Onur Dikmeci
İstihbarat ve Strateji Uzmanı
Türk siyasi tarihinde Cerattepe olayları olarak anılan hadiseler, kamuyounda siyasi maksat içermeyen protestolar ve Gezi süreci gibi siyasi sonuçlarıda talep eden politik dizayn maksatlı ayaklanmalar olarak iki görüş altında toplanmıştır. Olayların temeli ve sonuçlarının incelenmeleri bu çalışmanın konusu olmamakla birlikte Cerattepe olayları sırasındaki bir haftalık süreç tarafımızdan Şubat Krizi olarak adlandırılmış ve incelenmiştir. Artvin Cerattepe'de maden çalışmalarının engellenmesine yönelik başlayan protestolar ile alakalı 23 Şubat ve 24 Şubat günleri hükümet cephesinden farklı açıklamalar gelmiş bu durumda kafalar iyice karışmıştır. Bununlada bitmemiş 25 Şubattan itibaren Yüksek Mahkemenin başka konuda verdiği kararlar ve tartışmaları Mart ayının hemen başında ise hükümet sözcüsü, başbakan, danışman gibi yüksek mevkilerdeki şahsiyetlerin diyalogları dikkatlerden kaçmamış bir nevi kriz mahiyetindeki gelişmelerin yaşandığı sonucuna varılmıştır. 23 Şubat günü Cerattepe çalışmalarıyla ilgili verilen beyanatla başlayan kriz süreci şu şekilde devam etmiştir:
23 Şubat günü Orman ve Su işleri Bakanı Veysel Eroğlu yaptığı açıklamasında "Maden tamamen korumacı mantıkla inşa ediliyor. Ruhsat ve ÇED raporları alınmış mı diye bakıyoruz önce. Madenin çevreye zarar vereceği iddiası yalan. Geri adım atmayacağız" demişti. Yalnızca bir gün sonra yani 24 Şubat 2016'de Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun Yeşil Artvin Derneği ile gerçekleştirdiği görüşmesinden sonra, Cerattepe'deki çalışmaların mahkeme kararı sonuçlanana kadar durdurulacağını söyleyerek 'Cerattepe'nin rengarenk ağaçlarının zarar görmemesine özen gösterilecek. Hukuk devleti kuralları içinde kamu düzenini sağlar, yanlış bir uygulama olursa gereğini yaparız.' diyecekti. Sadece bir gün arayla bakan ve başbakan arasında uyumsuzluk olduğu görülmüş oldu. 25 Şubat günü ise Anayasa Mahkemesi, casusluk iddiasıyla tutuklanan Cumhuriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ile Ankara Temsilcisi Erdem Gül hakkında yürütülen soruşturmada 'hak ihlali' yaşandığına hükmetti. 31 Mayıs 2015'te Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan: '' MİT'e yönelik atılan o iftiralar bir ajan bir casusluk faaliyetidir ve bu gazete de bunların arasına girmiştir. Avukatlarıma talimatı verdim hemen davayı açtım (...) Bu haberi yapan kişinin bunun bedelini ağır ödeyecek öyle bırakmam onu" diyerek şahıslar hakkındaki görüşlerini bildiriyordu. Başbakan Ahmet Davutoğlu ise Kasım 2015'de , "Hukuki bir süreçtir, hükümetimizin müdahil olduğu bir konu değil. Bu tür durumlarda tutuklama istisnai bir durumudur. Tutuksuz yargılanmaları daha doğru olabilirdi" diyerek tutuksuz yargılamayı savunmuştu. İşte şimdi yüksek mahkemenin kararı kimilerine göre hukuki bir adımken kimilerine göre ise başbakanlık makamıyla yargının örtülü koalisyonu neticesinde bir mesaj misyonu taşıyordu. 26 Şubat tahliyelerin gerçekleştiği tarihti. 27 Şubat günü medyanın süratle geçtiği haberde Başbakan Davutoğlu'nun açıklamaları gündemi sarsmıştı. Başbakan Davutoğlu
''Ben buradayken, bu soru haddi değil ama bir arkadaşınız AK Parti’nin lideri kim diye sordu. Evet, AK Parti siyasetinin 13 yıllık başarı hikayesinin efsanevi kurucu lideri Recep Tayyip Erdoğan... Ve ben kendisinden, ‘vefa kongresi’ adını verdiğim ilk olağanüstü kongremizde onurla, delegelerimizin tamamının oyunu alarak, partinin yeni lideri olarak seçildim. ''
diyerek kimilerine göre yasal konumunu hatırlatıyor, geniş bir zümreye göre ise siyasi bir meydan okuma gösteriyordu.
1 Mart tarihinde AYM Başkanı Zühtü Arslan katıldığı bir programda: "Anayasa Mahkemesi'nin, Anayasa'nın ve kanunların kendisine verdiği yetkileri kullanarak verdiği kararlar, herkesi ve her kurumu bağlamaktadır. Bu bir Anayasa kuralıdır" demiş ve Cumhurbaşkanlığı ile aynı fikirde olmadığını belirtmişti. Çünkü 25 Şubat tahliye kararları açıklandığında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan:
''Ben Anayasa Mahkemesi'nin vermiş olduğu karara sadece sessiz kalırım o kadar ama onu kabul etmek durumunda değilim. Karara uymuyorum, saygı da duymuyorum" demiş, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ ise :
"Sayın Cumhurbaşkanı, Anayasa ve yasa ihlali olduğu açık olan bir karar hakkında Anayasa ve Türkiye'nin taraf olduğu insan hakları sözleşmelerine göre hareket etmesi gereken mahkemenin anayasa ihlali yaptığına inandığını ve o nedenle böyle bir açıklama yaptığını zaten ifade etti" diyerek
Cumhurbaşkanı ile aynı düzlemde düşündüğünün mesajını vermişti.
2 Mart günü Hükümet sözcüsü Numan Kurtulmuş'un :
"Sayın Cumhurbaşkanımız AYM kararıyla ilgili kendi kişisel düşüncelerini açıklamıştır. Sayın Cumhurbaşkanımız, Anayasa Mahkemesi'nin kararıyla ilgili kendi kişisel konumunu ortaya koymuştur'' sözlerine karşılık yanıt Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Mustafa Akış'dan geliyor, Akış:
'' Cumhurbaşkanı'mızın, AYM kararını eleştirmesi, kişisel konumlanma değil; devletin ve hükümetin başı sıfatıyla bir açıklamadır.'' diyerek Kurtulmuş'a tepki gösteriyordu. Bu durum başbakan Davutoğlu'na sorulduğunda ise "Cumhurbaşkanı herhangi bir vatandaş gibi eleştiri yapma hakkı vardır. Ben de aynısını söyledim. Cumhurbaşkanı başdanışmanın açıklaması bana gelmiş değil. Ayrıca o anlamda bürokratik birinin açıklamasına cevap verme tutumu içine girmedim, girmem. Türkiye'de devletin başı Cumhurbaşkanı'nın da hükümetin başı Başbakan'ın yetkilerini herkes bilir. Hele hele herhangi bir açıklamayı da bilmiyorum, yorumda da bulunmak istemem ama bir başbakanın bir bürokratın açıklaması üzerine yorum yapmasını doğru bulmam''
diyerek, net bir tepki ortaya koymuştu.
Bu durum kimilerine göre başbakanlık makamının hüviyetinin tekrarlanmasıyken kimilerine göre ise Davutoğlu'nun yeni ve tek liderliğe soyunmak istediğinin göstergesiydi. Darbe, uyumsuzluk, çekişme benzeri terimlerde kullanılsa bu bir haftalık süreçte bir kriz yaşandığı açıktır. Şubat Krizi olarak adlandırdığımız bu evrede özetçe:
23 Şubat Bakan Eroğlu geri adım atılmayacağını belirtmiş
24 Şubat Başbakan Davutoğlu çalışmaların durdurulduğu açıklamasında bulunmuş
25 Şubat AYM tutuklu sanıklar hakkında kararını açıklamış ve kamuoyunda tartışma yaratmış
26 Şubat tahliyeler gerçekleştirilmiş
27 Şubat Başbakan Davutoğlu liderliğini deklare etmiş
1 Mart AYM Başkanı verdikleri kararı savunmuş
2 Mart danışman, hükümet sözcüsü ve başbakan arasında sıcak ve gergin diyaloglar yaşanmıştır.
Şubat Krizinin ne bakımdan değerlendirilmesi gerektiği hususu düşünüldüğünde, çok başlılık, siyasi çekişme, kriz, komplo, vesayet gibi kavramlardan her biri bireylerin sahip oldukları siyasi kanaatlere göre farklılık göstermektedir. Hangi adla tanımlanırsa tanımlansın bu bir haftalık sürecin oldukça gergin geçtiği açıktır. Şüphe üzerine kurulmuş Türk siyasi anlayışına göre Cumhurbaşkanı ve ekibi köşeye sıkıştırılmak zamanla da tasfiye edilmek isteniyordu. Bu sürecin bugünün birikimine göre değerlendirmeye tabi tutulduğunda hukuki telakkilerden öte siyasi maksatlar taşıdığı kamuoyunun yaygın kanaati haline gelmiştir. Yani bu durum Cumhurbaşkanlığına yönelik siyasi ve hukuki komplolar bütünü olarak tanımlanmıştır.
Türkiye'de kurumların savaşı ve siyasi hukuki çekişmeler hep yaşanmıştır. Güvensizlik, demokrasi kültürünün yeterince sağlıklı yapılandırılamaması, asli sorumluluklar dışına yönlenilmesi temel sebeplerdendir. Türkiye'de hiçbir zaman en güvenilir kurum olarak Yargı, Yasama ya da Yürütmenin görülmemesi çok tartışılacak bir durumdur.
Her ülkede siyasi ve yargısal uyumsuzluklar görülebilir ancak Türkiye'de ki durum diğerlerinden farklıdır. Şubat Krizi olarak adlandırdığımız süreç bunun somut göstergesidir.
Silahlı Kuvvetler modernizasyonu ve Asker Sivil İlişkileri teorileri, İstihbarat, Ulusal-Uluslararası strateji platformu
13 Nisan 2017 Perşembe
11 Nisan 2017 Salı
YENİKAPI RUHU MU? DOLMABAHÇE RUHU MU?
Onur Dikmeci
İstihbarat ve Strateji Uzmanı
Modern Türk siyasi tarihinin en önemli konularından birisi kürt meselesidir. Bu mesele üzerinden dış cenahlar pek çok müdahalede bulunmuş ve Türkiye içsel buhranlara sevk edilmiştir. Bir diğer önemli hususta kürt meselesinin yalnızca Türkiye ile sınırlı olmayışıdır. Çünkü Türkiye'nin komşu ülkeleri; İran, Suriye ve Irak'ta da kalabalık bir kürt nüfusu yaşamaktadır. Özellikle Irak'ın işgalinden sonra bölgeye yeni şekil vermek isteyen Abd, buradan çekilirken garantör bir ülkeye ihtiyaç duyacaktı. Irak kürtleri hem şiiler için dengeleyici bir unsur olabilirdi hem de müttefik kabul edilecek enerji politikaları yönlendirilecekti. Fakat ne denli ordulaşma sürecinede girseler kürtler, şiiler ve araplar karşısında tutunamazlardı. Türkiye bu hususda devreye girebilirdi ancak kendi iç meselesini halletmemişti. İşte Türkiye'nin hem iç ihtiyaçları hem de dış konjonktorel durum yani iç ve dış kesişme neticesinde bir sürece ihtiyaç vardı. Bu süreç uzun ve riskli olacağından geniş bir desteğin sağlanması şarttı. Çözüm süreci olarak adlandırılan dönemin en büyük destekçisi Tsk olmuştu. Aslında bir anlamda açılımı da o başlatmıştı. Nisan 2009 dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un Harp Akademilerindeki konuşmasında vurguladığı teröristte bir insandır onlarda vatandaşımız, Cumhuriyet'in temeli demokrasidir açıklamaları bazı çevrelerde şaşkınlık yaratsa da yeni bir dönemin işareti oluyordu. Ordunun da bu süreçten beklentisi Irak'ın Kuzeyinde hakimiyet sağlamak, Türkiye'de barış ortamı yaratmak ve bunun öncüsü telakkisiyle ayrıcalığını devam ettirebilmekti. Ardından siyasiler, medya, iş dünyası ve bölgenin ileri gelenleri sürece katılım gösterdi. Erbil'de toplantılar düzenlendi dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Neçirvan Barzani'den brifing aldı. Neticede bu aynı zamanda bir samimiyet testiydi. Ve örgüt taraftarları bunda başarılı olamadılar. Süreçte göz yumulan bazı aşırılıklar, bir kesimin kucaklanırken bu seferde diğer kesimlerin ihmal edilmeleri ve sonrasında başlayan terör eylemleri meselenin sonlandırılması gerektiğini gösterdi. Süreçteki önemli konulardan biri İmralı Heyeti ile bazı hükümet mensuplarının Dolmabahçe'de uzlaştıklarını bildiren mutabakattı. Kısa süre sonra bu mutabakat Cumhurbaşkanlığı nezdinde eleştirildi ve devlet milliyetçi politikaları uygulamaya koyarak milliyetçilerin ve ulusalcıların takdirini topladı. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra geniş katılımlı bir toplumsal uzlaşı sağlandı. Yeni sistem önerisinin bu uzlaşıyı sabote ettiği bazı çevrelerce öne sürüldü. Farklı aktörlerin eyalet sistemi imaları ve bu durumun çözüm sürecindeki mutabakatlara bağlanması Yenikapı Ruhunun yerini Dolmabahçe Ruhu mu alıyor? sorularını beraberinde getirdi. Bu teoriye göre Cumhurbaşkanı ve milli zinde güçlere tuzak kurulmak isteniyordu. Bunu daha iyi açıklayabilmek için Dolmabahçe mutabakatı ve sonrasını incelememiz gerekiyor.
Dolmabahçe mutabakatı, çözüm süreci görüşmeleri kapsamında 28 Şubat 2015’te Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan ile HDP’nin İmralı Heyeti arasında gerçekleştirilen görüşme sonrası ortak açıklanan metindi. Bu metin on maddeden oluşuyordu.
Madde 1. Demokratik siyasetin tanımı ve içeriği…
Madde 2. Demokratik çözümün ulusal ve yerel boyutlarının tanımlanması…
Madde 3: Özgür Vatandaşlığın yasal ve Anayasal güvenceleri…
Madde 4: Demokratik siyasetin devlet ve toplumla ilişkisi ve bunun kurumsallaşmasına yönelik başlıklar…
Madde 5: Çözüm sürecinin sosyoekonomik boyutları…
Madde 6. Çözüm sürecinde özgürlük-güvenlik ilişkisinin kamu düzeni ve özgürlükleri koruyacak şekilde ele alınması…
Madde 7: Kadın kültür ekolojik sorunların yasal çözümleri ve güvenceleri…
Madde 8: Kimlik kavramı ve tanımlanmasına dönük çoğulcu demokratik anlayışın geliştirilmesi…
Madde 9: Demokratik cumhuriyet, ortak vatan ve cumhuriyetin demokratik ölçütlerde tanımlanması, çoğulcu yaşam, içinde yasal ve Anayasal güvencelere kavuşturulması…
Madde 10: Bütün bu hamlelerin içselleşmesini hedefleyen yeni bir Anayasa
Dolmabahçe görüşmesinden sonraki süreçte Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın çözüm sürecindeki metotlara ilişkin eleştirileri görülmüştü. Süreç kapsamında oluşturulması düşünülen İzleme Komitesi ile alakalı Mart 2015'de '' Ben gazetelerden okuyorum. Böyle bir şeyden doğrusu benim haberim yok. Şunu da çok net söylüyorum ben olumlu bakmıyorum" diyerek tepkisini dile getiriyordu.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Mayıs 2015'te katıldığı bir canlı yayında "Dolmabahçe'de ben o karenin içinde yer almayı hükümet için doğru bulmadım" dedi. İzleme komitesine karşı çıkma nedenini de "Zaten izleme komitemiz var, MİT şu an o işi yapıyor" diyerek belirtiyordu.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 24 Nisan 2016'da yaptığı konuşmada ise “Bugün terör örgütlerin sırtını sıvazlayanlar aynı kuyuya kendileri düşecekler. Dün biri çıkmış Dolmabahçe mutabakatından bahsediyor. Böyle bir mutabakat yok. Bu iktidarın terör örgütüyle bir mutabakatı söz konusu değildir” diyerek Dolmabahçe sürecini eleştirmişti. Haziran 2015'de ise Pyd'yi Işid'den bile tehlikeli olarak ilan ederek milli cephenin takdirini kazanmış, dış lobilerin ise tepkilerinin sebebi olmuştu. Çünkü onlara göre Pyd bir kara gücüydü.
Cumhurbaşkanlığı ve Hükümet üyeleri arasındaki bazı uyuşmazlıklar Haziran ve Kasım seçimlerinden sonrada görüldü. Haziran seçimlerinden sonra hükümet üyelerinden bazılarının birtakım koalisyon arayışlarına yönelmeleri ve özellikle Kasım seçimlerinden sonra kabinede Yalçın Akdoğan, Mahir Ünal ile Efkan Ala'nın yer almaları büyük bir kriz demekti. Çünkü üç isimde Cumhurbaşkanı, halk nezdinde ise milliyetçiler ve ulusalcılar tarafından eleştirilen Dolmabahçe görüşmesine katılmışlardı. Bunun dışında dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu Mardin'de yaptığı konuşmasında Mezopotamya vurgusu yapmış, herkesi muhatap alacaklarını bildirmiş Mardin'in birleştirici ruhu tanımlamasıyla ''Mezopotamya Çocuklarını'' selamlamıştı. Mardin geçmişte kilise çanları eşliğinde ezanların okunduğu dialog kenti hüviyetindeydi.
Hükümetin kendi içerisindeki durumlar sebebiyle bir kongreyle Başbakan Davutoğlu yerini Binali Yıldırım'a bırakmıştı. Açıklanacak yeni kabineye göre Dolmabahçe görüşmesinin isimleri zamanla yerlerini başkalarına bırakacaktı. Sistem ve yeni anayasa tartışmalarınında yaşandığı günlerde 15 Temmuz kalkışması yaşandı ve kalkışma bastırıldı. Kalkışmadan sonra bazı tedbirler alınmak zorunda kalındı, Ohal ilan edildi, darbe ile ilnitlili kişiler tutuklanmaya başlandı. Bu uygulamaları halkın çok büyük orandaki bölümü destek verirken, Yenikapı Mitingi ile siyasi parti liderleri yeni bir tablo ortaya koyuyorlardı. Bu uzlaşı tarihe Yenikapı Ruhu olarak geçti ve hemen her parti mensuplarınca desteklendi. Türkiye böyle bir uzlaşıya uzun zamandır tanık olmamıştı. Gündem darbe ve terörle mücadele olduğu için haklı olarak anayasa çalışmaları süresiz ertelendi. Fakat ne olduğu anlaşılamayan biçimde sistem değişikliği önerisi bir başka parti liderince gündeme getirildi, çalışmalar yapıldı ve referandum süreci başlatıldı. Herkes Türkiye'nin yeni bir modele ihtiyacı olduğu hususunda hemfikirdi. Ancak bunun doğru zamanı konusunda çekincelerde bulunmaktaydı. Herkesin bütünleştiği bir ortam tarihinde nadir görülecek biçimde zedelenmeye başladı. Bazı yabancı medya kuruluşları Cumhurbaşkanlığını diktatörlükle andı Cia'ya yakın gazete Washington Times yeni sistemle beraber Cumhurbaşkanının yargılanması gerektiğini yazdı. Terör örgütü yöneticisi Cemil Bayık ise farklı bir açıklamada bulunarak Dolmabahçe ruhuna bağlı olduklarını belirtti ve gündemden kaldırılmış olan meseleyi yeniden hatırlattı.
Bir ülkede birlik ve beraberlik en üst düzeyde sağlanmış, OHAL hiç olmadığı kadar desteklenmiş, terörle mücadelede herşeyin yapılması gerektiği kamuoyunca dile getirilmişken neler olmuştuda yeni süreçle Diktatör bir Türkiye havası estirilmişti?
Referandum tercihine göre Evet diyenler iki gruba ayrılıyorlardı. Birinci grup Türkiye'nin daha da yanlış adımlar atmasını umarak yalnızlaşmasını, yaptırımları ve belkide idam sehpalarının kurulmalarını tasarlayarak yıkıntı evresine girmesini isteyenlerdi. İkinci grup ise milli ruh sabotesinin bir plan olduğunu idrak ederek destek veren ve planların bozulması için desteklerini belirtenlerdi. Referandum tercihleri hayır olanlarda iki gruba ayrılıyordu. Birinci grup yeni modelin kabul edilmemesi ile birlikte Cumhurbaşkanı ve hükümetin itibarsızlaştırılması, köşeye sıkıştırılması ve tasfiye edilmesi sürecinde yer almak isteyenlerdi. İkinci grup ise kaygıları bulunan ve eski yeni birliğin ancak bu şekilde tesis edileceğini düşünenlerdi. Bu iki karardan (evet ya da hayır) birinci gruptakiler aslında Türkiye'nin felaketini tasarlayanlardı. Bu sebeple süreç ve sonrası çok hassas olacaktır.
Eski veya yeni sistem farketmeksizin Türkiye'de federatif bir modelin hayata geçirileceği bir gerçektir. Buna yeni sistemin daha uygun olacağıda açıktır. Fakat iç ve dış kamuoyu baskısıyla terör örgütü ile müzakereler üzerinden bir model Türk devlet yapısını oldukça zedeleyecektir. Yine islami temelli bir federasyon fikri yıkıcı etkilere haiz olacaktır. Çünkü ideolojik veya dini birliktelikler dünya üzerinde varlıklarını sürdürememişlerdir. Hulasa yeni sistem ve süreçten pay çıkartmak gayretli niyetlerin önüne geçilmeli, terör örgütü yurtiçinde ve yurt dışında tamamen yok edilmelidir. Bundan sonra yerel yönetimler değişiklikleri konuşulabilir. Önümüzdeki süreç bir anlamda Yenikapı Ruhu mu? Dolmabahçe Ruhu mu? sorusuna yanıt aranacağı evre olacaktır.
10 Nisan 2017 Pazartesi
KUŞATMA ALTINDAKİ TÜRKİYE: TÜRKİYE'NİN KARŞILAŞTIĞI RİSKLER VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
Onur Dikmeci
İstihbarat ve Strateji Uzmanı
Dünya
üzerindeki her ülkenin belirli avantajları
bulunmakla birlikte karşılaştığı
ya da karşılaşacağı
riskler/tehditlerde bulunmaktadır.
Türkiye ciddi bir ülke olmasına
rağmen
değişik
riskleride taşımakta
ve üstesinden gelinemeyen risklerin katsayılarıda
artmaktadır.
Çözüm önerileri geliştirebilmek
için riskleri belirlemenin temel olacağı
bir yaklaşımda
Türkiye'nin maruz kalacağı
riskler şu
kategorilerde tasnif edilebilir
Jeopolitik
Riskler: Türkiye bulunduğu
konum itibariyle her ne kadar yüksek potansiyel ihtiva eden mevkiye
sahip olsada Kafkasya, Ortadoğu
ve Balkanlar gibi dünyanın
en sorunlu ve istikrarsız
bölgelerine kültürel ve coğrafi
olarakta yakındır.
Bu bölgelerde meydana gelen ve halâ sürecek olan iç çatışmalar
ve sınır
değişikliği
gibi etmenler Türkiye'ye de yansımaktadır.
Çünkü artık
ülkeler birbirleriyle son derece entegredir. Irak bir operasyona
maruz kaldıktan
itibaren Türkiye'nin Kuzey Irak hassasiyeti artmıştır.
Bağımsız
bir kürt devletinin dezavantajları
tartışılmakta
bunun irredentist bir mahiyete bürünme ihtimali ciddi bir kaygı
olarak kabul edilmektedir. Aynı
sorunlar diğer
ülkelerdeki istikrarsızlık
için de geçerli olacaktır.
Türkiye etrafında
meydana gelen ve gelebilecek sınır
değişikliliklerinden
bu olaylardan uzak dursa dahi etkilenecektir. Yani Türkiye'nin
jeopolitik konumu avantaj olmasının
yanında
ciddi riskleride taşımaktadır.
Askeri
Riskler: Türkiye kökenlerinin uzandığı
Asya'dan itibaren ordu öncelikli bir yapıda
olmuş
ve son üç asırında
da ordu bürokrasi ve ordu halk ilişkileri
inişli
çıkışlı
bir süreç izlemiştir.
Devleti Aliyye'nin yeniden restore edilmesinin birincil koşulu
olarak ordu modernizasyonu şart
görülmüş
ve askeri alanda pek çok ıslahat
yapılmıştır.
Sınıfsız
toplum yapısına
sahip Türk siyasi tarihinde askeri zümre devletin çekirdeği,
pozitivist akımların
etkisiyle aydınlanmanın
öncüsü ve yeni rejimin ilanıyla
rejim koruyucusu gibi misyonlar üstlenmenin yanında
burjuva sınıfının
oluşturulmasında
da rol oynamıştır.
Bu denli önemli görevleri üstlenmiş
bir zümrenin ayrıcalıklı
bir sınıf
olarak telakki edilmesi olası
olmasının
yanında
askeri müdahalelere doğal
zemin yaratması
bakımından
da önemlidir. Askeri darbeler ve muhtıralar
ordunun geneli itibariyle halk nezdinde itibarını
sarsmış
olabilir fakat emir komutanın
oldukça laçka edildiği
ve ordunun halk ile karşı
karşıya
kaldığı
15 Temmuz süreci gibi bir hadise Türk siyasi tarihinde
görülmemiştir.
Bu askeri kalkışma
başarısız
olarak nitelendirilsede bazı
bakımlardan
oldukça başarılıdır.
Disiplini Prusya ekolüne dayanan orduya disiplin çiğnetilmiş,
halk nezdinde oldukça puan kaybetmiş,
asker sivil ilişkilerinin
çokta doğru
olmayan bazı
yeni uygulamalarıyla
kurumsal yapısıyla
alakalı
belirsizlikler oluşmuştur.
Bunun yanında
ordu çağın
gerekliliklerine tam manasıyla
adapte olamamıştır.
Siber güvenlik timini var edememenin yanında,
uzay komutanlığını
hayata geçirememiştir.
Ordu da halâ biyolojik, kimyasal saldırı
olasılıklarına
yönelik tedbirleri geliştirememiştir.
Lojistik, ikmal, maliye gibi askerlikle alakası
bulunmayan birimlerle iştigal
edilmesi ordu konsantırasyonuna
zarar vermektedir.
Ekonomik
Riskler: Asya steplerinden itibaren Türklerin ekonomik konularla
arası
iyi olmamıştır.
Bunun coğrafi
faktörleri ağır
basmakla birlikte Devleti Aliyye'nin buhranlı
günlerinde de ciddi bir ekonomik politika geliştirilememiştir.
İlk
dış
borçlanma ve para basma yetkisinin yabancılara
verilmesiyle bağımsız
para politikasını
terk eden devlet Cumhuriyet döneminde ilk başlarda
toparlanmakla beraber sonrasında
yine borçlanan, yeterli istihdam yaratamayan bir ülke haline
gelmiştir.
İthal
ikameci politikalar yakın
dönemde bir kenara bırakılmış
bu bir bolluk getirmekle birlikte kısa
zamanda Türkiye'yi yabancı
marka pazarına
çevirmiştir.
Türkiye'de ki bütün askeri ve sivil darbelerin mutlaka ekonomik
boyutları
bulunmaktadır.
Son yıllarda
ekonomik olarak bir toparlanma yaşanmakla
birlikte kimi kesimlerden özelleştirmeler
ve piyasadaki sıcak
paraların
kaynak ve akıbetleriyle
ilgili eleştirilerde
yöneltilmektedir. Türkiye ekonomik potansiyeli bulunmakla birlikte
ciddi ekonomik risklerde yaşayan
ve yaşayacak
olan ülke sinyalini vermektedir.
Toplumsal
Riskler: Genç, dinamik yapısı
artan nüfusu ve milli manevi bağlarıyla
Türkiye güçlü bir yapı
sergiliyor gibi görünsede ciddi riskleride taşımaktadır.
Genç ve kalabalık
nüfus büyük güç olmak için tek başına
yeterli ve geçerli faktörlerse Afrika'nın veya Asya'nın
bazı
ülkelerinin dünya klasmanında
her bakımdan
zirvede yer almaları
gerekir. Oysa yeteli istihdam olanaklarının
sağlanamadığı,
ciddi bir vizyoner planlamanın
yapılmadığı
yerde genç nüfus atıllıktan
başka
bir işe
yaramayacaktır.
Üstelik yakın
gelecekte teknolojik ilerlemeler robotlar ve yapay zeka
uygulamalarına
daha fazla imkan vereceğinden
işsizlik
artacak ve insanlar farklı
illegal yöntemlere yöneleceklerdir. Türkiye toplumu öz
benliğinide
büyük oranda zedelemiştir.
Tam manasıyla
batı
veya doğu
kültürünü benimseyen kitleler öz yaşayışını
kaybetmiş
doğu
batı
arasında
adeta bir yarım
form olarak kalmıştır.
Ailenin önemi geçerli olsada boşanmaların
arttığı,
sadakatsizliklerin çoğaldığı,
madde bağımlılığının
arttığı
ve insanların
gittikçe eskiye özlem duyduğu
bir populasyon teşekkül
etmeye başlamıştır.
Bilgi
Teknolojisi Riskleri: Gelecek bilgi ve teknoloji üzerinde
şekillenecektir.
Bu süreçte mevcut ve yeni mühendislik dallarının
geliştirilmesi,
patentlerin artması
ve ar genin geliştirilmesi
öncelikli olacaktır.
Türkiye'de kısa
süre evveline kadar talep olmadığı
gerekçesiyle fen bilim dallarının
kapatılmasının
gündeme taşınması
bu hususta ne denli ciddiyetsiz olunduğunun
göstergesidir. Türkiye'nin bir Ulusal Teknoloji Kitabı'nın
olduğu
meçhuldür. Yazılım,
genetik, siber platformlar gibi hususlarda ciddi eksikler
bulunmaktadır.
Çok iyi yetişmiş
kişiler
büyük oranda beyin göçü ile batı
ülkelerinde yaşantılarını
sürdürmektedir. Köken ve kültür olarak Türk olmasına
rağmen
Nobel'i alan Sancar bile Abd'de yaşamakta,
çalışmalarını
orada sürdürmektedir.
Strateji
Kaynaklı
Riskler: Dünya'da bütün ciddi ülkelerin belirlenmiş
ulusal stratejileri bulunmaktadır.
Ulusal stratejiler kısa
dönemli değil,
ülkelerin onlarca yıllık
öteki hedeflerini muhteviyatlarında
bulunduran planlamalardır.
Bir ülkede iktidar değişebilir
hatta yüz ölçümü değişebilir
fakat belirlenmiş
ulusal stratejiler ana eksenlerinden aşırı
bir sapma göstermezler. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması,
Rusya'nın
ulusal stratejisinin bir Avrasya İmparatorluğu
kurmakla beraber, Kırım,
panslavizim ve sıcak
denizlerin Rusya nezdinde ne denli önemli olduğunu
göstermektedir. Aradan iki buçuk asır
geçmiştir,
Rusya rejimselde dahil olmakla birlikte pek çok değişiklik
yaşamıştır
ancak bugüne bakıldığında
ulusal stratejisinin değişmediği
görülür. Aynı
şekilde
İran,
İngiltere,
Abd, Almanya, Yunanistan, Çin gibi önemli ülkelerinde ulusal
stratejileri mevcuttur. Türkiye'de ise her iktidar dönemine
müstakil dış
politika, güvenlik konsepti, eğitim
programları
belirlenmektedir. Bunlarında
ötesinde Türkiye'nin ileriki yıllarda
kendini nerede görmek istediği
hususunda belirsizlikler bulunmaktadır.
Yani Türkiye'nin mevcut bir ulusal stratejisi bulunmamakta bu durum
Türkiye gibi devlet geleneğine
haiz bir ülke açısından
büyük risk taşımaktadır.
Türkiye'ye
yönelik riskleri belli başlı
gruplar halinde kategorik olarak saptamak kadar önemli olanda
risklere yönelik tedbirlerin belirlenmesidir. Bu tedbirler çok
yönlü ve uzun vadeli olmak durumundadır.
Batı
ile ilişkileri
sekteye uğradığında
plansız
ve programsız
Asya perspektifi ortaya koyan, Asya ile ilişkileri
sorunlu olduğunda
duygusal ve ani tepkilerle batıya
yönelen Türkiye'nin bölgesel vizyonu yok demektir. Bu sebeple de
jeopolitik gerçekleri okuyamayacaktır.
Jeopolitik tanımını
çok iyi yapmış
Türkiye güvenlik konseptini bu doğrultuda
endekslemeye mecburdur. Askeri darbe ve kalkışmalara
karşı
haklı gerekçelerle kaygılı
ve tepkisel yönetsel mekanizmanın
tutumu anlaşılabilir
ancak silahlı
kuvvetlerin kurumsal yapısıyla
alakalı
oldu bittiye getirilen düzenlemeler bize göre 'Danışman
Cuntasının'
hezeyanlarıdır.
Sivilleşme
önemli olmakla birlikte bu durum tepeden uygulanabilecek bir yöntem
değildir.
Asker sivil ilişkilerinin
demokratik düzlemde sağlıklı
işlemesi
için toplumun bireysel ve kurumsal olarak bütünüyle demokratik
bir yelpazede bulunması
gerekir. Şekil
ihtiva eden uygulamalardan vaz geçilmeli, ordunun profesyonelleşmesi
desteklenmelidir. Emekli Oramiral Nusret Güner'in ifadesiyle '' Hava
özellikle Deniz kuvvetleri olmadan tek başına
Kara Kuvvetleri ile yalnızca
sınırlarınız
içerisinde piknik yaparsınız.''
denizci bir devlet olamayan ve deniz bilinci kazandırılamayan
Türkiye'de süratle bu eksiklik giderilmeli hava ekolüde
desteklenmelidir. Ekonominin bir istihbarat bilimi haline geldiği
unutulmamalıdır.
Bu suretle Türkiye'nin resmi ve gayrı
resmi maden stoğu
belirlenmeli, finans ve banka sektöründeki yabancı
sermaye oranları,
sıcak
para miktarı
saptanmalı,
istihdam kapasiteleri ve rekabet ölçekleri ortaya koyulmalıdır.
Bu doğrultuda
milli uzun vadeli bir ekonomi strateji programı
belirlenmelidir. Ekonomi istihbarat koordinasyonu sağlanmalı,
yurt dışı
ekonomik operasyonlar başlatılmalıdır.
Türkiye köklü bir toplum yapısı
bulunmakla birlikte yeni buhranların
aşılabilmesi
için Aile Bakanlığı
ve yerel yönetimler yeni stratejiler geliştirmelidir.
Film ve sinema sektörü motive edici yapımlar
üzerinde yoğunlaşmalıdır.
Sosyal
bilimler önemini korumakla birlikte, gelecekte sosyal medya
uzmanlığı,
robot bilim, genetik, kodlama gibi branşlar
dünyaya yön tayin etmede başarılı
olacaklardır.
Bu sebeple Fen ve Mühendislik Fakülteleri yeni baştan
tedrise edilmelidir. Eğitime
daha fazla pay ayırabilmek
için seferberlik başlatılmalı,
ihmal edilen ilköğretimler
dahil olmak üzere yeni ve verimli model oluşturulmalıdır.
Üretim alanlarında
yazılım
ve hiper teknolojik cihazlar hususunda oldukça gayret sarf etmek
gerekecektir. Bir çamaşır
makinasındaki
malzeme, küçük bir tablet ya da cep telefonundaki malzemeden
kıymet
olarak çok daha fazladır.
Ancak malzeme maliyeti oldukça düşük
olan tablet ya da cep telefonu ekseriyetle o çamaşır
makinesinden daha yüksek bir ücretle satılacaktır.
Yani kâr marjı
oldukça yüksek olacaktır.
İşte
bu tip teknolojik alanlarda markalaşmanın
ve uluslararası
rekabete açılmanın
zamanı
gelmiştir.
Türkiye'de ciddi akademisyenler, siyasetçiler, askerler Türkiye'nin
mevcut gerekliliklerine göre bir ulusal strateji hazırlamalı,
millet bu doğrultuda
motive edilebilmek için görsel ve yazılı
basın
etkin kullanılmalıdır.
Örneğin
Türkiye'nin ulusal stratejisi, Misakı
Milli'ye dayalı
topraklarını
genişletmek,
Körfezde yatırım
yapmak, milli gelirini belirlenmiş
rakama çıkarmaktan
ziyade söz gelimi 50 ülkede askeri üs var etmek, Türk Silikon
Vadisini hayata geçirmek suretiyle dünya ticaretinde önemli yere
sahip olmak ve bir Türk İmparatorluğunu
kurmak olabilir. Dikkat edilirse burada bir rakam, yüz ölçümü ve
ilhak gibi unsurlar sıralanmamıştır.
Çünkü stratejide önerilenlerin hayata geçirilmesi zaten yüksek
milli gelirli ve dünya siyasetini kontrol eden bir Türkiye
yaratacaktır.
Bir
başka
strateji modeli ise Türkiye'nin belirli şehirlerini
belirli dalların
merkezleri haline getirebilmek üzerine kurulu olabilir.
Abd'yi
ele aldığımızda
Las Vegas eğlencenin,
Los Angeles Hollywood üzerinden kültür yani insanlığı
dönüştürücü
fenomenin, Wall Street ekonominin, Washington ise siyasetin
merkezleridir. Türkiye'de de benzer bir model hayata geçirilebilir.
Örneğin
yeni finans merkezi ve tarihi birikimiyle İstanbul
ekonomi ve inançların,
Ankara siyasetin, Antalya film sektörünün yani kültürün,
turistik bir kent ise eğlencenin
merkezi olabilir ve dünyayı
hiç değilse
bölgeyi bu doğrultuda
şekillendiren
cazibe merkezlerinden öte insanlığa
yönelik temel fenomen kentler haline getirtilebilinir.
Görüldüğü
gibi Türkiye ciddi riskler taşımakla
beraber riskleri avantajlara dönüştürebilecek
imkanlarada sahiptir. Yalnız
bir gerçek varsa o da kainatta hiçbir şeyin
durağan
olmadığıdır.
Yani dünyada bölgede hızla
değişmektedir.
Hulasa geç kalınmadan
biran evvel gerekli hazırlıklar
başlatılmalı,
oyun kurucu ülkeler kategorisine yükselinmelidir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)