İstihbarat ve Strateji Uzmanı
Ahmet
Cevdet Paşa, 1822 yılında Bulgaristan’ın Lofça kentinde
doğmuştur. Devrinin en mühim entelektüel şahsiyetlerinin başında
gelen Cevdet Paşa, özellikle hukuk ve tarih alanında mühim
çalışmalar vermiştir. Darûl-Muallim Müdürlüğü, Adliye
Nazırlığı gibi üst bürokratik görevlerde bulunmuş, Fransız
Akademisine benzer biçimde bilimsel çalışmalar düzenlemek için
oluşturulan Türk İlimler Akademisi’nin 40 kişilik Encümen
heyetinde yer almıştır. Makalemizin ana temasını oluşturan
Cevdet Paşa Tarihi/ Tarih-i Cevdet, bu encümen heyetinin
direktifleri doğrultusunda Cevdet Paşa tarafından yazılmıştır.
Paşa, eserinde 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan, 1826
Vaka-i Hayriye olayına kadarki dönemi, dönemin şartlarını,
Devlet-i Aliyye’nin siyasal ve sosyal durumlarını ve Dünya’da
ki mühim hadiseleri aktarmıştır. Tarih-i Cevdet’te yer alan
çarpıcı mevzuları başlıklar halinde kategorize edip irdelemek
eserin ne anlattığı hususunda daha aydınlatıcı olacaktır.
Tarih-i
Cevdet’te birinci sınıf Devlet adamlarının kusurları ortaya
koyulmuştur. Bu
husus kuru bir eleştiriden çok sebep sonuç bağlamında bütünsel
bir olgu olarak yer almıştır. Örneğin, Emevi Halifesi II. Velid
İslâm’ı tahrik eden, Şeyhülislam Feyzullah Efendi, Köprülü
Amcazede Hüseyin Paşa’nın şöhretine haset gösteren ikbal
düşkünü, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, talim yaptırmadığı
için nizam bozan, gereksiz harcamaları sebebiyle israfkâr olarak
nitelendirilmiş Padişahlar ise doğrudan eleştirilmek yerine
dönemsel eleştiriler yapmak tercih edilmiştir. Merzifonlu Kara
Mustafa Paşa’nın idamı, Kanuni Dönemindeki fetih politikasının
eleştiriye tabi tutulması bu hususa verilebilecek örnek
mahiyetindedir. Fütuhatın
Avrupa kıtasına yayılmasını açıkça tenkit etmektedir.
Yavuz’un saltanatı boyunca amacının İran ve Hindistan’ı
hilafete bağlayarak, Kazan, Tataristan, Kırım’ın Osmanlı
vilayeti olarak Türk ve İslâm unsurlarının Devlet-i Aliyye
uhdesinde bulunmasını böylece Kafkaslarda hakimiyet sağlanacağını
vurgulamıştır. Cevdet Paşa, bu düşüncesiyle isabetli bir
noktaya değinmiştir. Hakikaten Kafkas hakimiyeti tam manasıyla
sağlanabilse, Rusların güçlenmesi engellenebilecek II. Viyana
kuşatması gibi hadiselerde Kuzey’den gelen desteklerin önüne
geçilmiş olacaktı. Ayrıca kültüren ve dinen birbirine yakın
bölgeleri egemenlik altına alıp ileriki zamanlarda baş gösterecek
mezhepi taassupların önüne geçilerek Hilafet otoritesi
sağlamlaştırılmış Doğu’da bütünlük sağlanarak akabinde
kademeli Batı fütuhatı düşünülmüş olabilir. Tarih-i
Cevdet’te dikkat çeken diğer husus Türk kavramına yapılan
vurgudur.
Tarih-i Cevdet’in yazılmaya başladığı XIX. Yüzyıl ortaları
daha ziyade Osmanlılık kavramına dikkat çektiğinden kavram
olarak dâhi Türk kelimesinden genel manada itinayla
kaçınılmaktaydı. Fakat Tarih-i Cevdet’te, Osmanlı Hanedanı’nın
atalarının Türkistan’da hüküm sürmüş asil kişiler
olduğunun yazılıp Orta Asya’ya vurgu yapılması, Kafkasya’dan
bahsedilirken Hun, Kalmuk, Hazar gibi Türk boylarının yer alması,
Cengiz’in fetih hareketi anlatılırken köken olarak Farsçada
olsa Türklerin yurdu manasında olan Turan ifadesinin kullanılması
ve Osmanlı hanedanının Türklüğe ait güzellikleri ve yiğitliği
taşıdığının açıkça yazılması Türklük ile ilgili dikkat
çekici noktalardır. Tarih-i
Cevdet’te Yalnızca Devlet-i Aliyye ile sınırlı kalınmayıp
dönemin Dünyada cereyan eden mühim hadiselerine de değinilmiştir.
Özellikle
İkinci ciltte Amerikan Bağımsızlık savaşı bu savaşta
Fransız-İngiliz çekişmeleri, Rusya’nın sıcak denizler emeli
ile Prusya Kralı II. Frederik’in ölümü ayrıntılı olarak yer
almıştır. Üçüncü ciltte ağırlıklı olarak Kafkasya ve
Kafkas halkları hususunda bilgi verilmiş antropolojik birde tasnif
yapılmıştır. Altıncı ciltte ise büyük biçimde Fransız
İhtilali anlatılmıştır.
Türk Rus ilişkileri detaylı olarak işlenir.
Buna göre Ruslar, sinsi ve içten pazarlıklıdır. Türk-Rus
ilişkileri kapsamında Kırım ve dolaylarının sosyal yapısıda
aktarılarak bölgenin adeta kuşbakışı röntgeni çekilmiştir.
Tarih-i
Cevdet’te bir diğer husus Fransız İhtilalidir.
İhtilal sonrasında çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu büyük
yara alacağından Devlet-i Aliyye döneminde yaşamış bir
‘Osmanlı’ aydınının ne düşündüğü oldukça önemlidir.
Fransa’nın sosyal yapısı ve iktisadi manadaki çöküntüsü
detaylı anlatılır. Cevdet Paşa, Fransa’da ki sınıfsal
ayrıcalığın Halk’ı nasıl bezdirdiğini açıkça anlatır ve
ihtilale giden süreci bir bakıma haklı bulur. Fakat özellikle
Napolyon’un Mısır seferine tepki gösteren Cevdet Paşa bunu
ihtilalin ahlaksızlığı olarak nitelendirerek Fransa’da yaşanan
kanlı sürecin pekçok haksızlık barındırdığını düşünür.
Cevdet Paşa’nın Fransız ihtilali ile ilgili aktardıkları
aslında bugün bile hemen hepimizin kabul edebileceği mahiyettedir.
O ihtilali kuru bir gereksizlik olarak görmemiş, aksine Halk’ın
çektiği acılara değinerek ayaklanmanın kayırmacı sistemden
kaynaklandığını belirterek başlangıç olarak haklılığını
savunmuştur. Netice itibariyle ihtilal yanlış sonuçlar
doğurmuştur. Zaten bu da bugün hepimizin bu şekilde kabul ettiği
durumdur. Tarih-i
Cevdet’te az değinilen konulardan birisi iktisadi mevzulardır.
Kalkınmaya
ihtiyaç olduğunu vurgulayan Cevdet Paşa, vergilerin sağlıklı
kullanılmasını istemektedir. Tarih-i
Cevdet’te Devlet-i Aliyye’de ki yenileşme hareketleri yerinde ve
olumlu bulunup bu minvalde aktarılmıştır.
Bu devirde bile eleştirilen ve kendi devrinin en hararetli
eleştirilerine maruz kalan III. Selim ve II. Mahmut’un
uygulamalarının XIX. Yüzyılda yaşamış bir Osmanlı Aydın’ı
tarafından ne şekilde idrak edilip anıldığı mühimdir. II.
Mahmut’tan birkaç yerde bahsedilirken ‘’Devlet
ağacına musallat olan haşereler temizlenmiş, kuru dallar
kesilmiştir.’’ gibi
ifadelerle olumlu benzetmelere gidilmiştir. III. Selim döneminde
Devlet ileri gelenlerinden, Koca Yusuf Paşa, Tatarcık Abdullah
Efendi, Halil Hamid Paşa gibi yöneticilerden lâyihalar alındığı
vurgulanır. Buna göre III. Selim devrinin en büyük sorunu modern
teçhizat ve eğitimden yoksun disiplinsiz Osmanlı Yeniçerileridir.
Tophanelerin kurulması, Ordu’nun periyodik aralıklarla teftişi,
ateşli silahların eğitimi gibi hususların yanında talimin önemi
vurgulanmıştır. O devirde Talimli Asker nezareti kurulduğu da
belirtilmiştir.
Tarih-i Cevdet’te bürokratik görevlerden alınma ve atanma gibi
meselelerde sıkça yer almaktadır.
Yaklaşık iki asır evvelindeki bir Şeyhülislam’ın görevden
alınması veya Vezir-i Azam’ın azledilmesi ilk bakışta bugün
gereksiz bir ayrıntı gibi gözükebilir. Fakat anlatılan hemen
bütün azil işlerinde varılacak sonuç Mevcut kadroların misli
katı yönetici istihdamı, bu sebeple kabiliyetsiz kişilerin üst
mevkilerde bulunması, yöneticiler, kadılar gibi ileri gelenlerin
keyfi vergilendirme ve rüşvet gibi uygulamalarla Devlet
mekanizmasının nasıl zarar gördüğüdür…
Tarih-i
Cevdet’in belirgin noktalarını kategorize ederek vermeye
çalışırken Devlet-i Aliyye’nin o zamanki genel durumu konusunda
sonuca vardık. Buna göre Devlet-i Aliyye, Rusya ile her daim
mücadelede, Kafkasya fütuhatını zamanında gerçekleşirememenin
bedelini ödeyen, gerekli ekonmik, teknik özellikle askeri açıdan
geri kalmış, yeni düzenlemeler almak zorunda kalan iyi niyetli
kimi Yönetici ve Hanedanlığın kontrolündedir. Devlet-i
Aliyye’nin genel durumu anlatılırken Dünya’da vuku bulan
olaylara da değinilmesi bütünsel bir tarih aktarımını sağlamış
ve oldukça doyurucu bir eser karşımıza çıkarmıştır.
Tarih-i
Cevdet Türk siyasi tarihinin stratejik noktalarını anlamak
bakımından önemlidir. Ancak bir önemde Cevdet Paşa'nın üyesi
olduğu Türk İlimler Akademisini tanımak konusudur. Günümüz
Türkçesindeki bu kavramın o zamanda ki karşılığı Encümeni
Danış idi. Yani görüldüğü gibi Encümeni Danış gizli bir
devlet yapılanması, istihbarat teşkilatı ya da kendi içerisinde
gizemli ritüelleri barındıran masonik bir birim değil legal
resmi, kültürel çalışmalarda bulunan ve günümüz Talim Terbiye
Kurulu benzeri bir oluşumdu. Gerçi Encümeni Danış'ın James
Redhouse gibi şarkiyatçı ve misyonerlik çalışmalarına önem
veren bir şahısı barındırması soru işaretlerine sebebiyet
verebilir ancak bu bile bu kurumu kapalı, gizli, vurucu gücü olan
bir istihbarat yapılanmasına dönüştüremez. Encümeni Danış'ın
yakın siyasi tarihte gündeme getirilmesi ise Hatay Cumhuriyeti
Cumhurbaşkanı Tayfur Sökmen'in oğlu Murat Sökmenoğlu'nun
röportajıyla eş zamanlıdır. Buna göre Sökmenoğlu kendisi gibi
itibarlı ve kariyerli bürokrat ve devlet adamlarıyla toplantılar
düzenleyip siyasi mevzularda tartışmaları Fahri KoruTürk
tarafından ''Sizler Encümeni Danışsınız sizlere ihtiyacımız
var'' şeklinde karşılık buluyormuş. Tabi bu cümle bir teşvik
ve onore etmenin yanında istihbari bir oluşuma vurgu yapmayan hafif
nüktedan bir üslubun eseridir. 2000'li yıllarda ki bir furya
Encümeni Danışı daha da gizemli hale getirdi ve Orgeneral Hüseyin
Kıvrıkoğlu'ndan üst düzey askeri ve sivil isimlere kadar elit
bir zümrenin bu oluşumla ilişkilendirilmesine yol açtı. O
tarihlerde Türkiye bir dönüşüm yaşıyor ve sivilleşmenin
tepeden inme uygulamalarına tanık oluyordu. Bu durum militarist
veya ulusalcı, saf ve milli duygulara haiz ancak devlet üstü
gruplarda kurtuluşu arayan bir grubun umutlarını hayali
organizasyonlara bağlamasına sebebiyet verdi. Encümeni Danış'ın
kendisi hayal ürünü değildi ancak yapısı ve içeriği ile
alakalı söylentiler gerçeğin çok dışındaydı.
Türkiye'nin
de diğer devletler gibi gizli istihbari birimlerinin bulunması
muhtemeldir. Bu oluşumlar ordu içerisinde bulunduğu gibi asker
sivil organizasyonunu da içerebilir. Soğuk Savaş dönemindeki Özel
Harp Daireleri bir anlamda, MGK Genel Sekreterliğine bağlı eskinin
Toplumla İlişkiler Başkanlığı ve bağlı kuruluşları toplumun
kafasındaki Encümeni Danışın karşılığı olabilir. Ancak
gizli teşkilat veya teşkilatlardaki geçmişin bir süreklilik arz
ettiği söylenemez çünkü en eski sistemli ve milli bir istihbarat
birimi olan Teşkilatı Mahsusa'nın zihniyet, yöntem ve kadrolaşma
bakımından devam ettiğini öne sürmek mümkün değildir.
Sadece
işgal değil, kitlesel biyolojik nükleer siber ekonomik ve
nanoteknolojik saldırıları ve doğal afetleride kapsayan hazırlık
çalışma ve uygulamaları içeren birimlerin oluşturulması
hayatidir. Encümeni Danış, Göktürklerden itibaren sürdüğü
iddia edilen Börü Budun ve Mustafa Kemal Atatürk'ü yetiştiren
teşkilat olarak gösterilen Asakiri Milliye gibi tanımlar güzel,
ilgi ve heyacan uyandırıcı hikayelerdir. Ancak devlet hikayeler
ile yönetilemez. Kimyasal ve Biyolojik Silahlar birimi bulunmayan
bir Silahlı Kuvvetler ile Uzay Masasını var edememiş Savunma
Bakanlığına sahip Türkiye kısa süre evvel işgal yaşamayacağı
gerekçesiyle Seferberlik Tetkik Kurullarınıda kapatmıştı.
Psikolojik Harekat ise askerler veya siviller tarafından çok büyük
oranda iç kamuoyuna uygulandı. Dış istihbaratla ilişkilendirilen
Mit personelinin yalnızca yüzde üçü dış görevlerde
değerlendirilirken, çoğu Türk diplomat görev yaptıkları
ülkelerin dilini ve kültürünü bile bilmiyordu. Zengin tarihi ve
potansiyeline rağmen bu gibi zaaflarıda bulunan Türkiye için
ciddi manada hükümetler ve partiler üstü bir strateji ile bu
stratejilere uygun çok yönlü birimlerin hayata geçirilmesi
gerekmektedir. Bir asır daha Encümeni Danış Masalları dinlemeye
dillendirilmeye imkan olmayabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder