13 Nisan 2017 Perşembe

TÜRKİYE'DE YAŞANAN ŞUBAT KRİZİ: OLAYLAR, KURUMLAR, AKTÖRLER

Onur Dikmeci
İstihbarat ve Strateji Uzmanı



Türk siyasi tarihinde Cerattepe olayları olarak anılan hadiseler, kamuyounda siyasi maksat içermeyen protestolar ve Gezi süreci gibi siyasi sonuçlarıda talep eden politik dizayn maksatlı ayaklanmalar olarak iki görüş altında toplanmıştır. Olayların temeli ve sonuçlarının incelenmeleri bu çalışmanın konusu olmamakla birlikte Cerattepe olayları sırasındaki bir haftalık süreç tarafımızdan Şubat Krizi olarak adlandırılmış ve incelenmiştir. Artvin Cerattepe'de maden çalışmalarının engellenmesine yönelik başlayan protestolar ile alakalı 23 Şubat ve 24 Şubat günleri hükümet cephesinden farklı açıklamalar gelmiş bu durumda kafalar iyice karışmıştır. Bununlada bitmemiş 25 Şubattan itibaren Yüksek Mahkemenin başka konuda verdiği kararlar ve tartışmaları Mart ayının hemen başında ise hükümet sözcüsü, başbakan, danışman gibi yüksek mevkilerdeki şahsiyetlerin diyalogları dikkatlerden kaçmamış bir nevi kriz mahiyetindeki gelişmelerin yaşandığı sonucuna varılmıştır. 23 Şubat günü Cerattepe çalışmalarıyla ilgili verilen beyanatla başlayan kriz süreci şu şekilde devam etmiştir:

23 Şubat günü Orman ve Su işleri Bakanı Veysel Eroğlu yaptığı açıklamasında "Maden tamamen korumacı mantıkla inşa ediliyor. Ruhsat ve ÇED raporları alınmış mı diye bakıyoruz önce. Madenin çevreye zarar vereceği iddiası yalan. Geri adım atmayacağız" demişti. Yalnızca bir gün sonra yani 24 Şubat 2016'de Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun Yeşil Artvin Derneği ile gerçekleştirdiği görüşmesinden sonra, Cerattepe'deki çalışmaların mahkeme kararı sonuçlanana kadar durdurulacağını söyleyerek 'Cerattepe'nin rengarenk ağaçlarının zarar görmemesine özen gösterilecek. Hukuk devleti kuralları içinde kamu düzenini sağlar, yanlış bir uygulama olursa gereğini yaparız.' diyecekti. Sadece bir gün arayla bakan ve başbakan arasında uyumsuzluk olduğu görülmüş oldu. 25 Şubat günü ise Anayasa Mahkemesi, casusluk iddiasıyla tutuklanan Cumhuriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ile Ankara Temsilcisi Erdem Gül hakkında yürütülen soruşturmada 'hak ihlali' yaşandığına hükmetti. 31 Mayıs 2015'te Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan: '' MİT'e yönelik atılan o iftiralar bir ajan bir casusluk faaliyetidir ve bu gazete de bunların arasına girmiştir. Avukatlarıma talimatı verdim hemen davayı açtım (...) Bu haberi yapan kişinin bunun bedelini ağır ödeyecek öyle bırakmam onu" diyerek şahıslar hakkındaki görüşlerini bildiriyordu.  Başbakan Ahmet Davutoğlu ise Kasım 2015'de , "Hukuki bir süreçtir, hükümetimizin müdahil olduğu bir konu değil. Bu tür durumlarda tutuklama istisnai bir durumudur. Tutuksuz yargılanmaları daha doğru olabilirdi" diyerek tutuksuz yargılamayı savunmuştu. İşte şimdi yüksek mahkemenin kararı kimilerine göre hukuki bir adımken kimilerine göre ise başbakanlık makamıyla yargının örtülü koalisyonu neticesinde bir mesaj misyonu taşıyordu. 26 Şubat tahliyelerin gerçekleştiği tarihti. 27 Şubat günü medyanın süratle geçtiği haberde Başbakan Davutoğlu'nun açıklamaları gündemi sarsmıştı. Başbakan Davutoğlu
 ''Ben buradayken, bu soru haddi değil ama bir arkadaşınız AK Parti’nin lideri kim diye sordu. Evet, AK Parti siyasetinin 13 yıllık başarı hikayesinin efsanevi kurucu lideri Recep Tayyip Erdoğan... Ve ben kendisinden, ‘vefa kongresi’ adını verdiğim ilk olağanüstü kongremizde onurla, delegelerimizin tamamının oyunu alarak, partinin yeni lideri olarak seçildim. ''
diyerek kimilerine göre yasal konumunu hatırlatıyor, geniş bir zümreye göre ise siyasi bir meydan okuma gösteriyordu.
1 Mart tarihinde AYM Başkanı Zühtü Arslan katıldığı bir programda: "Anayasa Mahkemesi'nin, Anayasa'nın ve kanunların kendisine verdiği yetkileri kullanarak verdiği kararlar, herkesi ve her kurumu bağlamaktadır. Bu bir Anayasa kuralıdır" demiş ve Cumhurbaşkanlığı ile aynı fikirde olmadığını belirtmişti. Çünkü 25 Şubat tahliye kararları açıklandığında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan:

''Ben Anayasa Mahkemesi'nin vermiş olduğu karara sadece sessiz kalırım o kadar ama onu kabul etmek durumunda değilim. Karara uymuyorum, saygı da duymuyorum" demiş, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ ise :

"Sayın Cumhurbaşkanı, Anayasa ve yasa ihlali olduğu açık olan bir karar hakkında Anayasa ve Türkiye'nin taraf olduğu insan hakları sözleşmelerine göre hareket etmesi gereken mahkemenin anayasa ihlali yaptığına inandığını ve o nedenle böyle bir açıklama yaptığını zaten ifade etti" diyerek
Cumhurbaşkanı ile aynı düzlemde düşündüğünün mesajını vermişti.

2 Mart günü Hükümet sözcüsü Numan Kurtulmuş'un :
"Sayın Cumhurbaşkanımız AYM kararıyla ilgili kendi kişisel düşüncelerini açıklamıştır. Sayın Cumhurbaşkanımız, Anayasa Mahkemesi'nin kararıyla ilgili kendi kişisel konumunu ortaya koymuştur'' sözlerine karşılık yanıt Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Mustafa Akış'dan geliyor, Akış:

'' Cumhurbaşkanı'mızın, AYM kararını eleştirmesi, kişisel konumlanma değil; devletin ve hükümetin başı sıfatıyla bir açıklamadır.'' diyerek Kurtulmuş'a tepki gösteriyordu. Bu durum başbakan Davutoğlu'na sorulduğunda ise "Cumhurbaşkanı herhangi bir vatandaş gibi eleştiri yapma hakkı vardır. Ben de aynısını söyledim. Cumhurbaşkanı başdanışmanın açıklaması bana gelmiş değil. Ayrıca o anlamda bürokratik birinin açıklamasına cevap verme tutumu içine girmedim, girmem. Türkiye'de devletin başı Cumhurbaşkanı'nın da hükümetin başı Başbakan'ın yetkilerini herkes bilir. Hele hele herhangi bir açıklamayı da bilmiyorum, yorumda da bulunmak istemem ama bir başbakanın bir bürokratın açıklaması üzerine yorum yapmasını doğru bulmam''
diyerek, net bir tepki ortaya koymuştu.

Bu durum kimilerine göre başbakanlık makamının hüviyetinin tekrarlanmasıyken kimilerine göre ise Davutoğlu'nun yeni ve tek liderliğe soyunmak istediğinin göstergesiydi. Darbe, uyumsuzluk, çekişme benzeri terimlerde kullanılsa bu bir haftalık süreçte bir kriz yaşandığı açıktır. Şubat Krizi olarak adlandırdığımız bu evrede özetçe:

23 Şubat Bakan Eroğlu geri adım atılmayacağını belirtmiş
24 Şubat Başbakan Davutoğlu çalışmaların durdurulduğu açıklamasında bulunmuş
25 Şubat AYM tutuklu sanıklar hakkında kararını açıklamış ve kamuoyunda tartışma yaratmış
26 Şubat tahliyeler gerçekleştirilmiş
27 Şubat Başbakan Davutoğlu liderliğini deklare etmiş
1 Mart AYM Başkanı verdikleri kararı savunmuş
2 Mart danışman, hükümet sözcüsü ve başbakan arasında sıcak ve gergin diyaloglar yaşanmıştır.

Şubat Krizinin ne bakımdan değerlendirilmesi gerektiği hususu düşünüldüğünde, çok başlılık, siyasi çekişme, kriz, komplo, vesayet gibi kavramlardan her biri bireylerin sahip oldukları siyasi kanaatlere göre farklılık göstermektedir. Hangi  adla tanımlanırsa tanımlansın bu bir haftalık sürecin oldukça gergin geçtiği açıktır. Şüphe üzerine kurulmuş Türk siyasi anlayışına göre Cumhurbaşkanı ve ekibi köşeye sıkıştırılmak zamanla da tasfiye edilmek isteniyordu. Bu sürecin bugünün birikimine göre değerlendirmeye tabi tutulduğunda hukuki telakkilerden öte siyasi maksatlar taşıdığı kamuoyunun yaygın kanaati haline gelmiştir. Yani bu durum Cumhurbaşkanlığına yönelik siyasi ve hukuki komplolar bütünü olarak tanımlanmıştır.
Türkiye'de kurumların savaşı ve siyasi hukuki çekişmeler hep yaşanmıştır. Güvensizlik, demokrasi kültürünün yeterince sağlıklı yapılandırılamaması, asli sorumluluklar dışına yönlenilmesi temel sebeplerdendir. Türkiye'de hiçbir zaman en güvenilir kurum olarak Yargı, Yasama ya da Yürütmenin görülmemesi çok tartışılacak bir durumdur.
Her ülkede siyasi ve yargısal uyumsuzluklar görülebilir ancak Türkiye'de ki durum diğerlerinden farklıdır. Şubat Krizi olarak adlandırdığımız süreç bunun somut göstergesidir.


11 Nisan 2017 Salı

YENİKAPI RUHU MU? DOLMABAHÇE RUHU MU?


Onur Dikmeci
İstihbarat ve Strateji Uzmanı


Modern Türk siyasi tarihinin en önemli konularından birisi kürt meselesidir. Bu mesele üzerinden dış cenahlar pek çok müdahalede bulunmuş ve Türkiye içsel buhranlara sevk edilmiştir. Bir diğer önemli hususta kürt meselesinin yalnızca Türkiye ile sınırlı olmayışıdır. Çünkü Türkiye'nin komşu ülkeleri; İran, Suriye ve Irak'ta da kalabalık bir kürt nüfusu yaşamaktadır. Özellikle Irak'ın işgalinden sonra bölgeye yeni şekil vermek isteyen Abd, buradan çekilirken garantör bir ülkeye ihtiyaç duyacaktı. Irak kürtleri hem şiiler için dengeleyici bir unsur olabilirdi hem de müttefik kabul edilecek enerji politikaları yönlendirilecekti. Fakat ne denli ordulaşma sürecinede girseler kürtler, şiiler ve araplar karşısında tutunamazlardı. Türkiye bu hususda devreye girebilirdi ancak kendi iç meselesini halletmemişti. İşte Türkiye'nin hem iç ihtiyaçları hem de dış konjonktorel durum yani iç ve dış kesişme neticesinde bir sürece ihtiyaç vardı. Bu süreç uzun ve riskli olacağından geniş bir desteğin sağlanması şarttı. Çözüm süreci olarak adlandırılan dönemin en büyük destekçisi Tsk olmuştu. Aslında bir anlamda açılımı da o başlatmıştı. Nisan 2009 dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un Harp Akademilerindeki konuşmasında vurguladığı teröristte bir insandır onlarda vatandaşımız, Cumhuriyet'in temeli demokrasidir açıklamaları bazı çevrelerde şaşkınlık yaratsa da yeni bir dönemin işareti oluyordu. Ordunun da bu süreçten beklentisi Irak'ın Kuzeyinde hakimiyet sağlamak, Türkiye'de barış ortamı yaratmak ve bunun öncüsü telakkisiyle ayrıcalığını devam ettirebilmekti. Ardından siyasiler, medya, iş dünyası ve bölgenin ileri gelenleri sürece katılım gösterdi. Erbil'de toplantılar düzenlendi dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Neçirvan Barzani'den brifing aldı. Neticede bu aynı zamanda bir samimiyet testiydi. Ve örgüt taraftarları bunda başarılı olamadılar. Süreçte göz yumulan bazı aşırılıklar, bir kesimin kucaklanırken bu seferde diğer kesimlerin ihmal edilmeleri ve sonrasında başlayan terör eylemleri meselenin sonlandırılması gerektiğini gösterdi. Süreçteki önemli konulardan biri İmralı Heyeti ile bazı hükümet mensuplarının Dolmabahçe'de uzlaştıklarını bildiren mutabakattı. Kısa süre sonra bu mutabakat Cumhurbaşkanlığı nezdinde eleştirildi ve devlet milliyetçi politikaları uygulamaya koyarak milliyetçilerin ve ulusalcıların takdirini topladı. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra geniş katılımlı bir toplumsal uzlaşı sağlandı. Yeni sistem önerisinin bu uzlaşıyı sabote ettiği bazı çevrelerce öne sürüldü. Farklı aktörlerin eyalet sistemi imaları ve bu durumun çözüm sürecindeki mutabakatlara bağlanması Yenikapı Ruhunun yerini Dolmabahçe Ruhu mu alıyor? sorularını beraberinde getirdi. Bu teoriye göre Cumhurbaşkanı ve milli zinde güçlere tuzak kurulmak isteniyordu. Bunu daha iyi açıklayabilmek için Dolmabahçe mutabakatı ve sonrasını incelememiz gerekiyor.
Dolmabahçe mutabakatı, çözüm süreci görüşmeleri kapsamında 28 Şubat 2015’te Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan ile HDP’nin İmralı Heyeti arasında gerçekleştirilen görüşme sonrası ortak açıklanan metindi. Bu metin on maddeden oluşuyordu.

Madde 1. Demokratik siyasetin tanımı ve içeriği…
Madde 2. Demokratik çözümün ulusal ve yerel boyutlarının tanımlanması…
Madde 3: Özgür Vatandaşlığın yasal ve Anayasal güvenceleri…
Madde 4: Demokratik siyasetin devlet ve toplumla ilişkisi ve bunun kurumsallaşmasına yönelik başlıklar…
Madde 5: Çözüm sürecinin sosyoekonomik boyutları…
Madde 6. Çözüm sürecinde özgürlük-güvenlik ilişkisinin kamu düzeni ve özgürlükleri koruyacak şekilde ele alınması…
Madde 7: Kadın kültür ekolojik sorunların yasal çözümleri ve güvenceleri…
Madde 8: Kimlik kavramı ve tanımlanmasına dönük çoğulcu demokratik anlayışın geliştirilmesi…
Madde 9: Demokratik cumhuriyet, ortak vatan ve cumhuriyetin demokratik ölçütlerde tanımlanması, çoğulcu yaşam, içinde yasal ve Anayasal güvencelere kavuşturulması…
Madde 10: Bütün bu hamlelerin içselleşmesini hedefleyen yeni bir Anayasa

Dolmabahçe görüşmesinden sonraki süreçte Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın çözüm sürecindeki metotlara ilişkin eleştirileri görülmüştü.  Süreç kapsamında oluşturulması düşünülen İzleme Komitesi ile alakalı Mart 2015'de  '' Ben gazetelerden okuyorum. Böyle bir şeyden doğrusu benim haberim yok. Şunu da çok net söylüyorum ben olumlu bakmıyorum" diyerek tepkisini dile getiriyordu.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Mayıs 2015'te katıldığı bir canlı yayında "Dolmabahçe'de ben o karenin içinde yer almayı hükümet için doğru bulmadım" dedi. İzleme komitesine karşı çıkma nedenini de "Zaten izleme komitemiz var, MİT şu an o işi yapıyor" diyerek belirtiyordu.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 24 Nisan 2016'da yaptığı konuşmada ise  “Bugün terör örgütlerin sırtını sıvazlayanlar aynı kuyuya kendileri düşecekler. Dün biri çıkmış Dolmabahçe mutabakatından bahsediyor. Böyle bir mutabakat yok. Bu iktidarın terör örgütüyle bir mutabakatı söz konusu değildir” diyerek Dolmabahçe sürecini eleştirmişti. Haziran 2015'de ise Pyd'yi Işid'den bile tehlikeli olarak ilan ederek milli cephenin takdirini kazanmış, dış lobilerin ise tepkilerinin sebebi olmuştu. Çünkü onlara göre Pyd bir kara gücüydü. 
Cumhurbaşkanlığı ve Hükümet üyeleri arasındaki bazı uyuşmazlıklar Haziran ve Kasım seçimlerinden sonrada görüldü. Haziran seçimlerinden sonra hükümet üyelerinden bazılarının birtakım koalisyon arayışlarına yönelmeleri ve özellikle Kasım seçimlerinden sonra kabinede Yalçın Akdoğan, Mahir Ünal ile Efkan Ala'nın yer almaları büyük bir kriz demekti. Çünkü üç isimde Cumhurbaşkanı, halk nezdinde ise milliyetçiler ve ulusalcılar tarafından eleştirilen Dolmabahçe görüşmesine katılmışlardı. Bunun dışında dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu Mardin'de yaptığı konuşmasında Mezopotamya vurgusu yapmış, herkesi muhatap alacaklarını bildirmiş Mardin'in birleştirici ruhu tanımlamasıyla ''Mezopotamya Çocuklarını'' selamlamıştı. Mardin geçmişte kilise çanları eşliğinde ezanların okunduğu dialog kenti hüviyetindeydi.
Hükümetin kendi içerisindeki durumlar sebebiyle bir kongreyle Başbakan Davutoğlu yerini Binali Yıldırım'a bırakmıştı. Açıklanacak yeni kabineye göre Dolmabahçe görüşmesinin isimleri zamanla yerlerini başkalarına bırakacaktı. Sistem ve yeni anayasa tartışmalarınında yaşandığı günlerde 15 Temmuz kalkışması yaşandı ve kalkışma bastırıldı. Kalkışmadan sonra bazı tedbirler alınmak zorunda kalındı, Ohal ilan edildi, darbe ile ilnitlili kişiler tutuklanmaya başlandı. Bu uygulamaları halkın çok büyük orandaki bölümü destek verirken, Yenikapı Mitingi ile siyasi parti liderleri yeni bir tablo ortaya koyuyorlardı. Bu uzlaşı tarihe Yenikapı Ruhu olarak geçti ve hemen her parti mensuplarınca desteklendi. Türkiye böyle bir uzlaşıya uzun zamandır tanık olmamıştı. Gündem darbe ve terörle mücadele olduğu için haklı olarak anayasa çalışmaları süresiz ertelendi. Fakat ne olduğu anlaşılamayan biçimde sistem değişikliği önerisi bir başka parti liderince gündeme getirildi, çalışmalar yapıldı ve referandum süreci başlatıldı. Herkes Türkiye'nin yeni bir modele ihtiyacı olduğu hususunda hemfikirdi. Ancak bunun doğru zamanı konusunda çekincelerde bulunmaktaydı. Herkesin bütünleştiği bir ortam tarihinde nadir görülecek biçimde zedelenmeye başladı. Bazı yabancı medya kuruluşları Cumhurbaşkanlığını diktatörlükle andı Cia'ya yakın gazete Washington Times yeni sistemle beraber Cumhurbaşkanının yargılanması gerektiğini yazdı. Terör örgütü yöneticisi Cemil Bayık ise farklı bir açıklamada bulunarak Dolmabahçe ruhuna bağlı olduklarını belirtti ve gündemden kaldırılmış olan meseleyi yeniden hatırlattı.
Bir ülkede birlik ve beraberlik en üst düzeyde sağlanmış, OHAL hiç olmadığı kadar desteklenmiş, terörle mücadelede herşeyin yapılması gerektiği kamuoyunca dile getirilmişken neler olmuştuda yeni süreçle Diktatör bir Türkiye havası estirilmişti?
Referandum tercihine göre Evet diyenler iki gruba ayrılıyorlardı. Birinci grup Türkiye'nin daha da yanlış adımlar atmasını umarak yalnızlaşmasını, yaptırımları ve belkide idam sehpalarının kurulmalarını tasarlayarak yıkıntı evresine girmesini isteyenlerdi. İkinci grup ise milli ruh sabotesinin bir plan olduğunu idrak ederek destek veren ve planların bozulması için desteklerini belirtenlerdi. Referandum tercihleri hayır olanlarda iki gruba ayrılıyordu. Birinci grup yeni modelin kabul edilmemesi ile birlikte Cumhurbaşkanı ve hükümetin itibarsızlaştırılması, köşeye sıkıştırılması ve tasfiye edilmesi sürecinde yer almak isteyenlerdi. İkinci grup ise kaygıları bulunan ve eski yeni birliğin ancak bu şekilde tesis edileceğini düşünenlerdi.  Bu iki karardan (evet ya da hayır) birinci gruptakiler aslında Türkiye'nin felaketini tasarlayanlardı. Bu sebeple süreç ve sonrası çok hassas olacaktır.
Eski veya yeni sistem farketmeksizin Türkiye'de federatif bir modelin hayata geçirileceği bir gerçektir. Buna yeni sistemin daha uygun olacağıda açıktır. Fakat iç ve dış kamuoyu baskısıyla terör örgütü ile müzakereler üzerinden bir model Türk devlet yapısını oldukça zedeleyecektir. Yine islami temelli bir federasyon fikri yıkıcı etkilere haiz olacaktır. Çünkü ideolojik veya dini birliktelikler dünya üzerinde varlıklarını sürdürememişlerdir. Hulasa yeni sistem ve süreçten pay çıkartmak gayretli niyetlerin önüne geçilmeli, terör örgütü yurtiçinde ve yurt dışında tamamen yok edilmelidir. Bundan sonra yerel yönetimler değişiklikleri konuşulabilir. Önümüzdeki süreç bir anlamda Yenikapı Ruhu mu? Dolmabahçe Ruhu mu? sorusuna yanıt aranacağı evre olacaktır.

10 Nisan 2017 Pazartesi

KUŞATMA ALTINDAKİ TÜRKİYE: TÜRKİYE'NİN KARŞILAŞTIĞI RİSKLER VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ


Onur Dikmeci
İstihbarat ve Strateji Uzmanı


Dünya üzerindeki her ülkenin belirli avantajları bulunmakla birlikte karşılaştığı ya da karşılaşacağı riskler/tehditlerde bulunmaktadır. Türkiye ciddi bir ülke olmasına rağmen değişik riskleride taşımakta ve üstesinden gelinemeyen risklerin katsayılarıda artmaktadır. Çözüm önerileri geliştirebilmek için riskleri belirlemenin temel olacağı bir yaklaşımda Türkiye'nin maruz kalacağı riskler şu kategorilerde tasnif edilebilir

Jeopolitik Riskler: Türkiye bulunduğu konum itibariyle her ne kadar yüksek potansiyel ihtiva eden mevkiye sahip olsada Kafkasya, Ortadoğu ve Balkanlar gibi dünyanın en sorunlu ve istikrarsız bölgelerine kültürel ve coğrafi olarakta yakındır. Bu bölgelerde meydana gelen ve halâ sürecek olan iç çatışmalar ve sınır değişikliği gibi etmenler Türkiye'ye de yansımaktadır. Çünkü artık ülkeler birbirleriyle son derece entegredir. Irak bir operasyona maruz kaldıktan itibaren Türkiye'nin Kuzey Irak hassasiyeti artmıştır. Bağımsız bir kürt devletinin dezavantajları tartışılmakta bunun irredentist bir mahiyete bürünme ihtimali ciddi bir kaygı olarak kabul edilmektedir. Aynı sorunlar diğer ülkelerdeki istikrarsızlık için de geçerli olacaktır. Türkiye etrafında meydana gelen ve gelebilecek sınır değişikliliklerinden bu olaylardan uzak dursa dahi etkilenecektir. Yani Türkiye'nin jeopolitik konumu avantaj olmasının yanında ciddi riskleride taşımaktadır.




Askeri Riskler: Türkiye kökenlerinin uzandığı Asya'dan itibaren ordu öncelikli bir yapıda olmuş ve son üç asırında da ordu bürokrasi ve ordu halk ilişkileri inişli çıkışlı bir süreç izlemiştir. Devleti Aliyye'nin yeniden restore edilmesinin birincil koşulu olarak ordu modernizasyonu şart görülmüş ve askeri alanda pek çok ıslahat yapılmıştır. Sınıfsız toplum yapısına sahip Türk siyasi tarihinde askeri zümre devletin çekirdeği, pozitivist akımların etkisiyle aydınlanmanın öncüsü ve yeni rejimin ilanıyla rejim koruyucusu gibi misyonlar üstlenmenin yanında burjuva sınıfının oluşturulmasında da rol oynamıştır. Bu denli önemli görevleri üstlenmiş bir zümrenin ayrıcalıklı bir sınıf olarak telakki edilmesi olası olmasının yanında askeri müdahalelere doğal zemin yaratması bakımından da önemlidir. Askeri darbeler ve muhtıralar ordunun geneli itibariyle halk nezdinde itibarını sarsmış olabilir fakat emir komutanın oldukça laçka edildiği ve ordunun halk ile karşı karşıya kaldığı 15 Temmuz süreci gibi bir hadise Türk siyasi tarihinde görülmemiştir. Bu askeri kalkışma başarısız olarak nitelendirilsede bazı bakımlardan oldukça başarılıdır. Disiplini Prusya ekolüne dayanan orduya disiplin çiğnetilmiş, halk nezdinde oldukça puan kaybetmiş, asker sivil ilişkilerinin çokta doğru olmayan bazı yeni uygulamalarıyla kurumsal yapısıyla alakalı belirsizlikler oluşmuştur. Bunun yanında ordu çağın gerekliliklerine tam manasıyla adapte olamamıştır. Siber güvenlik timini var edememenin yanında, uzay komutanlığını hayata geçirememiştir. Ordu da halâ biyolojik, kimyasal saldırı olasılıklarına yönelik tedbirleri geliştirememiştir. Lojistik, ikmal, maliye gibi askerlikle alakası bulunmayan birimlerle iştigal edilmesi ordu konsantırasyonuna zarar vermektedir.




Ekonomik Riskler: Asya steplerinden itibaren Türklerin ekonomik konularla arası iyi olmamıştır. Bunun coğrafi faktörleri ağır basmakla birlikte Devleti Aliyye'nin buhranlı günlerinde de ciddi bir ekonomik politika geliştirilememiştir. İlk dış borçlanma ve para basma yetkisinin yabancılara verilmesiyle bağımsız para politikasını terk eden devlet Cumhuriyet döneminde ilk başlarda toparlanmakla beraber sonrasında yine borçlanan, yeterli istihdam yaratamayan bir ülke haline gelmiştir. İthal ikameci politikalar yakın dönemde bir kenara bırakılmış bu bir bolluk getirmekle birlikte kısa zamanda Türkiye'yi yabancı marka pazarına çevirmiştir. Türkiye'de ki bütün askeri ve sivil darbelerin mutlaka ekonomik boyutları bulunmaktadır. Son yıllarda ekonomik olarak bir toparlanma yaşanmakla birlikte kimi kesimlerden özelleştirmeler ve piyasadaki sıcak paraların kaynak ve akıbetleriyle ilgili eleştirilerde yöneltilmektedir. Türkiye ekonomik potansiyeli bulunmakla birlikte ciddi ekonomik risklerde yaşayan ve yaşayacak olan ülke sinyalini vermektedir.




Toplumsal Riskler: Genç, dinamik yapısı artan nüfusu ve milli manevi bağlarıyla Türkiye güçlü bir yapı sergiliyor gibi görünsede ciddi riskleride taşımaktadır. Genç ve kalabalık nüfus büyük güç olmak için tek başına yeterli ve geçerli faktörlerse Afrika'nın veya Asya'nın bazı ülkelerinin dünya klasmanında her bakımdan zirvede yer almaları gerekir. Oysa yeteli istihdam olanaklarının sağlanamadığı, ciddi bir vizyoner planlamanın yapılmadığı yerde genç nüfus atıllıktan başka bir işe yaramayacaktır. Üstelik yakın gelecekte teknolojik ilerlemeler robotlar ve yapay zeka uygulamalarına daha fazla imkan vereceğinden işsizlik artacak ve insanlar farklı illegal yöntemlere yöneleceklerdir. Türkiye toplumu öz benliğinide büyük oranda zedelemiştir. Tam manasıyla batı veya doğu kültürünü benimseyen kitleler öz yaşayışını kaybetmiş doğu batı arasında adeta bir yarım form olarak kalmıştır. Ailenin önemi geçerli olsada boşanmaların arttığı, sadakatsizliklerin çoğaldığı, madde bağımlılığının arttığı ve insanların gittikçe eskiye özlem duyduğu bir populasyon teşekkül etmeye başlamıştır.




Bilgi Teknolojisi Riskleri: Gelecek bilgi ve teknoloji üzerinde şekillenecektir. Bu süreçte mevcut ve yeni mühendislik dallarının geliştirilmesi, patentlerin artması ve ar genin geliştirilmesi öncelikli olacaktır. Türkiye'de kısa süre evveline kadar talep olmadığı gerekçesiyle fen bilim dallarının kapatılmasının gündeme taşınması bu hususta ne denli ciddiyetsiz olunduğunun göstergesidir. Türkiye'nin bir Ulusal Teknoloji Kitabı'nın olduğu meçhuldür. Yazılım, genetik, siber platformlar gibi hususlarda ciddi eksikler bulunmaktadır. Çok iyi yetişmiş kişiler büyük oranda beyin göçü ile batı ülkelerinde yaşantılarını sürdürmektedir. Köken ve kültür olarak Türk olmasına rağmen Nobel'i alan Sancar bile Abd'de yaşamakta, çalışmalarını orada sürdürmektedir.




Strateji Kaynaklı Riskler: Dünya'da bütün ciddi ülkelerin belirlenmiş ulusal stratejileri bulunmaktadır. Ulusal stratejiler kısa dönemli değil, ülkelerin onlarca yıllık öteki hedeflerini muhteviyatlarında bulunduran planlamalardır. Bir ülkede iktidar değişebilir hatta yüz ölçümü değişebilir fakat belirlenmiş ulusal stratejiler ana eksenlerinden aşırı bir sapma göstermezler. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması, Rusya'nın ulusal stratejisinin bir Avrasya İmparatorluğu kurmakla beraber, Kırım, panslavizim ve sıcak denizlerin Rusya nezdinde ne denli önemli olduğunu göstermektedir. Aradan iki buçuk asır geçmiştir, Rusya rejimselde dahil olmakla birlikte pek çok değişiklik yaşamıştır ancak bugüne bakıldığında ulusal stratejisinin değişmediği görülür. Aynı şekilde İran, İngiltere, Abd, Almanya, Yunanistan, Çin gibi önemli ülkelerinde ulusal stratejileri mevcuttur. Türkiye'de ise her iktidar dönemine müstakil dış politika, güvenlik konsepti, eğitim programları belirlenmektedir. Bunlarında ötesinde Türkiye'nin ileriki yıllarda kendini nerede görmek istediği hususunda belirsizlikler bulunmaktadır. Yani Türkiye'nin mevcut bir ulusal stratejisi bulunmamakta bu durum Türkiye gibi devlet geleneğine haiz bir ülke açısından büyük risk taşımaktadır.










Türkiye'ye yönelik riskleri belli başlı gruplar halinde kategorik olarak saptamak kadar önemli olanda risklere yönelik tedbirlerin belirlenmesidir. Bu tedbirler çok yönlü ve uzun vadeli olmak durumundadır.

Batı ile ilişkileri sekteye uğradığında plansız ve programsız Asya perspektifi ortaya koyan, Asya ile ilişkileri sorunlu olduğunda duygusal ve ani tepkilerle batıya yönelen Türkiye'nin bölgesel vizyonu yok demektir. Bu sebeple de jeopolitik gerçekleri okuyamayacaktır. Jeopolitik tanımını çok iyi yapmış Türkiye güvenlik konseptini bu doğrultuda endekslemeye mecburdur. Askeri darbe ve kalkışmalara karşı haklı gerekçelerle kaygılı ve tepkisel yönetsel mekanizmanın tutumu anlaşılabilir ancak silahlı kuvvetlerin kurumsal yapısıyla alakalı oldu bittiye getirilen düzenlemeler bize göre 'Danışman Cuntasının' hezeyanlarıdır. Sivilleşme önemli olmakla birlikte bu durum tepeden uygulanabilecek bir yöntem değildir. Asker sivil ilişkilerinin demokratik düzlemde sağlıklı işlemesi için toplumun bireysel ve kurumsal olarak bütünüyle demokratik bir yelpazede bulunması gerekir. Şekil ihtiva eden uygulamalardan vaz geçilmeli, ordunun profesyonelleşmesi desteklenmelidir. Emekli Oramiral Nusret Güner'in ifadesiyle '' Hava özellikle Deniz kuvvetleri olmadan tek başına Kara Kuvvetleri ile yalnızca sınırlarınız içerisinde piknik yaparsınız.'' denizci bir devlet olamayan ve deniz bilinci kazandırılamayan Türkiye'de süratle bu eksiklik giderilmeli hava ekolüde desteklenmelidir. Ekonominin bir istihbarat bilimi haline geldiği unutulmamalıdır. Bu suretle Türkiye'nin resmi ve gayrı resmi maden stoğu belirlenmeli, finans ve banka sektöründeki yabancı sermaye oranları, sıcak para miktarı saptanmalı, istihdam kapasiteleri ve rekabet ölçekleri ortaya koyulmalıdır. Bu doğrultuda milli uzun vadeli bir ekonomi strateji programı belirlenmelidir. Ekonomi istihbarat koordinasyonu sağlanmalı, yurt dışı ekonomik operasyonlar başlatılmalıdır. Türkiye köklü bir toplum yapısı bulunmakla birlikte yeni buhranların aşılabilmesi için Aile Bakanlığı ve yerel yönetimler yeni stratejiler geliştirmelidir. Film ve sinema sektörü motive edici yapımlar üzerinde yoğunlaşmalıdır.

Sosyal bilimler önemini korumakla birlikte, gelecekte sosyal medya uzmanlığı, robot bilim, genetik, kodlama gibi branşlar dünyaya yön tayin etmede başarılı olacaklardır. Bu sebeple Fen ve Mühendislik Fakülteleri yeni baştan tedrise edilmelidir. Eğitime daha fazla pay ayırabilmek için seferberlik başlatılmalı, ihmal edilen ilköğretimler dahil olmak üzere yeni ve verimli model oluşturulmalıdır. Üretim alanlarında yazılım ve hiper teknolojik cihazlar hususunda oldukça gayret sarf etmek gerekecektir. Bir çamaşır makinasındaki malzeme, küçük bir tablet ya da cep telefonundaki malzemeden kıymet olarak çok daha fazladır. Ancak malzeme maliyeti oldukça düşük olan tablet ya da cep telefonu ekseriyetle o çamaşır makinesinden daha yüksek bir ücretle satılacaktır. Yani kâr marjı oldukça yüksek olacaktır. İşte bu tip teknolojik alanlarda markalaşmanın ve uluslararası rekabete açılmanın zamanı gelmiştir. Türkiye'de ciddi akademisyenler, siyasetçiler, askerler Türkiye'nin mevcut gerekliliklerine göre bir ulusal strateji hazırlamalı, millet bu doğrultuda motive edilebilmek için görsel ve yazılı basın etkin kullanılmalıdır. Örneğin Türkiye'nin ulusal stratejisi, Misakı Milli'ye dayalı topraklarını genişletmek, Körfezde yatırım yapmak, milli gelirini belirlenmiş rakama çıkarmaktan ziyade söz gelimi 50 ülkede askeri üs var etmek, Türk Silikon Vadisini hayata geçirmek suretiyle dünya ticaretinde önemli yere sahip olmak ve bir Türk İmparatorluğunu kurmak olabilir. Dikkat edilirse burada bir rakam, yüz ölçümü ve ilhak gibi unsurlar sıralanmamıştır. Çünkü stratejide önerilenlerin hayata geçirilmesi zaten yüksek milli gelirli ve dünya siyasetini kontrol eden bir Türkiye yaratacaktır.




Bir başka strateji modeli ise Türkiye'nin belirli şehirlerini belirli dalların merkezleri haline getirebilmek üzerine kurulu olabilir.

Abd'yi ele aldığımızda Las Vegas eğlencenin, Los Angeles Hollywood üzerinden kültür yani insanlığı dönüştürücü fenomenin, Wall Street ekonominin, Washington ise siyasetin merkezleridir. Türkiye'de de benzer bir model hayata geçirilebilir. Örneğin yeni finans merkezi ve tarihi birikimiyle İstanbul ekonomi ve inançların, Ankara siyasetin, Antalya film sektörünün yani kültürün, turistik bir kent ise eğlencenin merkezi olabilir ve dünyayı hiç değilse bölgeyi bu doğrultuda şekillendiren cazibe merkezlerinden öte insanlığa yönelik temel fenomen kentler haline getirtilebilinir.

Görüldüğü gibi Türkiye ciddi riskler taşımakla beraber riskleri avantajlara dönüştürebilecek imkanlarada sahiptir. Yalnız bir gerçek varsa o da kainatta hiçbir şeyin durağan olmadığıdır. Yani dünyada bölgede hızla değişmektedir. Hulasa geç kalınmadan biran evvel gerekli hazırlıklar başlatılmalı, oyun kurucu ülkeler kategorisine yükselinmelidir.