyasi Tarihindeki darbe girişimlerinden oldukça farklı yönleri bulunuyordu.

A) İlk defa bir askeri darbede Halk askerin karşısına çıktı
B) İlk defa bir askeri darbede asker ile polis çatıştı. Öyleki örneğin 12 Eylül'de Cumhurbaşkanlığı polis komiseri Tacettin Cumhurbaşkanlığındaki polislerin silahlarını toplayarak muhafız alayına teslim etmişti. Oysa 15 Temmuz'da darbeye destek veren polisler olmakla birlikte Emniyet teşkilatı ağırlıklı olarak darbenin karşısında yer aldı
C) İlk defa bir siyasi lider darbeye direnmiş oldu
D) Özellikle 1973 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de Meclis'in üzerinden jetler alçak uçuş yapmışlardı fakat ilk kez 15 Temmuz'da Büyük Millet Meclisi vuruldu
E) İlk kez bir darbe başladıktan sadece birkaç saat sonra engellenebileceği yönünde bir inanç oluştu
F) İlk kez bir darbe ardında bu denli şaibe bırakmış oldu .

Neticede darbe bertaraf edildi. Fakat şimdi akıllarda çok ciddi bir soru varlığını sürdürüyor. Yeni bir askeri darbe olabilir mi ?

ASKERİ DARBE OLUR MU?

15 Temmuz 2016'dan sonra yaşanılan bazı hadiselere değinelim;
1) Komuta kademesinin safı halen meçhuldür ve görevdedirler
2) Darbeden sonra illegal gruplara üye olduğu bilinen Adli Müşavir görevden alınıp başka göreve verildi. Bu durum medyaya yansıdıktan sonra sehven yanlışlık yapıldığı belirtilip şahıs ihraç edildi. Bu olay kurumsal ciddiyetsizliği bir anlamda vurgulamış oldu
3) Darbecilerin haberleşme programı olarak bilinen Bylock'un şu an bazı askerlerce halen kullanıldığı ve bu yöndeki ihbarların karargahça ciddiye alınmadığı vurgulandı
4) Muvazzaf 1700 Albayın bu programı kullandıkları Mit tarafından tespit edildi
5) Darbenin siyasi ayağı hiç konuşulmadı oysa asker sivil işbirliği yaşanmadan darbe olamazdı. Örneğin 27 Mayıs evveli asker Sivil Bakan Şemi Ergin ve ekibiyle yoğun görüşmüştü. 12 Eylül evveli cunta eski asker olmasına rağmen emekli olduğundan sivil hayatta bulunan Fahri Korütürk'e teklif götürmüştü. 28 Şubat döneminde karargah pek çok sivil siyasetçiyi ağırladı. Fakat 15 Temmuz'un siyasi misyonu neredeyse konuşulmadı. Bu durumda tehlikeli bir muamma durumundadır.

Bir anti parantezle belirtmek gerekirki sivil itaatsizlik eylemleri 2013 Gezi parkı olaylarından beri Kırmızı Kitap dahilindedir. Bugüne döndüğümüzde darbe ile alakalı binlerce personel güvenlik birimlerinden uzaklaştırıldı ve şu anda atıl vaziyetteler. Geçmiş yıllarda Emniyet'in İstihbarat ve Terörle Mücadele gibi hassas birimlerinde görev yapan personele ücreti karşılığında Glock marka silah dağıtılmış diğer birimledeki bazı polis memurları bu durumu yargıya taşımışlardı. O zaman bu durum illegal gruplar kendi personelini silahlandırıyor şeklinde yorumlanmıştı. Bu teori tutarlı olmakla birlikte hassas daireleri elinde bulunduran illegal gruplar ihraç edilmiş kimi personeli kurum envanterinden çalmak suretiyle silahlandırabilir. Tank ve ağır silahların şehir merkezlerinden taşınmalarıda birşey ifade etmez çünkü yeni bir askeri darbe piyade sınıfından gelebilecektir. Pentagon eski danışmanı E. Lutwak'a göre darbenin oluşması için bazı koşullar vardır. Bunlar şu şekilde sıralanabilir
1) Siyasi kriz
2) Askeri başarısızlık
3) Ekonomik kriz

Gerçektende bununla uyumlu olabilecek bir rapor kısa süre evvel Kriz Grubu tarafından yayımlandı ve Türkiye'nin ekonomik olarak zedeleneceği belirtildi. Hatırlanacaktır ki kimi kredi derecelendirme kuruluşları Türkiye'nin kredi notunu düşürdüler. Terör eylemleri hız kazanırken, Musul operasyonu konusunda Türkiye'nin siyasi ve askeri bir başarısızlığı için bazı gruplar ittifaklarını oluşturdular. İşte bu tablo tam da Lutwak'ın çizdiği ile uyumlu. Bu kaotik durumları yaşayan Türkiye'de baş gösterecek "silahlı" bir sivil itaatsizlik eylemide sıkıyönetim ilan ettirmeye yönelik olabilir. Ordu Polis Özel Güvenlik ihraç edilmiş ve açığa alınmış kabaca 200,000 kişilik ve eli silah tutan bir grubun varlığı pek ürkütücü görülüyor. Ordunun bel kemiği olan Uzman Çavuş ve Astsubaylar sivilden temindir ve General ile Albay seviyesinde bile bu denli güçlü olan illegal örgütün, çok küçük rütbeli subaylar ile Uzman Çavuş, Astsubay gruplarındaki etkinliği anormal oranlarda olabilir. Yani muhtemel bir askeri kalkışma piyade sınıfının yanında Uzman-Astsubay-Teğmen Üsteğmen Yüzbaşı rütbelerinden müteakip olabilir. Bunun Türkiye siyasi tarihinde de yeri vardır. 1960'larda Teğmen Üsteğmen ve Yüzbaşılardan oluşan askerler Belçika Klübü adıyla cunta oluşturup askeri darbe tertiplemişlerdi.

NASIL BİR ORDU? DARBE NASIL ÖNLENİR

Pratikte geçerliliği zayıf olsa da ordunun bulunduğu her ülkede askeri darbe ihtimali vardır. Tabi bu zihniyetteki askerlerin eğilim ciddiyetleri ve sayıları önemlidir. Türkiye'ye baktığımızda 15 Temmuz darbesinin tedirginliği ve ihtiyatıyla ordu ile alakalı bazı yeni kararlar isabetliyken bazıları meçhuldür. Askeri Liselerin kapatılmaları, Milli Savunma Bakanlığının sivilleşmesi yerinde ve doğrudur. Fakat Harp Okullarının kapatılmaları yerine bu okullara belirlenen süre öğrenci alımlarının durdurulmaları yeni bir sistemle eğitim öğretim hayatlarına devam etmeleri uygundur. Okullarda sivil öğretmen ve başarılı sivil öğrencilerde yer almalı sivil öğrencilere askeri okullarda daha çok yüksek lisans doktora hakkı tanınarak asker sivil kaynaşmaları sağlanmalıdır. İllegal örgüte üye olduğu yönünde ihbar alınan askerler hakkında soruşturmalar ciddi ve ivedilikle sürdürülmelidir. Çoğu kesim tarafından meşruiyetini kaybettiğine inanılan komuta kademesi değiştirilmelidir. Orduevleri Tsk mensubu memur ve işçilere de açılmakla birlikte böylelikle subay ve generale uygulanan kast sistemi delinmeli onlarında birer insan oldukları imajı pekiştirilmelidir. Asker hastane ve askeri mahkemelerin kapatılması yanlış olmakla beraber bunlar üzerlerindeki denetim mekanizmaları işlevsel hale getirilmelidir.
Yasal düzenlemeler lüzumludur fakat hiçbir düzenleme tek başına darbeyi önleme konusunda yeterli değildir. Bu kurumsal eğilimden de çok halkın demokratik bilinç seviyesiyle orantılıdır. Yani sivil toplum anlayışı, muhalefet kültürü ve farklılıkların zenginlik telakki edildiği bir düzende darbe olmasıda darbe olsa bile başarılı olabilmeside mümkün değildir .

24 Ekim 2016 Pazartesi

KIYAMET SAVAŞLARI: KÂBE VURULDUĞUNDA


(Bu yazı; ''Musul ve Kıyamet Savaşları'' (http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2016/10/musul-ve-kiyamet-savaslari.html) adlı çalışmanın devamı mahiyetindedir.



İnanç en kuvvetli silahtır. Öyle ki bir inancın doğru olup olmamasından daha önemli ve etkili husus inanılan için neyin ne kadar göze alınabildiğidir. Bu bağlamda en önemli inanç enstürmanı dindir ve insanların çoğu hayatlarını dini akidelere göre şekillendirirler. İnsanların topluluk halde yaşamaya başlamasından beri bu toplulukları yönetebilmek için yalnızca baskın bir kabile şefi ya da keskin kılıç ustasıı olmak yeterli değildi. Karizmatik bir etki ancak göksel bir kaynakla yaratılabilirdi. Hükümdar Tanrı veya Tanrıların temsilcisi konumunda olursa otoritesi sorgulanamazdı. Örneğin Roma İmparatorluğunun kurucusu Romellius olmasına rağmen çoğu tarihçiye göre İmparator Numa çok daha önemli bir şahsiyettir. Bunun sebebi ise Numa'nın bir rahipler sistemi kurması kendini baş rahip ilan edip kutsal kitabını kaleme alması ve Tanrı'nın temsilcisi sıfatıyla halkı yönetmesidir. İbrani kültüründe Kohenler önemli yer tutarlar. Baş Kohen Tanrı'dan vahiy alır. Kohenlerin görevleri din ile sınırlı olmayıp mahkeme ve tıp olmak üzere her mevkide üst seviyeyi işgal ederler. Bu durum Mısır'da ki Amon Ra rahiplerini andırır. Devlet içinde devlet olan rahiplerin başı Kralın vekilidir. IV. Amenofis rahiplerin neredeyse devletle eş konumlarından rahatsız olmuş ve etkilerini ortadan kaldırmak için tek tanrılı bir sistem kurmuşsada başarılı olamamıştır. Rahipler bir süre sonra eski konumlarına kavuşurlar. Paganist dönemin benzerlikleri Semavi evrede de görülür. Papa Tanrı'nın vekili olduğundan kararları sorgulanamaz. Türklerin İslamiyeti ilk kabulüyle heterodoks bir yorumu uygularken sonraki yıllarda yerel kültürlerin etkiside adeta islami bir ruhban sınıfı yaratmış ve ulama ile tarikat liderleri imparatorluk döneminde imtiyaz kazanmış ayrıcalık Cumhuriyet döneminde de inşli çıkışlı olarak devam etmiştir. Dinler kutsal, din adamları veya sınıfları imtiyazlı olduklarına göre dinlerin imtiyazlı meskenlerinin bulunmaları da çok olasıdır. Örneğin Hristiyanlar için Cehennem Kilisesi, Yahudiler için Ağlama Duvarı kutsalken müslümanların ekseriyeti için İbrahim Peygamberin inşa ettiğine inanılan Kabe önemlidir. İnsanlar ritüellerini yaşamak uğruna kimi zaman maddi ve manevi zorlukları göğüslemekten çekinmezler. Çünkü inanmak bunu gerektirir.
Dinlerin mezhep denilen kollara ayrılmalarıyla itikadi saflar keskinleşmiş dinin bütünsel manada önem atfettiği sembol ve kavramlarda o mezhebin gereklilikleri doğrultusunda değişmiştir. Örneğin Humeyni kendi slogan ve resimlerini Kabe çevresinde fanatik gruplara belletmişti. Kısa süre evvel ise İran dini lideri Hamaney, şiilere Kabe yerine Necef'e gitmelerini tavsiye etti. İran usulca Kabe mevzuundan sıyrılmaya başlamıştı. Çünkü Necef'in olduğu Irak artık İran'ın arka bahçesi durumundaydı. Saddam Hüseyin zamanında şiiliğin merkezini Necef'ten İran Kum kentine taşıyan İran şahinleri için artık Necef askıya alınacak yer değildir. Çünkü Necef artık İran'ın kontrolüne girmiştir. Kabe harici gruplarla birlikte şiiler içinde önemini kaybetmeye başlamıştır.

 Neden Kabe? Hangi yöntemlerle? Birinci dünya savaşında konjonktorel durum çok hassastı cihan harbinin çıkması bir kıvılcıma bağlıydı. Avusturya Macaristan veliahtı vuruldu savaş başladı. Aynı durum ikinci dünya savaşı içinde geçerliydi. Polonya vuruldu savaş başladı. Şimdi ise Ortadoğu merkezli dünya savaşı için zemin giderek ısınıyor. Son kıvılcım Kabe'nin vurulması olacaktır. Pekiyi Kabe'yi kimler vuracaktır? Elbetteki bu iş taşeron müslüman görünümlü örgütlere devredilecek. Şii literatürünün Kabe'den uzaklaşması ve yabancılaşması, Terör örgütü Işid'in Kabe'yi vurmakla tehdidi bunun açık göstergesidir.

 MUSUL OPERASYONU SUUDİ ARABİSTAN VE KÂBE OPERASYONU ARASINDAKİ İLİŞKİ

Kısa süre evvel başlatılan Musul operasyonu çok uzun yıllı geçmişe dayanır. Evet operasyon yenidir fakat stratejik akıl bunun planını seneler evvelinde kurmuştur. Soğuk Savaş olmasa din siyaset kaynaşması bu kadar yoğun olamazdı. Sovyetler Birliği Afganistan'a asker çıkarmasa Taliban ve El Kaide doğmazdı. Saddam Hüseyin İran ile harp ettirilmese Ortadoğu kaynaklarını büyük ölçüde tüketmezdi. Irak işgal edilip Saddam Hüseyin idam edilmese terör örgütleri Işid'e evrilmezdi. 6 Tümen Irak askeri elleriyle 400 kişilik Işidliye Musul'ü vermese bugünki operasyonda yaşanmazdı. Musul'ün demografik yapısı Sünni ağırlıklı olmakla beraber operasyon sırası ve sonrasında yepyeni bir sünni şii, arap Türk kürt savaşı çıkartılmak istenmektedir. Bunun işaretlerinden bir tanesi Musul eski Valisi Esil Nuceyfi hakkında tutuklatılma kararı çıkartılmasıdır. Diğer bir işaret ise bu operasyona paralel kısa süre evvel Abd’nin 11 Eylül saldırılarıyla ilgili Suudi Arabistan’a dava açılmasını öngören yasa tasarısının Senatodan geçerek yasalaşmasıydı. Gerilen Abd Suudi Arabistan ilişkilerinin neticesi Suudi Arabistan’ın dağılma süreci ve sonrasıyla son bulacaktır. Suudi Arabistan'da Sünni Şii ve Vehhabi olarak en az üçe bölünecek petrol bölgeleri; Berrri, Gavar, Abgagik ve Sefaniye şii nüfus ağırlıklı olduğu için bu gruplara tahsis edilecektir. Yani Musul savaşı ile Suudi Arabistan iç savaşı arasında güçlü bir bağ kurulmuştur. Arap Baharı denilen hadise yaşandığında Bahreyn ve Birleşik Arap Emirliklerindeki şii ayaklanmalara Suudi Arabistan doğrudan müdahil olmuş ve hemen ordusunu bu ülkelere sokup merkezi yönetimlerini desteklemişti. Çünkü etnik ve dinsel açıdan çok hassas durumda bulunmaktaydı. İşte bu zaaf lobiler tarafından kullanılacaktır. Batı merkezli stratejik akıl Ortadoğu'da asla bir mezhepin ezici güçte olmasını istemez. Şimdi şii hilali ile İran'ın önünü açarken bu doğrultuda vehhabi selefi grupların ve terör örgütlerinin güçlenmesine sebebiyet verir. Çünkü her tez bir anti tezi besler. Tez; şiiliğin yükselişi ise anti tezi anti şii gruplarında terörize yapılarının kuvvetlenmeleridir.  Aynısını şiilerin azınlıkta bulunduğu mevkilerde  ise selefi harici örgütlere yaptırarak şii militanların militarize eğilimlerini kuvvetlendirir ve İran'ın şahin politikası keskinleştirirler. Yakın geçmişte Kabe'nin 1979 ve 1987'de iki kere saldırıya uğradığı ve bu saldırılardan ilkinin Mehdi iddalığı ikincisinin ise şii gruplara servis ettirildiği düşünülürse yeni saldırı yine müslüman iddialı gruplara yaptırılacaktır. Şii sünni haricilerin kapışmasında özellikle şii ve harici terör örgütleri kendi eylemlerini kendilerince gerekçelendirerek Kabe'yi vuracaklardır. Bu ise eskisinden çok daha büyük bir kaos yaratacaktır. Birincisi kaynakların insan popülasyonuna dağıtılması bir bilimdir. Ve kaynakların kıtlığı artan nüfusa yetemeyecek niteliktedir. Bu sebeple  nüfusun azaltılması sağlanacaktır. İkincisi küresel şirketler anormal oranda büyüyeceklerdir. Bir şirketin bir adla mayın başka ad altında ise tıbbi malzeme ürettiği düşünülürse kan ve kaos kâr demektir. Ortadoğu merkezli kâr pastası büyüyecektir. Diğer husus ortadoğudan göç hadisesi artacak, insanlar gen, tıbbi çalışmaların kobayı yapılmış olacak yeni postmodern bir köle pazarı oluşturulacaktır. Bir diğer husus seküler kesim din savaşları neticesinde dine muhalif ya da kayıtsız bir mizaca büründürülecek dini grupların ise şiddet ve tahrif eşiği yükselecektir. Dinlerin ortadan kaldırılmaları bu planlar dahilindedir.



 TÜRKİYE VE KIYAMET SAVAŞLARI

Bütün bunlar yaşanırken Türkiye'nin kaotik düzenden ayrı kalması düşünülemez. Türkiye bu düzeni engelleyebilir mi? Buna cevap verebilmek oldukça güç fakat Ortadoğu savaşlarından en az hasarla çıkabilmekte bir başarı unsurudur. Türkiye asker ve istihbaratçılardan oluşan bir tugaylık bir birimi mutlaka dış operasyonlar için ayırmalıdır. Farklı ülkelerde üs kurma eğilimlerini hızlandırmalı, yumuşak güç faaliyetlerini layıkıyla yürütmelidir. Lobi faaliyetleri neredeyse bütünüyle legal görünümlü illegal gruplara havala edilmişti. Bunun ceremeleri bugün dahi çekilmektedir. Nükleer tesisi bulunmayan Türkiye bu konuda isteğini somut girişimlere çevirmelidir. Din mitoloji ve halklar bilimi çalışmaları için resmi birim tesis edilmelidir. Yani yeni bir güvenlik politikası ileriden savunma stratejisi ve liyakatın yanında en az onun kadar önemli güvenilir insanlardan müteşekkil edilecek güvenlik bürokrasisinin tesisi ile Türkiye pek çok olayın seyrini değiştirebilme kabiliyetine sahip olabilir.

20 Ekim 2016 Perşembe

JANDARMA NASIL VE NEDEN TASFİYE EDİLDİ?



Fransız kaynaklarında ‘Silahlı Adamlar’ manasına gelen ‘Gendermarie’  XIV. Louis zamanında Fransız kralının muhafız kıtası olarak kullanılmaktaydı. Krala bağlı olup sarayı korumakla görevli olan jandarmanın Avrupa’da ilk doğduğu ülke Fransa’dır. Zamanla Fransa’da genel asayişi sağlayabilmek için daimi ve paralı askeri birimin kullanılması gerektiğinden jandarma ve benzeri teşkilatlar; Fransa geneli ile Avrupa kıtasında kullanılmaya başlanmıştır. Türk güvenlik sistemi incelendiğinde ise askeri statülü kolluğun binlerce yıllar evveline uzandığı görülmekle beraber Subaşı olarak tabir edilen ve asayişi sağlamakla görevli askerler göze çarpmaktadır. Geleneği Türk İslam medeniyeti evveline dayanan askeri statülü kolluk jandarma adıyla Osmanlı Devleti zamanında özellikle cihan harbinde firarlarla mücadele etmede kullanılan asli unsur olmuş ve kurumsal yapısı tanımlanmıştır. Bu devirde Umum Jandarma Komutanlığı olarak adlandırılan birim askeri talim ve terbiye bakımından Harbiye Nezaretine diğer görevleri dolayısıyla Dahiliye Nezaretine tabiydi. Cumhuriyet döneminde ise yeni kabul edilen jandarma kanunuyla Binbaşı ve yukarı rütbeliler İçişleri Bakanı’nın önerisi üzerine Cumhurbaşkanı’nın onayı ile atanmaktaydı. 1937 yılındaki jandarma kanunundaki ilave ile de, jandarma subaylarının geçici olarak valiliğe, kaymakamlığa ve nahiye müdürlüğüne vekaleten atanmalarına imkan sağlanmıştı. 1961’de jandarma bölge komutanlıklarının kurulmasından sonra jandarma komutanı 1982 Anayasası ile Milli Güvenlik Kuruluna dahil edilmişti. 1980’lerin ortalarından itibaren düşük yoğunluklu harp hususunda adeta uzmanlaşan jandarma, terörle mücadelenin bel kemiğini oluşturdu. Bu önemli askeri birim uzun yıllar öncesinden itibaren sistemli olarak yıpratılma ve sindirme fiiliyatlarına tabi tutuldu. Çünkü Jandarma’nın tasfiyesi Türk güvenlik bürokrasisinde telafi edilemeyecek bir yara açacak bu durum ise Türkiye’nin zayıflatılmasına olanak verecekti.

 ADIM ADIM JANDARMA’NIN TASFİYESİ
Jandarma'yı etkisizleştirme ve tasfiye operasyonları 1990'lardan itibaren başlamıştı. Çünkü Jandarma askeri statüsü olmasına rağmen genel kolluk hüviyetinde bir birimdi envanteri ise Nato'ya kayıtlı değildi. Ayrıca gerilla savaşında uzmanlaşan Jandarma ülkesel  meselelere milli güvenlik temelli çözüm üretme noktasında etkin olmaya başlamıştı. Bunu izah edecek en ideal örnek Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis'in dönemin siyasi komutasıyla uyumlu ve kürt sorunu ile alakalı milli bir proje geliştirilmesiyle ilgili stratejisiydi. Bitlis, Çekiç Güç'ün terör örgütü pkk'ya yardım ettiğini raporlamakla kalmadı kürt meselesinin iç kulvarda çözümü için gayret etti ve o dönemki Barzani ekolünü tasfiyeyi düşündü. Fakat çok geçmeden Jandarma nezdinde Bitlis, suikast olduğu bugün neredeyse yüzde yüz ispatlanan bir uçak arızasında hayatını kaybetti. Zaten bir müddet sonra kürt meselesei ile ilgili planda uygulanamadı. Jandarma özerk operasyonlarla adından Beyaz Enerji vakasında da gösterdi. Buna göre yolsuzluk yapıldığını belirleyen Jandarma hiçbir baskıya boyun eğmeden operasyonlarını genişletti. Bu durum dönemin siyasilerinin canını sıktı ve siyasiler " Operasyonu Jandarma yapıyor bilgimiz yok" cümleleriyle şikayetlerini kamuoyu nezdinde paylaşmaya başladılar. Büyük telkin ve görüşmelerden sonra operasyonlar ancak durdurulabildi fakat Jandarma bazı mercilere göre haddini aşmaya başlamıştı. O tarihlere paralel Ab ilerleme raporlarında Jandarma Türk hükümetine şikayet edilmekte bir takım yasal düzenlemeler talep edilmekteydi. İlerleyen yıllarda özellikle büyük şehirlerde Jandarma yetkilerini Polise devretmeye ve Jandarma sorumluluk alanları daraltılmaya başlandı. 2006 Şemdinli Umut Kitabevi bombalanması vakasıyla alakalı olayı inceleyen savcı iddianamesinde Jandarma Orgeneral Fevzi Türkeri’yi hedef gösterildi. Jandarma'nın yıpratılma süreci yeniden başlatılmış oluyordu. Yıllar sonra yüksek yargı mercilerince uydurma bulgularla delillendirildiği ve geçersiz olduğu belirtilen askeri davalar sürecinde iddianamelerde Jandarma Orgeneral Şener Eruygur Jandarma teşkilatını polise alternatif kullanmakla ve darbecilikle itham edildi. Oysa Jandarma zaten genel kolluktu ve sorumluluk sahasında elbette polisin yetkilerine haizdi. Askeri davalarda "Kıskaç" isimli gizli tanığın ifadeleriyle varlığı meçhul Jitem adlı yapının kurucuları olarak Jandarma Orgeneral Teoman Koman ve Jandarma Orgeneral Aydın İlter'in isimleri belirtildi. Jandarma Albay Hasan Atilla Uğur darbecilik, Kayseri Alay Komutanı Jandarma Albay Cemal Temizöz ise işkence, faili meçhul, darbe gibi ithamlarla tutuklandılar. Bu somut örneklerden son otuz yılın tablosuna baktığımızda; Orgeneral Eşref Bitlis, Orgeneral Adnan Doğu, Orgeneral Aydın İlter, Orgeneral Teoman Koman, Orgeneral Fevzi Türkeri, Orgeneral Şener Eruygur, Tuğgeneral Ali Aydın Tuğgeneral Veli Küçük, Tuğgeneral Bahtiyar Aydın, Albay Cemal Temizöz, Albay Hasan Uğur, Albay Abdülkerim Kırcı, Albay Kazım Çillioğlu, Albay Rıdvan Özden gibi isimlerin üç özellikleri mevcuttur. Bunlardan birincisi bu isimlerin her biri muvazzaf ve yüksek rütbeli birer askerdirler. İkincisi bu isimler ya şüpheli tertiplerle öldürülmüş, ya tutuklanmış hedef gösterilmiş, ya da intihara sürüklenmiştirler. Üçüncüsü ise bu isimlerin tamamı JANDARMA PERSONELİDİRLER . Jandarma’nın tasfiyesi yalnız bu vakalarla sınırlı kalmadı. Ast personelin gözünde birer idol jandarma’nın genel hüviyeti içerisinde ise son derece faydalı olan personel birer birer pasifize edilirlerken illegal bazı örgütlerin mensuplarıda jandarma teşkilatına sızdırıldı. Çünkü jandarma askeri, adli ve mülki yetkilere sahipti. Bunun dışında komutanı Milli Güvenlik Kurulu üyesi olduğundan teşkilat devlet yönetiminde söz sahibi oluyordu. Polisten farklı olarak ağır silahlara sahipti ve olağan üstü durumlarda Kara Kuvvetlerine bağlı olarak görev yaptığından bu birimin vurucu gücü konumunda olacaktı. Bu sızmalar gerçektende jandarmayı tahrip etti öyleki 15 Temmuz darbe girişimiyle Jandarma binası darbecilerin karargahı olarak kullanıldı. Birim yara aldığı gibi kurumsal itibarıda sarsılmıştı. Darbeden sonraki süreçte jandarma bütünüyle İçişleri Bakanlığına bağlandı.

 JANDARMA NASIL BİR KURUMSAL YAPIYA
DÖNÜŞTÜRÜLMELİDİR?
Jandarma bütünüyle İçişleri Bakanlığına bağlanmadan önce ilk olarak sınırlardaki görevini Kara Kuvvetleri’ne devretmiş sonrasında askeri statüsünü korumakla beraber İçişleri Bakanlığı’na bağlanmıştı. Bu durum uzun süre eleştirildi. Dünya’daki örneklerine baktığımızda 56 ülkede jandarma ve benzeri askeri statülü kolluk  bulunmakta olup teşkilatların tamamı İçişleri Bakanlıklarına bağlı olarak görev yapmaktadırlar. Şili’de tüm ülke jandarma sorumluluk sahası içindeyken Azerbaycan, Kırgızistan ve Kazakistan’da İçişleri Bakanı’nın yetkilendirilmesi durumunda yine bütün ülkede görev yaparlar. İtalya’da ise bölge kısıtlaması olmamakla birlikte ihbarı alan ilk kolluk birimi olayla ilgili çalışmalarını sürdürmektedir. Bu uygulamalara baktığımızda Türkiye’nin askeri sosyolojik perspektifide dikkate alındığında jandarmanın genel kolluk olarak sürekliliğini koruması önemlidir. Profesyonelleşme iç güvenlik ile alakalı bir teşkilatın temel doktrini olduğundan jandarma bünyesine hiçbir surette erler kabul edilmemeli orta vadede ise yükümlülerin hiçbiri jandarma bünyesinde görev yapmamalıdır. Kapatılan Uzman Çavuş okulu yeniden açılarak jandarmanın asli kaynağı uzman çavuş yetiştirilmesine devam edilmelidir. Jandarma teşkilatının idari yönden İçişleri Bakanlığı’na bağlanmasında bir sakınca olmamakla birlikte, jandarmanın itibarının korunması ve manüplasyonlardan uzak tutulması sebebiyle Generaller ve İl Alay Komutanları askeri silsileye göre atanmalıdırlar. Jandarma komutanının da Mgk üyeliği devam ettirilmeli, Genel Komutanlık her daim Orgeneral rütbesindeki bir askerce icra edilmelidir.

 SONUÇ
Jandarma bazı kesimlerce milli ordu olarak nitelendirilmektedir. Eski bir kurumsal kültürü bulunan bu ordu özellikle düşük yoğunluklu harp konusunda uzmanlaşmıştır. Pentagon raporları 2014-2026 yılları arasını Ortadoğu coğrafyasını bir gerilla harbinin merkezi olarak tanımlaması ve bu coğrafyanın gerilla harbinde en başarılı birimi olan Jandarma Teşkilatının uzun yıllardan beri sistematik olarak baskı, yıpratılma ve zedelemeye tabi tutulması jandarma ile milletin arasını açmakla kalmamış bu birimin etkinliğinede set çekmiştir. Terörle mücadelenin asli unsuru Jandarma’nın tasfiyesi Türkiye’nin terörle mücadele başarısını sekteye uğratacağı gibi askeri üniformanında ağırlığını düşürür. Artık yapılması gereken ulusal güvenlik politikalarının yeniden tanımlanmasıyla beraber siyasi iradeye bağlı fakat sorumluluk alanlarını ve eski etkinliğini korumuş jandarmanın tesis edilmesidir.

18 Ekim 2016 Salı

1977 ORGENERAL ERSUN TASFİYESİ İLERİKİ ASKERİ DARBELERİN HABERCİSİ

Gündelik siyasi konuların ve geleceğe ait siyasi bakış açılarının sağlıklı bir biçimde yorumlanabilmesi yakın ve uzak tarih muhteviyatına sahip genel tarih okumalarının idrakiyle mümkün olmaktadır. Çünkü toplumsal olayların laboratuvarı tarihtir ve toplumların alışkanlıkları, yaşam biçimleri ve tutumları ile bürokratik yapıları iyi tahlil edilebilirse toplumların karşılaştığı/karşılaşacağı gelişmeler aynı veya ne denli farklı olsada husule gelebilecek neticede isabetli oranda saptanmış olacaktır. Yani tarihte tekerrür yoktur fakat siyasi zeminler ve toplumlar ne denli değişiklik gösterselerde geçmiş ile bir bütünlük dahilindedirler böylelikle neden sonuç ilişkilerine dayanarak bütüncül bir perspektif ortaya koyulabilir. Siyasi olaylar birbirlerine benzerler, 15 Temmuz darbesi ile benzerlik gösteren en yakın tarihli vaka 1977 Kara Orgeneral Namık Kemal Ersun tasfiyesidir. Şimdi bunu izah etmeye çalışacağız.
Kısa süre evvel Ergenekon Balyoz yani Askeri Davalar neticesinde pek çok asker tasfiye edilmişti. Bu uzun süreçten sonra davaların uydurma belgelerle delillendirildiği yüksek mahkemece karara bağlandı. Pekiyi bu tasfiyeler neden gerçekleştirildi? İşte yakın tarihli benzer vaka 1977 Orgeneral Ersun hadisesinin incelenmesiyle makul bir yanıt verilebilir. Kaosun eksik olmadığı ve anarşinin tırmandığı 1970'li yıllar Gladyo yapılanmasının tezahürüydü. Soğuk Savaş konseptinde Nato tarafından hemen her Nato ülkesinde oluşturulan gizli ve paramiliter yapılar Türkiye'de de 1952'den itibaren kendisini gösterdi. Suikast, itaatsizlik, cinayet, kriz gibi vakaların kumanda merkezi olan Gladyo, Nato konseptine uygun olarak ülkeleri istediği gibi şekillendirdi. Konumu itibariyle oldukça önemli bir kuşakta bulunan Türkiye'de Gladyo eksik olamazdı, olmadı ve etkinliğini tırmandırdı. 12 Mart 1971  askeri muhtırasıyla şekillendirilmeye çalışılan Türkiye'den istenilen verim alınamadı. Çünkü 1965'den itibaren milli ordu sanayisi ve göreli özerk dış politika ilkesini benimseyen Türkiye kısmen raydan çıkmıştı. 1971 Muhtırasıyla buna bir anlamda çekidüzen verildi fakat Nato'ya rağmen Kıbrıs çıkarması ve şahlanan ulusal gurur neticesinde bağımsız ulusal politika beklentisi o zamanın Üst Aklının planlarının dışındaydı. Bu sebeple toplumsal olaylar tertip edildi 1 Mayıs 1977 Taksim meydanı saldırıları ve Bülent Eecevit'e suikast girişimi en önemlilerindendi. İşte o zamanın hükümeti şaşırtıcı bir cesaretle bu olayların tertibi olduğu gerekçesiyle Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Namık Kemal Ersun ve 850 subayı Yüksek Askeri Şura kararlarını beklemeden ihraç etti. Ersun'un bu olaylarla ilgisi var mıdır yok mudur veya Gladyo'ya hizmet eden bir görevli midir bilinmez. Fakat darbeci militarist eğilimleri olduğu siyasi tarihçe sabittir. Pekiyi Ersun'un tasfiyesi neye yol açmış oldu? 1980 askeri girişimi başka bir komuta heyeti tarafından gerçekleştirilmiş oldu. Ersun çok önemli bir konumdaydı fakat darbe gerekçesiyle tasfiye edilmesine dış odaklarda ses çıkarmamışlardı. Bunun en somut göstergesi Ersun'un Askeri Yüksek İdare Mahkemesince göreve iade edilmelidir kararına rağmen, Genelkurmayca bu kararın uygulanmamasıdır. Yani Ersun başarılı olamayacaktı olsa da Genelkurmay'ın topyekün desteğinden mahrum kalacaktı. Dünya'nın hiçbir yerinde 850 subay ve  ufak uzantılarıyla bir darbenin başarılı olması mümkün olamazdı.
Bu vaka bizlere Askeri davalarla şaşırtıcı benzerlik gösteren bir durumdur. Askeri Davalar; Ergenekon Balyoz vs ile sosyal yaşantıda keyifli, eğlenceli veya dingin hayata düşkün mesleki yaşantı olarak ise fevkalade disiplinli ve profesyonel olan askerler bir darbeye karşı veya isteksiz zümreyi oluşturacaklardı. Bu sebeple tasfiyeleriyle ordu eskisinden daha militarize bir mizaca büründürüldü. Ersun'un tasfiyesi ile de daha kapsamlı ve planlı bir askeri darbe oluşturuldu. Ersun darbe eğilimli fakat fevri ve duygusal bir kişiydi. Emeli anti komünist Bir Türkiye tahayyülüydü ve bunun sağlıklı bir ekonomik ve siyasi derinliği yoktu. 15 Temmuz darbesine baktığımızda da bunun uzun zamandır ve oldukça profesyonel bir biçimde tasarlandığını gördük. Ersun tasfiyesi Evren Cuntasına yol açtı, askeri davalar neticesindeki tasfiyelerle 15 Temmuz cuntası oluştu, 15 Temmuz tasfiyleri ile başka cunta veya cuntalarda oluşabilir mi? Burada vurgulanmak istenen tasfiyelerin neden yapıldığı değil, yanlış veya eksik yöntemler izlenerek başka grupları avantajlı konuma yükselttiğidir.

ASKERİ TASFİYELER VE ASKERİ DARBELER

Esasen ordunun bir kanadındaki tasfiye başka bir kanadının güçlenmesine yol açmıştır ve Türk siyasi tarihi bunun örnekleriyle doludur. Abdülhamid muhalif subayları tasfiye eder fakat mektepli subayların darbesine engel olamaz. Cumhuriyet tarihin ilk ciddi cuntası 1946'da İsmet İnönü'ye karşı oluşturulmuştur. Mani olmak için 1949'da Ordu Savunma Bakanlığına bağlanır ve 1950'de büyük çaplı tasfiyeler gerçekleşir. Fakat 1960 yılında başka bir klik yönetime el koyar. O dönemlerde kızağa çekilmiş olan Kurmay Albay Talat Aydemir ise 1962 ve 1963 yıllarında darbe girişiminde bulunmuştur. Sosyalist cunta gerekçesiyle 9 Martçı olarak anılan subaylar tasfiye edilir. Fakat bu sefer 12 Mart'ta başka bir cunta yönetime el koyar. 1977'de Ersun ve ekibinin tasfiyesi başka bir kliğin önünü açarken, askeri davalar ile 15 Temmuz cuntasının önü açılmıştır. 15 Temmuz sebebiyle tasfiyelerin olması doğaldır fakat yine olması gereken seyir aşılmıştır.
1) Askeri ateşeler arasında çağırıldığı halde yurda dönmeyen veya bulunduğu ülkeye iltica edenler vardır. Askeri ateşeler ile yurt dışı görevli askeri personel üzerinde yeterince durulmamaktadır.
2) Darbe içerisinde yer aldığı belli olan eski adli müşavir bir süre sonra başka göreve atanmış, kamuoyunda bu haberin paylaşılması üzerine gösterilen tepki neticesinde bu atamanın 'sehven bir hata' olduğu belirtilmiş ve subay ihraç edilmiştir. Aynı ciddiyetsizlik Tsk içindeki ByLockçular konusunda da geçerlidir. Bylock kullandığı iddia edilen personelin soruşturmalarının geçiştirildiği emekli Albay Eryaşa tarafından belirtilmiştir.
3) Darbeyi önlemde önemli sorumluluk üstlendiği belirtilen Orgeneral Ümit Dündar, Meclis Darbe Komisyonuna verdiği ifadeyle cunta ile alakalı en ufak bir bilgisi belgesi olmadığını paylaşmıştır. Komuta Kademesinin hiçbir şeyden haberleri bulunmamaları tasfiyelerin eksik yapılacağı izlenimini doğurmuştur.
4) Darbeciler arasında darbeci olmayanlarında tasfiye edildiği pekçok haber bülteniyle sabittir.  Kimi darbeciler, yeni darbeler için uykuya yatmış bulunmaktadır.


SONUÇ

Türkiye kültürü ve coğrafi pozisyonu itibariyle güvenlik temelli bir devlettir bu güvenlik tanımlamasında ise ordu herşey demektir.Türk tarihinde ordu kimi zaman aydınlanma öncüsü kimi zaman rejim denetleyicisi kimi zaman ise vesayet odağı olmuş yani bir şekilde siyasette etkin konumunu sürdürmüştür. Asker Sivil ilişkilerinde sivil sistemin tesisi maksadıyla kimi zaman gerçekleştirilen tasfiyeler her daim başka militer bir kliğin önünü açmış bu da askeri müdahaleye yol açmıştır. 15 Temmuz tasfiyeleride bütünyle hukuk içerisinde, ciddi, sağlıklı istihbari raporlardan eksik olarak yürütülürse daha vahim cuntaların ortaya çıkmasına sebebiyet verebilir. 1977'de bir Kara Kuvvetleri Komutanı emekli edilmesine rağmen yalnızca birkaç sene sonra yine darbe olmuştu. Unutulmasınki 15 Temmuz'dan sonra komuta kademesinden kimseye dokunulmadı. Eğer darbe eğilimli bir klik varlığını devam ettiriyorsa şifrelerini bildiği mevcut muvazzaf  karargah zihniyetini kendi eğilimleri doğrultusunda manüple edebilir.

17 Ekim 2016 Pazartesi

MUSUL VE KIYAMET SAVAŞLARI


'' Sodom ve Gomora'yı nasıl helak ettiysem medeniyetlerin en güzeli Babil'i de yerle bir edeceğim''  - Tevrat
'' Babil'e karşı helak edeci bir fırtına yükselteceğim'' -Tevrat


Dünya siyasetini anlamak ve algılamak Ortadoğu siyasi dengeleri incelenmeden mümkün olamayacak bir durumdur. Ortadoğu ise Mehdi/Mesih teostratejik bağlamdan bağımsız irdelenemez. Medeniyetlerin kurulduğu, en kadim imparatorlukların var olduğu, bilinen bütün Peygamberlerin çıktığı yegane yer Ortadoğu coğrafyasıdır. Bu denli kadim bir havza biriktirdiği kültürel envanter, doğal zenginlik, konum gibi mühim faktörler sebebiyle etkin devletlerin stratejik planlarında bir şekilde yer bulmuş bunun neticesi taşeron terör örgütleri ile kan ve gözyaşının daim olduğu hak etmediği bir muameleye tabi tutuldu. Dinlerin tebliği ile siyasallaşma sürecinin başlaması eş zamanlı olup özellikle günümüzde Ortadoğu dini metinler eşliğinde şekillenen bir vaziyet aldı. Bunun sebepleri şunlardı;


A) Bilinen bütün Peygamberler ve eski medeniyetler Ortadoğu merkezliydi. Semavi ve paganist dinlerin beşiği coğrafik yapının dini metinler ve efsaneler eşliğinde yeniden yorumlanması oldukça uygun düşüyordu.
B) Liderler ve devletlerin dini argümanlar ile politik yön ve misyon belirlemeleri meşriuyet pekiştirici bir durumdu.
C) Çoğu din tahrif edilmişti ve bu durum yeni tahriflere kapı aralamıştı. Üstelik rasyonel çıkarlara uygun tahrfiler makul bir rant kapısı olurdu.
D) Soğuk Savaş döneminde icat edilen Yeşil Kuşak yani Sovyetler Birliğini din ile çevreleme politikası Ortadoğu'da siyasi dini referansları kuvvetlendirdi.
E) Amerikan siyasetinde icat edilen Yeni Muhafazkar Neo-Con lobi Protestan metinler ve Tevrat ayetlerinden fikirsel olarak besleniyordu. Bu sebeple Ortadoğu siyasi konumunun dini muhteviyat ile değerlendirilmesi bu lobi ile paralel olurdu.

Yazının girişinde Tevrat'tan verilen  Babil yani Irak ile alakalı bazı metinler Tevrat'ta Babil ile alakalı onlarca ifadeden yalnızca ikisidir. Buna değinilmesinin sebebi şudur, Ortadoğu İbrani metinlerindeki tanımlara şaşırtıcı derecede benziyor yani Irak, Suriye ve Mısır çözülmeye başlıyordu. Yahudilerin Babil sürgünü ile karşılaştıkları şok bir yana İran üzerinden Zerdüştlük akımından esinlenmeler İbrani mitlerine Davud soyundan Mesih, İbrani metinlerinden Protestan akıma İsa Mesih, Şii inanç sistemi ve üzerinden diğeri İslami ekollere Mehdi beklentisini yerleştirdi. Yani Mehdi ve Mesih'in Ahir Zamanda belirmesi Ortadoğu'da sınır değişiklikleri ile mümkün olacaktı. 1978'de Sovyetleri Afganistan'a sokan lobi aynı yıl Taliban adlı örgütü destekledi. Öyle ki bu örgütten kopan bir kesim yıllar sonra Tevhid ve Cihad örgütü adı altında ortaya çıkacak demografik değişimlere göre ise Işid olarak yeniden organize olacaktı. Bugünlerde sıkça konuşulan Musul operasyonu aylardır Pentagon tarafından planlanan bir stratejiydi. Işid adlı taşeron örgüt Ortadoğu'da sınırların yeniden tasarlanması için oluşturulmuştu öyle ki 6 Tümen askerin tek kurşun dahi atmadan Musul'ü 400 kişilik terörist gruba teslim etmelerinin başka bir açıklaması olamazdı. Işid, Irak'ta bazı bölgelerin zapt edilmesi için kullanıldı. Akabinde bu bölgeleri kurtarmak söylencesiyle ortak operasyon başlatılacak ve neticesinde yeni bir iç savaş başlatılmış olacaktı. Bu oyunun dengelenmesinde Türkiye'nin tutumu ve girişimi oldukça mühimdir. Başından beri Türkiye operasyonda yer almak ısrarını sürdürmüş, dış kamuoyunda gündeme getirmiş ve tepki görmüştü.  Türkiye'nin masasında çeşitli planları bulunuyordu. Bu planlar 3 kategoride tasnif edilebilir;
1) Doğrudan Müdahale : Musul'a uluslararası meşruiyet aranmadan doğrudan müdahale eylemiyle Türkiye yaptırımlarla karşılaşacağı gibi zor bir sürece dahil olmuş bulunacaktı. Bu seçenek masada her daim cılız bir plan olarak yer aldı.
2) Barzani Grubunun Çağrısı İle Müdahale : Türkiye'nin güvendiği fakat hayal kırıklığı yaşadığı bir seçenek olarak kaldı. Kamuyounda yıllardır Barzani ailesi ile alakalı yahudi kökenli oldukları yönünde propaganda yapıldı. Esasen Osmanlı Tapu Tahrir kayıtlarında da ödedikleri vergi müslümanların ödediği vergiden daha fazla olan bu grup 1930'larda Irak merkezi yönetimiyle çatışıp üstünlük sağlayabilecek kadar güçlendi.Türkiye ile ilişkileri inişli çıkışlı olan aşiret mensubu Abdüsselam Barzani'nin 1914'te idamından sonra uzun süre yakın temas sağlanamadı. Yeni Ortadoğu konseptinde önemi olan aile, İsrail'in Arap olmayan devletlerle ilişkilerin desteklenmesi stratejisiyle 1963'ten itibaren maddi destek görmeye başladı. 1965'te Marved/Halı operasyonuyla yabancı bir Tümgeneral aracılığı ile modernize askeri eğitim alan grup tamda bu yıl Irak'ın Kuzeyinde Komünist parti üyelerine silahlı saldırı ve sürgünlerle Abd siyasetiyle eşgüdüm içerisinde olduğunu gösterdi. Turgut Özal'ın kürt sorununa çözüm 1992 Kale Harekat Planıyla yakın ilişki sağlanan aşiret, Çekiç Güc'ün Irak'ın Kuzey bölgesine yerleşmesiyle Pkk ile ortak hareket etmeye başladı. Kısa süre evveline değin flu ve mesafeli olan ilişkiler kurulması tasarlanan büyük Kürt Devletinin hamiliği söz konusu olduğunda Barzani'nin pkkyı lanetlemesi ve Irak'ın Kuzeyinden çıkmaya zorlamasıyla yeniden işbirliğine evrildi. Şu anda yaklaşık 200 Bin kişilik peşmerge kuvveti bulunan grup bu militanlara üniformalar ve Harp Okulları tahsis etmek suretiyle ordulaşma sürecini hızlandırdı. Türkiye ile sağlıklı ilişkilerin tesis edildiği dönemde Barzani'nin, Musul'a Türkiye'yi davet etmemesi Merkezi hükümet ile keskin çatışmalara girmekten çekinmesi ile alakalı olabilir. Barzani grubu Sünni Nakşi geleneğinden gelirken Irak Merkezi Ordusunun çoğunluğu şiilerden oluşmaktadır.
3) Sünni Aşiretlerin Çağrısı İle Müdahale : Türkiye, 2002'den beri uygulamaya koyduğu Neo Dinamik politik unsurunu özellikle 2004'den itibaren Ortadoğu ülkeleri ile serbest ticaret anlaşmaları yaparak sürdürdü. Suudi Arabistan ile müttefik olurken Katar'a üs kurma noktasına geldi. Türkiye'nin yeni politik tutumu mezhepçi politika tanımlamasıyla eleştirilirken bu kanımızca doğru olmayan bir tutumdur. Ortadoğu ülkelerin mezhep ağırlıklı bir tutum üzerinden hizipleşme sağladığı bir kulvardır. İç Politik strateji olarak belirlememe kaidesi ile Türkiye'nin Ortadoğu'da bazı sünni gruplar ile yakından ilgilenmesi yadırganacak bir durum değildir. Musul meselesi ile alakalıda sünni aşiretler Irak merkezi hükümetine tepkilerini dile getirdiklerinde aşiretler ile ortak operasyon düzenleme ihtimali en güçlü seçenek olarak belirmiş oldu.

IRAK İRAN ABD VE DEĞİŞEN POLİTİK DENGELER

Irak bir bahane ile işgal edildiğinde iç çatışma başladı. Mozaik yapısı ve demokratik kültürden uzak geçmişi buna oldukça uygun zemin hazırlıyordu. Saddam Hüseyin yakalandığında Şii bir hakime yargılatıldı, bayram sabahı ise kürt cellatlara infaz ettirildi. Saddam ise sünniydi. Yani Irak; Şii, Sünni ve Kürtler arasında pay edilecekti ki öylede oldu. Anayasal bir tanım olmamakla birlikte teamülen Cumhurbaşkanlığı kürtlere, Başbakanlık Şiilere, Meclis Başkanlığı ise Sünnilere verildi. Başbakanlık makamının baskıcı politikaları yüzde 65'i şii olan bu ülkenin iç siyasetine İran'ın müdahilini güçlendirdi ve Irak, İran'ın arka bahçesi durumuna geldi. Abd ile aralarında husumet olduğu ileri sürülen İran kısa süre evvel şaşırtıcı şekilde yıldızı parlayan ülke konumuna yükseldi. Ambargolar gevşetildi, 100 milyar dolardan fazla alacağını tahsis etmeye başladı, petrol gelirleri aylık 30 milyar doları aştı, Batılı şirketlerden tedarikini arttırdı. İktisadi bakımdan da güçlenen İran, Devrim Muhafızlarının dış operasyon birimi Kudüs Gücü aracılığıyla Ortadoğu'da manevra kabiliyetini arttırdı. Musul operasyonu ile alakalı Abd ile anlaşan İran ortak operasyon hususunda da uzlaştı. Kentin sünni ağırlıklı yapısının şii ağırlıklı askerler tarafından kurtarılma(!) operasyonuyla muhtemel bir kıyıma uğraması ve farklı selefi grupların yeni isimlerle sahneye çıkmaları beklenen vakaadır.


TÜRKİYE VE MUSUL OPERASYONU

Musul ile alakalı gündeme gelen konulardan biride bölgedeki Türkmen varlığıdır. Türkmen politikası belirsiz ve Musul konusunda ürkek davranacak bir Türkiye, Ortadoğu'da barınamayacaktır. Musul Misakı Milli içerisindedir fakat Misakı Milli'nin uluslararası zeminde bir geçerliliği yoktur. Bu vesileyle Türkiye adımlarını birazda oldu bittiye getirecek şekilde atmalıdır. 2011 Martında Suriye olayları patlak verdiğinde 2012 yaz dönemine kadar Suriye Türkmenleri anılmadığı gibi muhaliflerin topladığı Ulusal Kongreye Türkmenleri temsilen bir grubun katılması yönünde Türkiye girişimlerde bulunmadı. Bu, Ortadoğu politikası bakımından büyük bir kayıptı. Aynı hata Irak hususunda tekrarlanmamalıdır. Türkiye, Başika'dan ayrılmamalı ve Musul meselesine müdahil olmalıdır. Mesele, toprak almak gibi hamasi bir felsefeyle düşünülmemeli ileriden savunma stratejik konsepti dahilinde değerlendirilmelidir. Musul müdahalesi Irak'ta bambaşka bir iç savaş doğuracaktır ve yeni terör eylemleri Türkiye'ye ithal edilecektir. Türkiye Musul operasyonunda yer bulduğunda 1995 benzeri bir manzarayla karşılaşabilir. 1995'te Irak'a büyük bir harekat başlatan Türkiye, Gazi olayları tertibiyle mesajı almış ve apar topar Irak'tan çekilmek zorunda kalmıştır. 2008 yılında Güneş Harekatıyla Irak'a bir operasyon daha düzenleyen Türkiye yine birtakım zorlamalarla sekizinci günün sonunda operasyonu noktalamıştı. İşte Musul'a müdahalede yer alma benzer tehditleri doğuracaktır. Türkiye içerisinde legal görünümlü illegal örgütlenmelerin geçmişte İrancı, Kck operasyonlarının mahiyetini değiştirmek suretiyle ise birtakım kürtleri hedef aldığı bilinen gerçektir. Bugün ise bu yapı İrancı ve kürtçü gruplar ile ittifak halindedir. Yani terör eylemlerinin şiddet eşiği oldukça farklı ve yüksek olabilir. Bu sebeple güvenlik bürokrasisinde ayıklamalar süratli devam ettirilmeli, komuta kademesi kontrol altında tutulmalı, geçmiş askeri davalarda tasfiye edilmiş kişilere yeni görevler verilmelidir. Unutulmamalıdır ki, Musul meselesiyle gelebilecek siyasi bir başarısızlık ikinci bir askeri kalkışmayıda tetikleyebilir. Türkiye, Rusya ile yakınlaşma sürecini iyi değerlendirmelidir. Yumuşak Güç faaliyetlerine eğilmeli Tika'yı Ortadoğu'da etkin kullanmalı, aşiretler ile ilişkilerini devam ettirmelidir. Musul operasyonuna katılmayacak veya istediği sonucu alamayacak Türkiye'nin hayat alanı oldukça daralacaktır.

SONUÇ

Ortadoğu coğrafyasında imparatorluk geleneğinden gelen iki ülke vardır bunlardan biri Türkiye diğeri ise İran'dır. Coğrafyanın istikbali iki ülkenin tutumlarıyla paraleldir lakin İran anti emperyalist duruş sloganıyla bölgesel hegomonik tavrını arttırmaktadır. Türkiye ülkelerle ilişkilerini devam ettirmek suretiyle, her türlü çıkarınında bizzat takipçisi ve koruyucusu olmalıdır. Silahlı Kuvvetler ve Mit'in Tugay seviyesinde dış operasyon birimi oluşturulmalı, uluslararası yayıncılığa önem vermeli ve nükleer tesislerini oluşturma yoluna gitmelidir. Nükleer caydırıcılığı olacak Türkiye'nin her masada pazarlık kozu yükselir. Öyle ya da böyle Ortadoğu merkezli bir kıyamet savaşı yaşanacak, Kabe'nin kapısına tanklar dayanacaktır. Fakat bunun süreci ve Türkiye'nin bu kaotik olaydan en az kayıpla çıkabilmesi asli olandır. Türkiye için, Bosna İstanbul, Şam Hatay, Musul ise Diyarbakırdır. Fakat bu sloganist bir söylem olmaktan öteye geçemezse vaziyet oldukça olumsuz bir hal alır. Türkiye güvenlik konseptini tam manasıyla güncelleyemedi bu da yetmezmiş gibi 15 Temmuz darbesinin yaşattığı vahşet ortamının acelesiyle birtakım yanlış kararlar verdi. Milli Savunma Üniversitesinin sağlıksız bir yapıyla hayata geçirilmesi gibi. Mgk'nın yeni baştan oluşturulmasından Kırmızı Kitap muhtevasına kadar uzun bir süreç Türkiye'yi beklemektedir. Bir istihbarat uzman memurundan, ordu çavuşuna kadar alt birimlerdeki sınıfların bile en sağlıklı biçimde teşkili güvenlik bel kemiği için zaruridir. Türkiye Musul sebebiyle çıkacak mezhepsel ve etnik çatışmadan da itinayla uzak durmalı ve bu konuları Askeri Stratejik Konseptine dahil etmelidir. İktidar partisinin Ortadoğu'da insiyatif almak isteyen Türkiye stratejisi sivil toplum kanaat önderleri ve ekonomik kuruluşlarcada desteklenmeli topyekün bir birliktelik oluşturulmalıdır.