29 Mart 2017 Çarşamba

ÜST AKIL OPERASYONLARI: SUİKASTLER, ZİHİN KONTROL, NAZİLER VE SİYASİ ELİTLER BAĞLAMINDA BİR İNCELEME


Onur Dikmeci
İstihbarat ve Strateji Uzmanı




Yirminci yüzyıl istihbarat ve bilim dünyasında yeni bir alanın keşfedilmesine ve bu alan hususunda özel çalışmalarla yeni kaotik süreçlerin belirlenmesine öncülük etmiş bir zaman dilimidir. Adolf Hitler'in okült çalışmalar, mitoloji, insan kontrol deneyleri kendisinden sonraki kişi ve kurumlara bambaşka bir kulvarı hatıra bırakmasına sebep oldu. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ruhen çöküntü yaşayan askerlerin sosyal yaşama adaptesi için kullanılan Tavistoc Kliniği, yeni bulgularla artık zihin kontrol operasyonlarınıda yönetecekti. İlaçlar, hipnoz, telkin gibi yöntemlerle tasarlanan proje MK ULTRA olarak adlandırılıyordu. MK ULTRA ile kişiler yönlendirilebiliyor, geçmiş sosyal yaşantıları ve kişiliklerine göre birer terörist, intihar bombacısı, suikastçi olarak kullanılabiliyorlardı. Bunu şu şekilde örneklendirebiliriz; çoğu intihar bombacılarının bu eylemi hangi cesaretle gerçekleştirebildiği normal insanlar arasında birbirlerine sık sorulan bir sorudur. Maddi durumu yetersiz bir ailede yetişmiş, şiddet görmüş ya da ötelenmiş, sosyal yaşantıya yeterince adapte olamamış insanların geçerli bir meslek veya eğitim durumları olmaması yani hayattan beklentilerinin bulunmaması MK ULTRA kobayı olarak bir bombacı ya da suikastçi olarak kullanılmaları oldukça kolaydır. İyi eğitim almış, zihinsel ve psikolojik farkındalığı olan bireyler ise bu operasyonlarla belki bir katile dönüştürülemezler ancak kaygı, yanlış karar verme, yersiz korkuya kapılma, tanımlayamadığı sesler işitme, huzursuzluk gibi oldukça olumsuz duygulara sevk edilmeleri karşılaşacakları muhtemel vakalardan olacaktır. MK ULTRA'nın kurumsal manada ele alınışı Cia direktörü Allen Dulles zamanında olmuştur. Ona göre, savaşlar artık zihinlerde kazanılmalı, insanların algıları değiştirilmeli ya da yıkılmalı, tam manasıyla bir Mançurya Kobayı yaratılmalıdır. Bu plan o tarihten itibaren kusursuz işlemektedir. Önce Dulles kimdir? Bunu ortaya koymak önemlidir. Abd siyasi tarihinde önemli mevkilerde bulunmuş kişilerin ortak özelliklerinden bir tanesi ya birbirlerinin akrabaları durumunda bulunmaları ya da bir sistemin parçaları olmalarıdır. Sisteme uyum sağlayamayanlar zaten tasfiye olacaklardır. Allen Dulles, aynı zamanda Başkan Eisenhower'ın Dışişleri Bakanlığı görevini yürüten John Foster Dulles'ın kardeşiydi. John Foster Dulles, Allen Macy ve Edith (Foster) Dulles'un beş çocuğundan en küçüğüydü. Annesinin babası John Watson Foster Başkan Benjamin Harrison'ın, eniştesi Robert Lansing de Başkan Woodrow Wilson'ın dışişleri bakanlığını yapmıştı.
Görüldüğü gibi yönetsel akrabalık bağları burada da karşımıza çıkıyordu. Dulles kardeşlerin önemli bir özellikleride Hitler'e destek olmalarıydı. Bu iki Amerikalı, anti semitik bir Alman'a neden destek olmuşlar ve Nazi çalışmaları içerisinde bulunmuşlardı? 1840'dan itibaren Yahudilere vatan fikri çeşitli lobilerde paylaşılıyordu. Böylelikle Avrupa hiç istemediği ve tarihi husumeti olduğuna inandığı yahudilerden de kurtulmuş olacaktı. Bu vatan, Arjantin, Missispi, Uganda, Güney Afrika, Makedonya, Mezopotamya olarak çeşitli tarihlerde ele alındı ancak en sonunda Filistin bölgesinde karar kılındı. Böylelikle Anglosakson siyaset hem bölgedeki enerji kaynaklarını kontrol etme fırsatı bulacak, hem müslüman dünyanın bu devletle iştigal etmesini sağlayacak, hem de ek silah satışlarıyla şirketlerini zengin edebilecekti. İşte bu evrede zaten yahudi karşıtlığı bulunan Hitler üzerinden, yahudi soykırımı icad edildi. Böylelikle bu katliam ile Avrupa'nın suçluluk psikolojisi yeni bir İsrail Devleti ile örtülebilecekti. Yani yeni devletin sosyal alt yapısı için herşey tamamlanmış oluyordu. Zaten Hitler'i, General Group, Standart Oil, Bp gibi dev tröstlerin desteklemeleride istenileni gösteriyordu. Yahudiler, sosyalist akımlara yatkındı ve bu şirketlerin yahudi çalışanlarının protestoları şirketleri zora sokmaktaydı. Ayrıca yahudilerin yüksek fazili kredilerinden de sıkılınmıştı. Buna ek olartak şirketler Hitler üzerinden Kafkasya enerji kaynaklarına açılabileceklerdi. Ve son olarak yapay bir katliam, yahudileri toplu olarak göç ettirebilecekti. Yahudiler'e avrupadan sonra ortadoğu cazip gelmiyordu. İtici bir takım etmenler gerekliydi. İşte Dulles kardeşlerde bu projelerin parçası olarak hizmetlerini sürdürdüler ve sonunda istenilen planlar uygulanmış oluyordu.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra artık yeni bir evreye girildi. Soğuk Savaş devilen bu evrede kurgulanan Ateist bir cepheyle dinden beslenen cephenin savaşı olacaktı. Anlatılan buydu. Dulles kardeşlerden, J.F.Dulles, Eisenhoer'ın dışişleri bakanı olarak 1956'da çok ilginç bir doktrin geliştirdi. '' Siyasi işler ile dini meselelerin ayrılması gibi bir durum olamaz. Siyasi işleride halletmek için dine başvuracağız'' . Soğuk savaş evresinde tercihini batı paktından yana kullanan Türkiye'de Serdengeçti dergisi bu demeci Türkçe'ye çevirdi ve yayımladı. 1957 Türkiye Genel Seçimleri akabinde ise Demokrat Parti  Konya mebusu Fahri Ağaoğlu, bir anayasa taslaığı hazırlayacak ve bu taslakta laiklik ilkesine yer vermeyecekti. Aynı yıl Adnan Menderes bir hilafet çıkışı yaptı ve 1958'de Time dergisine kapak oldu. Dulles adeta Türk siyasetini kurgulamıştı. Kardeşi Allen Dulles ise MK ULTRA projeleriyle iştigal ederek 8 sene Cia direktörlüğü görevini yürüttü. Çok tartışılan Başkan J.F.Kennedy, başkan seçildikten sonra 10 ay daha bu görevini sürdürecek ve emekli olacaktı. Dulles'ın, zihin kontrol operasyonları meyvesini verdi Kennedy'nin öldürülüşünü görevi sırasında göremesede MK ULTRA devreye girmiş ve Kennedy kobaylara öldürtülmüştü. Kennedy'nin öldürülmesini yalnızca katolik olmasına ya da FED'i millileştirmek istemesine bağlayan akademik makale ve kitaplar mevcuttur. Ancak sebep yalnızca bunlar değildir. Kenndey, Vietnam savaşını bitirmek istemiş, Mısır'ı desteklemiş, silahlanma yarışını bitirmeyi arzu etmiş ve dolaylı yollardan Sovyetler ile temas kurmuştu. Bu durumdan petrol ve silah şirketleri fevkalade rahatsızlık duydular. Bütün bu etmenlerin sonucu olarak Kennedy tasfiye edildi. Ancak, operasyonlar bitmemişti. Bir müddet sonra başkan adaylığını açıklayan kardeş Robert Kenndey'de sikast sonucu öldürüldü. Ve Abd'de Kennedy ailesi dönemi ebediyyen kapatılmış oluyordu. Çünkü kurulan komisyonlardan hiçbir netice alınamayacaktı. Her ülkede kaidedir ki, komisyona devredilen olaylar çözüme kavuşmaması için havale edilmiş vakalardır. Robert Kennedy'nin MK ULTRA kobayı katilini serbest bıraktırmak için, Hartum'da Abd'li beş diplomat kaçırılmış ve sonunda öldürülmüştü. Bu olayın bir numaralı zanlısı ise Yaser Arafat idi.  Arafat ise yıllar sonra Oslo Barış Görüşmeleri sebebiyle bir odak tarafından Nobel alacaktı. Başka bir odak ise zamanı geldiğinde Arafat'ın bilinmeyenlerini gündeme getirerek itibarsızlaştıracaktı. Oslo görüşmelerine Arafat'ın dışında, İsrail Başbakanı İzak Rabin ve Abd Başkanı Bill Clinton'da katılmıştı. Bir müddet sonra Arafat öldüğünde 800 milyon dolarının yahudi bankerlerce işletildiği servis edildi. Rubin, MK ULTRA kobayı bir katil tarafından öldürüldü ve Clinton ise Beyaz Saray stajyeri Monika Lewinsky üzerinden tarihe Oval Ofis Skandalı olarak geçen hadise ile tasfiye edildi. Adeta Oslo'da bulunanlar cezalandırılmıştı.





J.F.Dulles'ın uygulamaya koyduğu din politika harmanı Dünya'nın yeni argümanı oldu. İslami gruplar radikalleştirildi ve entelektüel kışkırtıcı Samuel Huntingon'a Medeniyetler Çatışması çalışması sipariş edilerek hedef olarak İslam Dünyası gösterildi. Artık müslüman coğrafya, doğudan iktisadi olarak pasifik, kuzeyden askeri olarak ortodoks, batıdan ise askeri, siyasi ve iktisadi olarak Abd-Ab tarafından kışkırtılacaktı. Bu da yetmezmiş gibi ortadoğu olarak adlandırılan coğrafyada mezhebi taassuplar daha da sivriltilecek, taşeron örgütler tasarlanan sınır değişiklikleri için bir manivela olarak görev yapacaklardı.
Üst Akıl'ın yıllar evvelki piyonlarından yalnızca ikisi Dulles kardeşlerdi. Onlara bakarak, Nazi Zulmünün, soğuk savaşın, MK ULTRA deneyleri, sistem karşıtlarının tasfiyeleri, dinin siyasi alandaki durumunu çok iyi anlayabiliriz. Özellikle bu gelişmelerin Türkiye'deki siyasi gelişmelerle paralel bir seyir izlediği tekrar hatırlanmalıdır.
1) 1946 William Bullit icadı din merkezli antikomünist sistem o tarihten itibaren Türkiye'de yer buldu, bu konuda ilk tercüme makale Cemal Kutay'ın dergisinde aynı yıl yayımlandı ve 1947'den itibaren sayısında artış görüldü.
2) 1956 Dulles'ın din politika alaşımı siyasi teorisi, aynı yıl tercüme edildi ve 1957'den itibaren mecliste yer buldu.
3) 1996 Pentagon projesi din serbestisi ilkesi 1997'den itibaren Türkiye'de yer buldu ve kürt meselesinin çözümünden, yeni ittifak modeline kadar iç kamuoyunda yer aldı.
MK ULTRA tasarlandı, Türkiye'de siyasi cinayetler arttı. Pentagon projeleri, aralıklarla Türkiye'de, İran savaşı, Medine Vesikası, terör örgütü ile yeniden müzakereye dönülsün gibi başlıklarla işlendi.
Dünya'yı yöneten kişi ve gruplar birbirlerinin içerisine geçmiş organik bünye haline gelmiş yapılardır. Görünürdeki figürler sözcülük yapan Üst Akıl piyonlarıdır. Üst Akıl laboratuvarlarında, zihin kontrol, yapay savaş, dinlerin tahrip edilmeleri, yeni düzen için katliamlar, sınır değişiklikleri tasarlanır bu figürler ise projelerin tetikçiliğini yapmaktadır. Herşey oldukça organizedir, planlar bir bütün dahilindedir. Kişilerin ise kan veya ticari bağları olduğu için deşifreye asla müsade etmeyerek organizasyonlarına dışarıdan figürler kabul etmemektedirler.




18 Mart 2017 Cumartesi

TÜRKİYE'DE KURGULANAN İÇ SAVAŞ SENARYOLARI



Onur Dikmeci
İstihbarat ve Strateji Uzmanı



Stratejik İstihbari bakımdan 15 Temmuz darbe girişiminin gerçekleşmesinden aylar evvel kuvvetli emareler özellikle Cıa ve Pentagon'da çalışmış üst düzey emekli görevliler tarafından verilmişti. Bu durum iki açıdan önemlidir birincisi Cıa ve Pentagon bütün dünyada örtülü operasyonlar yürüten lider organizasyonlardır ikincisi bu kurumların kültürlerinde bulunan emeklilik Türkiye'deki tanımdan farklıdır. Zira Abd güvenlik bürokrasisinde emekli olanlar belkide emekli olduklarında daha çok üreten ve istifade edilen kimselerdir. Onlar artık tam manasıyla profesyonel ve çok ileri birer analist olmuşlardır. Dolayısıyla Micheal Rubin'i hatırlamak yerinde olacaktır. Rubin 2016'nın Mart ayında kaleme aldığı yazısıyla Türkiye'de bir askeri darbe ihtimalini en kuvvetli tonda ilk kez dile getirenlerdendi. Bu vesileyle analizleri yakinen takip edilmeye istihbari bakımdan muhtacıyet bulunmaktadır. Rubin kısa süre evvel kaleme aldığı başka bir yazısında ise Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek'in tutuklatılacağını belirtti. Bunun belirtilmesi illa bu yönde bir uygulamanın gerçekleşeceğini ispatlamayabilir fakat analiz bakımından Ulusalcılarla Muhafazakâr hatta İslamcıların karşı karşıya getirilmek istendiği senaryosunun tasarlanabileceğini belirtmek isabetli olacaktır. 15 Temmuz akabinde oluşan toplumsal mutabakatı sabote etmeye yönelik aktif girişimler zaten birbirini izlemiştir.
1) 15 Temmuz akabinde kamuoyu önündeki bazı kişiler halkın silahlandırılmasını dile getirerek guya demokrasi koruyuculuğu görevini ifa ettiler. Oysa ki serbest silahlanma paramiliter gruplar oluşturacağından daha kuvvetli bir darbeye çağrıda bulunmak manasına gelmekteydi.
2) 29 Ekim günü bazı basın yayın kuruluşları provoke edici mesajlara imza atmışlardı.
3) 10 Kasım günü yine bazı kuruluş ve gazetecilerin mesajları toplumsal hizipleşmeyi yine arttırdı.
4) Normal kıyafetli kadınlara saldırılar laiklik hassasiyeti bulunan gruplara servis edildi.
5) Adana'da bir öğrenci yurdunda çıkan yangın neticesinde bazı ulusal gruplara islamofobia'ya varan derecelerde yorumlarda bulunduruldu.
6) Toplumun büyük kesimi tarafından hain ilan edilen Şeyh Said'in kimi muhafazakâr gruplarca anılması ulusal cephede büyük kaygı yarattı ve bu anılma iktidar partisi üzerinden eleştirildi.
7) Rize meydanındaki Atatürk heykelinin taşınma görüntüleri bu görüntülerdeki özensizliği göstermiş oldu. Ulusalcı cepheye göre bu bir meydan okumaydı ve toplumsal mutabakat ilk kez ciddi manada sorgulanmaya başlamış oldu. Aynı şehirde kısa süre evvel düzenlenen İskilipli Atıf sempozyumuda tepki çekmişti.
8) Anayasa tartışmalarından bir hareketlenme çıkarılmak istendiği bazı şahısların açıklamalarıyla delillenmiş oldu.
Görüldüğü gibi askeri isyan sonrası dönemde daha ziyade ulusalcı cephe etki ajanları vasıtasıyla provoke edilerek iktidar partisiyle topyekün karşı karşıya getirilmek istendi. Özellikle bu camia üzerine kurguda bulunulmasının sebepleri şunlardı:
1) Ulusalcı Laik Kemalist Seküler Milliyetçi kesimler yıllardan beri iktidara gelememişti bu bağlamda biriktirdikleri öfke çok daha kolay patlayabilirdi.
2) Bu camialarda tek bir otorite ve lider yoktur. Bunun için parçalı yapısı istifade edilmeye daha müsaittir.
3) 2013 Gezi tecrübesi üzerinden çok daha kolay motive edilebilirler.
4) Ulusalcı cephenin hareketliliği dış parametreler bakımından Rusya'nın da tepkisini çekmez. Çünkü islami akımları Orta Asya bölgesi için tehdit olarak algılayan Rusya Türkiye'nin laik çizgide bulunmasını kendi ulusal güvenlik tutumuyla bağdaştırmaktadır.
Önümüzdeki günler toplumsal hareketlilik bakımından şu senaryoların sergileneceği manzaralara sebebiyet verecektir;
A) İktidar içindeki bazı odaklara yeni anayasadan sonra eyalet tartışmaları  beyanatları husule getirilmek suretiyle Anayasa düzenlemesine karşı olanların provoke edilmeleri
B) Muhafazakâr duruşlu veya kıyafetli kişilere saldırı veya özellikle devlet dairelerinin bazılarında kıyafetten ötürü üst amirlerce uyarılma gibi mevzuların medyaya servis edilmesi
C) Bazı cephelerce ordu rahatsız kavramlarının yeniden gündeme getirilmesi; bu hususun üzerinde biraz daha durmak gerekiyor. Ulusal gazete Hürriyet'te yayımlanan Karargah Rahatsız başlıklı haber büyük bir tartışmayıda beraberinde getirdi. Neticede birkaçgün sonra Genelkurmay bir açıklamada bulunarak rahatsızlık şeklinde bir ibarede bulunmadıklarını belirtti. İlginç bir ayrıntıda Harp Okulu açılış töreninde yaşandı. Açılış konuşmasında okul komutanı Tuğgeneral ''Türkiye Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa edecek olanlar kalplerinde heyecanla şu anda buradalar, Hisar Dağı'ndalar, Kaletepe'deler, Gabar Dağı'ndalar, El Bab'dalar.''demişti. Yani açıkça cumhuriyeti ordu koruyacak mesajı vermişti. Oysa bütün sivilleşme çabaları dış tehdide odaklı bir ordu içindi. Bu modelde Cumhuriyet tehlikeye girerse onun koruyucusu seçilmişler veya halk olarak tasarlanmıştı. Dolayısıyla sivilleşme çabalarının tabanda yer bulmadığı ve buna direnç gösterildiği konuşmayla sabittir. Silahlı Kuvvetler üzerinden her daim tartışma konuları açılacaktır
D) Sosyal medyada üretilecek ve gerçekliği yansıtmayan haberlerle kitlelerin provoke edilmesi
Bu gibi durumlar neticesinde partilerdeki etki ajanları vasıtasıyla tabanımız rahatsız algısı oluşturulmak ve partilerin kilit noktalarındaki isimler bu algı üzerinden yanlış yönlendirilmek isteneceklerdir.
Türk siyasi tarihi tahlil edildiğinde kutuplaşma denilen kavramın her daim kendini gösterdiği anlaşılır. Yeniçeri yönetim ulema hizipleşmesi, yeniçeri sipahi çatışması, ayanlar merkezi yönetim sürtüşmesi meşrutiyet döneminde alaylı mektepli subay gruplaşması olarak görülür. İttihatçılar ile İtilafçıların kavgası cumhuriyet döneminde Chp ve Dp daha sonrasında Chp Ap şeklinde belirecektir. Öyle ki oy tercihi sebebiyle yıllarca kardeş, baba, anne, oğul küslükleri yaşanmıştır. 1960'lardan itibaren şiddetli bir sağ sol çatışmasına şahid olunmuştur. Bu dönemin hayattaki aktörleri yıllar sonra aynı masalarda oturmuş, sohbet etmiş, bazı siyasi yorumlarda örtüştüklerini gördüklerinde bunun neden geçmişte sağlanamadığı sorusunuda kendilerine sormayı ihmal etmemişlerdir. Subay savaşı olarak adlandırılan Sakarya Muharebesinden sonra en fazla okumuş kayıbın yaşandığı dönem sağ sol olaylarında vuku bulmuştur. Alevi sünni, Türk kürt, kutuplaşmalarının yanında yakın geçmişte devletçi milletçi bloklaşması yaşanmıştır. Yani karşıt gruplar siyaseti Türkiye'nin yabancı olduğu bir durum değil aksine adeta genetik kodudur. Bugünde yaşanacağı gibi gelecektede görülecektir. Bu çatışma laik muhafazakar olarak adlandırılabileceği gibi, muhafazakar muhafazakar olarakta görülebilir. Türkiye'ye özgü bir muhafazakar baasçı ayaklanma yaşanabilir. Baas Suriye'de laik milliyetçi akım olarak doğmuştu ama temeli istihdam sorunlarıydı. Halka göre elitlerin çocukları iş buluyor, ihale alıyor ya da rahat bir yaşama erebiliyordu. Öğrenciler, işçiler, subayların çoğu kenara itilmişti ve bunun bir patlaması yaşandı. Türkiye örneği incelendiğinde bunun değişik versiyonu görülmektedir. İrili ufaklı bazı dini gruplar, cemaatler dışlandıklarını, fetö tasfiyelerinin kendilerine sirayet ettiklerini belirtmişler ve protesto gösterileri düzenlemişlerdir. Çok haklı bir şekilde tasfiye edilmeleri doğru olan fetö mensubu ve sempatizanları ise sosyal haklardan mahrum kaldıkları gerekçesiyle yer altı yapılanmalarına giderek tehlikeli bir süreci başlatmışlardır. Dünya'nın hiçbir yerinde onbinlerce bin sanıklı dava olmaz. Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu'nun somut bir durum ortaya koyamadan görevini tamamlaması, 15 Temmuz'un tepe isimlerinin deşifre edilememesi  sıkıntılı bir süreci işaret etmektedir.
Devrimler karakteristik olarak jakobenist yaptırımları içerirler. Bu sebeple Cumhuriyet'in ilanından sonra ekseriyeti asker bürokratik oligarkın uygulamaları halk nezdinde kimi zaman karşılık bulamamış ya da tepkiyle karşılanmış olabilir. Bu sebeple bazı cemaatlerin yer altı örgütlenmeleri doğmuştur. 1946'dan itibaren devlet bulunmak istediği cepheyi Batı olarak seçtiğinden ve soğuk savaş gereği dini tutumların devlet politikası olarak uygulanmalarını gerektirdiğinden bazı adımlar atılmıştır. Fakat yer altı örgütlenmeleride şaşırtıcı biçimde devam etmiştir. Bunun sebebi Türk Devlet geleneğinin her akım ve grubu kontrol etmesinden kaynaklanmaktadır. Muhafazakar Demokrat Parti zamanında bile İrtica gerekçesiyle partiler kapatılmış, Saidi Nursi ve Necip Fazıl Kısakürek gibi bazı muhafazakar kitlelerce sevilen şahsiyetler tutuklanmıştır. Yani dinin kendisi bir siyasettir ancak devlet gözetimindedir. Bu sebeple bazı tarikat ve cemaatler için değişen bir durum olmamıştır. Bu yer altı örgütlenmelerinden en çok istifade eden Fetullah Gülen olmuştur. Özellikle 1990'larda merkez medya tarafından entelektüel bir kanaat önderi ilan edilmesiyle, her tarikat ve cemaatten kişiler çocuklarını bu grubun okul ve yurtlarına göndermeye başlamışlardır. Çünkü Gülen o dönem için bırakın bir tehdidi dini kisveside olan eğitimci bir önder hüviyetindeydi. Ayrıca göründüğü kadarıyla dili duali, medreseli, imanını bilen bir kişiydi. Yer altında örgütlenmeler sebebiyle pekçok genç devşirildi belki onların bulamayacağı imkanı Gülen etiketiyle bulma ihtimali belirdi ve bu yapı devlet kadrolarını istila etti. En sonunda ise 15 Temmuz gibi feci bir kalkışma yaşandı. Yani dünün sinen, korkan veya çekinen unsurları sebebiyle Fetö grubunun önü açılmış oldu. Bugün yer altına çekilen fetö mensupları, kripto unsurlar ve başka gruplarında, farklı etiketlerle başka grupların önünün açılmasına veya muhafazakar baas gibi bir kurgu yapılmasına katkıda bulunmaları muhtemeldir. (Muhafazakar baas ile vurgulanmak istenen muhafazakar sınıfın kendi içerisinde yaşayabileceği güç, otorite, iktidar, kadro çelişmesi ve çekişmesi neticesinde pasif kanadın aktif tepkiler göstermesi ve yükselişi hedeflemesidir.)
2013 Gezi eylemleri güvenlik bürokrasisi tarafından doğru okunamadı. Bu hadiseleri bütünüyle dış mihraklı ya da iç tepkisel koşullardan doğan patlamanın eseri olarak yorumlamak yanlıştı. Kanımızca basit bir tepkiden doğan doğal eylemler bir müddet sonra provoke edilen, kökü dışarıda bir provaya dönmüştü. O dönem amaç hükümeti devirmek değil yabancı gizli servislerin etkinliklerini test etmeleriydi. Ağır silahlı ve zırhlı araçlı Jandarma İstanbul'a konuşlandı ancak müdahale etmedi. pkk kitlesel olarak sokağa indirilmedi. Ancak daha sonradan 15 Temmuz'da Jandarma darbe karargahı olarak kullanılacak ve İstanbul'a sokulacak pkk ise kalkışmayı destekleyecekti. Yani 2013 hadiselerinin iyi analiz edilememesi, 15 Temmuz'u doğurdu. Gördüğümüz kadarıyla 15 Temmuz'da iyi analiz edilemedi. İşte bu durum ilerisi için sancılı başka bir sürecin doğmasına sebebiyet verebilir. Laik muhafazakar gruplaşması ve çatışması düşünenler, muhafazakar muhafazakar çatışması ihtimalini oldukça yavana atmaktadırlar.  Bunun emareleri şu şekilde sıralanabilir;
-Daha evvelde belirtildiği gibi bir kısım cemaatler siyasi otoriteye bayrak açtılar
-Anayasa propaganda sürecinde iktidar partisinin teşkilatları üst düzey bir performans göstermedi buna gerekçe olarak tabana  etki edebilen eski siyasi aktörler gösterildi
-Muhafazakar medya 15 Temmuz'dan beri başarısız bir sınav verdi bu medyaya mensup gazeteciler kendi aralarında gruplaşmak suretiyle birbirlerini hedef göstermeye başladılar
-Eski ve yeni muhafazakar siyasetçiler sert polemiklerini devam ettirdiler
-İktidar partisi Ergenekon işbirliği adıyla yeni bir tez işlenmek suretiyle muhafazakar camianın kaygıya kapılmasını kurguladılar
-Kamu kurum ve kuruluşlarındaki tasfiyelerde bazı unsurlar bilerek yanlış telkinlerde bulundular. Bu vesileyle darbelerle ilgileri bulunmayan muhafazakar çalışanları tasfiye ettirerek gerginlik yaratmayı umdular
Laik Muhafazakar çatışması aslında en göz önünde bulunan ihtimal ve buna yazının başında değinildi. Ancak muhafazakar muhafazakar çatışma ihtimalini kimse görmek istemedi. Abdülhamid tahtından indirilirken bu girişimi Mehmed Akif, Saidi Nursi, Refet Bele, Kazım Karabekir gibi ona yakın olanlar ve saltanatçı hilafetçi yani kendi cenahına mensup kişiler destekledi. Geçmişte Chp içinde büyük bir çekişme yaşandı ve Kurtuluş Savaşına katılmış bir komutan olmasına rağmen  İsmet İnönü ve ekibi partisinin içindeki ekolün temsilcisi Bülent Ecevit karşısında tasfiye edildi. Süleyman Demirel'e kendi partisinin güvendiği vekillerinden oluşan 41 kişilik ekİp muhtıra verdi. Ve o tarihten sonra kimse gelen darbeyi engelleyemedi.
Adnan Menderes, darbe hazırlığından haberleri olan çok yakınındaki iki bakan Şemi Ergin ve Ethem Menderes'i dikkatli tahlil edemedi. Mhp içeriden bölündü ve 90'lı yıllar neredeyse Ülkücü Alperenci kavgasıyla geçti. Yani siyasi yapılanmaların kendi iç cepheleri veya ideolojik tarafgirleri aralarında da çatışmalar görülmesi Türk siyasi tarihinin özelliklerindendir.
Politika bir strateji sanatıdır. Etkileyici retorikler, siyasi transferler, yeni projeler, baskı grupları şeklinde propagandist faaliyetler bu sanatın unsurlarındandır. Ancak ayak oyunları denilebilecek dış ve iç ittifaklı teşebbüsler politika dışı teşebbüslerdir ve bu girişimler Türkiye'ye kaybettirecektir. Önümüzdeki birkaç yılıda laik muhafazakar ya da muhafazakar muhafazakar kavgasına ayırmak ülkenin geleceğine ciddi zararlar verir. Bir kere her yetkili kendi alanı ile ilgili beyanat vermeli o alan ile alakalı çalışmalıdır. Grup sözcüleri, danışmanlar siyasi tartışmaların özneliğini yerine getirmelidir. Bir diğer husus güçlü devlet mekanizması ile toplumsal özgürlükler harmanlanmalı belirli bir denge ile sürdürülmelidir. Abd ve İngiltere'de bütün vatandaşlarını dinler, sert tedbirleri vardır ancak sokaktaki insanın bundan haberi yoktur onlar kendi mevzularıyla iştigal etmektedirler. Asker sivil ilişkileri sağlıklı yürütülememektedir, bunun sakıncaları olduğu gibi güvenlik konseptinin eksik tasarlanması yarınlarda ciddi bir sorun olarak belirir. İllegal örgüt mensuplarını tespit etmek oldukça uzamıştır ve süreç uzadıkça ya mağduriyetlere yol açacak ya da halkta tepkilere sebebiyet verecektir.
Bu yazı özetle Türkiye'nin yakın dönem çatışma ihtimali bulunan grupların tanımlanması ve bu hususlarda örnekler verilmesi üzerinde durdu. Çünkü bu oldukça önemli bir konuydu. Birinci sanayi devrimi telgraf kömürdü Türk siyasi sistemi yerinde takip edemedi. İkinci sanayi devrimi telefon petrol, üçüncü sanayi devrimi günümüz bilgisayarları ile elektronik teknolojisiydi bu devrimlerde geriden takip edildi. Yaklaşan dördüncü sanayi devrimi nanoteknoloji, siber bilim, uzay ve uzay ötesi ile robotik canlılar üzerine kurgulanacaktır. Fosil kaynaklı yakıtlar misyonunu tamamlayacak, drone park alanı bulunan evler tasarlanacak, robot ve uzay hukuku insanlığın karşısında yepyeni bir disiplin olarak belirecektir. Bu sanayi devrimininde yakinen takip edilememesi ve katkı yapılmaması durumunda Türkiye bu yüzyıla damga vurabilmenin gerisinde kalır.  Kutuplaşmanın eksik olmayacağı ve belkide gerekli olduğu siyasi ortamda, kutuplaşmalar;  çatışma, darbe teşebbüsleri, casusluk faaliyetleri, sert dışlamalar şekline getirilmemeli bu hususta acil planlar oluşturulmalı, Milli Askeri Stratejik Stratejik Konsept, İç İstihbarat Birimleri, Dışişleri Bakanlığı, Ekonomi Bakanlığı gibi birimler bu doğrultuda güncellenmelidir.

16 Mart 2017 Perşembe

TÜRKİYE EVANJELİZM İSRAİL ÜÇGENİNDE: DÜNYA SAVAŞI MI? YENİ DÜNYA İTTİFAKI MI?

Onur Dikmeci
İstihbarat ve Strateji Uzmanı


16. Yüzyılda Papalığa karşı bayrak açanlar Protestanlığı kurdular. Aslında dinler yönetsel eylemlerin yönlendiricisiydi öyleki zamanla bazı hristiyan hükümdarlar Konsil Teorisi olarak adlandırılmış bir yöntemle kimi zaman Papa'dan farklı bir kararı konsillerden çıkartma yoluna gidiyorlardı. Bu durum daha sonradan Papalık tarafından kontrol altına alınmıştır. Yani protestanlık gerçekten bir ihtiyaçtan mı doğmuştur yoksa bir takım çıkar gruplarının Katolizme karşı geliştirdikleri kaotik komplo mudur? bu husus halen tartışma konusudur. Protestanlık katolizme göre daha liberal tonlu görünsede protestanlık içerisinden doğan evanjelis ekol oldukça muhafazakârdır. Fakat bu tutucu bir tassubi akım olmaktan çok farklıdır. Kutsal kitap temel olduğundan okumak ve yazmak mecburidir. Bu sebeple evanjelisler okuma yazma öğretiminde kurslar açmışlar, dersler vermişlerdir. Dini eğitimin yanında felsefi ve fenni müspet ilimlerede oldukça önem vermişlerdir. Çünkü Amerikan halkının kurtuluşu kendilerine bağlıdır bunun için ise imani olduğu kadar entellektüel birikiminde oldukça kuvvetli olması gerekir. Amerika'nın kurtuluşu kadar dünyaya nizam vermeside Belirlenmiş Yazgı teorisi olarak evanjelis sistemde yer bulur . Bu teori Kuzey Amerika kıyımlarının ve Küba, Filipinler, Meksika çıkarmalarının dayanağını oluşturmuştur. Yine 1840 pasifik yayılmacılığına meşruiyet "Belirlenmiş Yazgı" teorisinin neticesiyle sağlanır. Tamamiyle Tevrat esinlenmeli teori seçilmiş İsrailoğulları ve Arzı Mevud'un Protestanlığın bir kolu olarak Amerikan siyasetine uyarlanmasından başa birşey değildir. Burada belirtmek gerekirki İsrailoğulları teolojik literatürleri gereği seçilmişliklerine iman ederler. Bu seçilmişliğin sebebi Tanrı'nın İsrailoğullarına sevgisi ve atalarına verdiği sözün gereğidir. Ahitleşme İbrahim Peygamber ile başlar fakat bu basit neredeyse tek taraflı bir sözleşmedir. Ahitleşme Musa Peygamber ile daha detaylı bir hal alır çünkü bu sefer On Emir ile Musevi şeriatı benimsenmiş ve İsrailoğullarının uyması istenmiştir. Zaten Musa öncülüğünde Mısır'dan çıkış artık seçilmişliğin tescili olmuş ve kabul edilen kutsal soy Yakup Peygamber aracılığıyla günümüze değin intikal etmiştir .
Evanjelisler kutsal ruhun çabasıyla gönüllerinin döndürüldüğü imanı ikinci doğum olarak görürler bunun gereğide eğlence ve boş zevkler yerine ihtiyatlı bir hayatı tercih etmişlerdir. Evanjelisler Amerikan halkının seçilmiş olduğuna iman ederlerken bu sebeple askeri, politik ve ekonomik yayılmayı hak telakki ederler. Onlara göre Amerika'nın kuruluşuda İsrail'in kuruluşu misali Tanrısal buyruğun gereğidir. Burada bir parantez açmak gerekiyor. Abd'nin kuruluşu 18. Yüzyıl iken İsrail'in kuruluşu 1948'dir. Nasıl olurda 18. Yüzyılda kurulan bir devlet 1948'de kurulan devletten feyiz almış diye sorulabilir. Fakat şimdiki İsrail tarihte kurulmuş olan üçüncü İsrail'dir. İlk İsrail Babil Kralı Nebukadzender tarafından yıkılmış ve 430 yıllık Mısır sürgünü yaşanmıştır. İkinci İsrail Devleti M.S. 70'de Romalı Titus tarafından yıkılmış ve 70 yıllık Babil sürgünü yaşanmıştır. İşte Amerika'nın kuruluşunu örnek aldığı İsrail bu devletlere tekabül etmektedir. İsrailoğullarının sürgüne tabi tutulmalarıda unutulmamış Amerikan Mühürü tasarlanırken, Franklin ve Jefferson tarafından Nil'den geçen İsrailoğullarını temsil eden figürler tavsiye edilmişti. Abd'nin kuruluşu ile İsrail arasında paralellik kuran evanjelislerin bu inancı aslında tamamiyle Tevrat esinlenmesidir. Yayılmak istediği toprağı Vaad Edilmiş olarak gördüğünden Küba, Filipinler, Kuzey Amerika istila ve yayılma hareketleri meşru telakki edilmiştir. Evanjelislerin dış politika argümanı siyonizm ile bazı ölçülerde örtüşür. Onlarda Ortadoğu merkezli dünya savaşına ve Büyük İsrail'in hayata geçirilmesinde hemfikirdirler. Fakat filmin koptuğu nokta Mesih'in kimliği ve kurtuluşa ereceklerin kategorisidir. Siyonist görüş Mesih'i Kral Davud soyundan beklemektedir. Çünkü onlar İsa Peygamber zamanında büyük acılar çektiklerini öne sürerler. İsa Peygamber bekledikleri manada asla bir birleştirici olamamış uysal bir öğretmenlik vazifesi görmüştür. Oysa Mesih savaşçı, hükümdar ve İsrailoğullarının düşmanlarını ezecek nitelikte olmalıdır. Yine evanjelisler kendileriyle beraber ancak tevbe edecek 144 bin Yahudinin Tanrı Krallığına ereceğine inanırlar. Bu da siyonist bakış açısı ile uyuşmayan durumdur. Evanjelis ekol kıyamet savaşları evvelinde Yeni Ahit kaynaklı bazı kehanetlerin gerçekleşeceğine iman ederler. Onlara göre Fırat nehri kurumalı Kuzey'den gelen ordular Ortadoğu'da kan dökmeli, Paneas nehri kızıl renkte akmalı Süleyman Tapınağı yıkılmalı ve Armageddon savaşı yaşanmalıdır. Bu kehanetler aslında gerçekleştirilme zemini bulmuştur. Kuzey orduları Rusya olarak işaret edilmektedir bugüne baktığımızda ise Rusya Ortadoğu'ya yerleşmektedir. Paneas Ürdün civarında bulunmaktadır yani bu Ortadoğu coğrafyasında sınırsal değişilikleri ifade eder. Yine Babil denilen bugünki Irak'ın önemi Tevrat'ta pekçok kez bildirilir. Bu önemli ülke bu sebeple işgal edildi ve bölündü. Bağdat'ta açılan Evanjelis kiliselerin sayısı sekizi buldu. ..Kutsal Metinler Ortadoğu ile bu denli alâkadarken hegomanik işgalin sadece Irak ile sınırlı kalması beklenemez. Ortadoğu denilen coğrafyada hemen her ülke bundan nasibini alacaktır. Kitlelerin özgürleşmesi gibi oldukça popüler bir propaganist söylem üzerinden her ülkenin hassas etniki ve mezhebi yapıları itinayla gündeme getirilmiştir ve getirilecektir. Aslında geçmişte İmparatorlukların parçalanıp Ulus Devletlere dönme evreleri ve bugünün merkezi devletlerinin parçalanıp küçük yapılı serbest ticaret ve güç savaşları yapılan ülkeleri haline gelmeleri benzer süreçler teşkil etmektedir. Aslında amaç kutsal kehanet ve semavi kitaplarda aktarılanların nasıl gerçekleştiğini anlatmaktan ziyade mit, mitoloji ve dini referans kullanılmak koşuyla tasarlanan düzene bir meşruiyet sağlamaktan başka birşey değildir. Kimseyi ulus ötesi şirketlere ait bir proje için kolay kolay harekete geçiremezsiniz fakat özellikle dini argümanlardan faydalanarak oluşturulan bir sistemi ilahi düzenin gereği olarak kolayca benimsetebilirsiniz.  Bu benimsetmenin oldukça cazip yöntemlerinden biride film sinema endüstrisidir. Özellikle Hollywood merkezli endüstri son yıllardaki  filmlerinde işlediği konularda beşeri fıtrat dışı bilimsel ilerlemeyi ve teknolojiyi yakalamış insanlığın adeta yaratıcı hüviyetine soyunduğunu vurgulamaya başladı. Bununla birlikte kıyamet savaşları, istila senaryoları ve beklenen kurtarıcı konulu yapımlar oldukça öne çıkartıldı. Bunlara en önemli örneklerden bir tanesi Geride Kalanlar filmiydi. Bu yapıt oldukça önemliydi çünkü evanjelis ekolün beklediği Mesih'in ikinci kez gelişini ve kendisine iman edenleri göğe yükseltişini bu kadar açık ve net ifade eden bir yapım olmamıştı. Arınma Gecesi serileri ise ilk kez Günahta Arınma prensibini bu denli net ifade eden günah işleme özgürlüğünü dini itikat gibi sunmanın yanında güçlü ve zengin olanların hakim olacağı bir düzen tahayyülü belkide Ortadoğu işgallerinin meşruiyetine mesaj gönderecek bir çalışma olmuştu. Evanjelizm, protestanlık, din çekişmeleri ve bunları anlatan eserlerden müteşekkil bir dünya Türkiye'nin hazırlık katsayısını yükseltmesi gerektiğini gösteriyor. Çünkü er ya da geç her inancın kesişim noktası Türkiye olarak beliriyor.
Türk siyasi mekanizması geçmişte protestanlığa oldukça hoş görülü yaklaşmıştı. Protestanlığın kurucusu Martin Luther'in Türkler hakkındaki olumsuzluk ve hakaret içeren ifadelerine rağmen Türk devlet sistemi asla duygusal davranmamış ve katolizme karşı protestanlığı devamlı kollamıştır. Katolizim şii ittifakıda bu yıllarda bu mecburiyetten doğmuştur. Yahudiler ile de tarihsel olarak herhangi bir sorunu bulunmamasına karşın modern Türk siyasi tarihi genelde yahudi karşıtlığı üzerinden kurgulanarak adeta katolizmin tezlerini destekledi. Buna karşın son zamanlarda Hollanda ve Almanya merkezli protestan lobilerin Türkiye karşıtı tutumları teolojik siyasetin hangi noktasına gelindiği hususunda düşündürmeye başladı. Evet protestan kiliseler boşalmıştı fakat Vatikan'ın prestij ve otoriteside artık sorgulanmaktaydı. İlk defa bir Papa istifa ettirildi ve şimdiki Papa'dan sonra Aziz Malaki kehanetlerine vurgu yapılarak başka bir ruhani önder gelmeyeceği dillendirilmeye başlandı. Anlaşılan artık kiliselerin ve kutsal kitapların pek bir önemi yok önemi olan yalnızca bir avuç dini kehanetten ibaret.  Ve ortadoğu merkezli kıyamet savaşının bir an önce başlatılması gerekiyor. Bu yüzden protestan kaynaklı evanjelisler giderek hızlandılar. Çünkü daha Suriye bile tasfiye edilemedi. Oysa en geç 2018'e kadar istenilen bütün sınır değişiklikleri gerçekleştirilmeli ve bu yüzyıl bitmeden dünya nüfusu yarım milyar kişiye indirilmeliydi. Protestan lobi ısrarla bir ortadoğu komutanlığı fikri üzerinde duruyor çünkü ancak bu şekilde sünnilik belirli bir derecede sistemli bir orduya kavuşabilir. Bunun neticesinde de Kabe savaşları ile dünyanın yeni yönü tayin edilmeye çalışılacak. Kanımızca ülkelerin istikrarsızlaştırılması projesinde İran, Çin Rusya Hindistan güzergahı izlenecek. Parçalı devletlere hamilik edecek bölgesel yedi veya on federasyonun yeni tehdit algısıda dünya dışı gelişmelere çevrilecek. Çünkü lobiler her daim bir tehdit kurgulamak zorundalar.
Ortadoğu'da ki mühim değişiklikleri bir anlamda İsrail ekolüde istiyor fakat Mesih'in kimliği, hüküm süresi, somut dünya soyut dünya tanımlamaları protestanlardan ya da evanjelislerden farklılık arz ediyor.  Türkiye ise hala teolojik çalışmalar sürdürmüyor. Kimin papa olması gerektiği ile ilgilenmiyor, ibrani kaynakları incelemiyor, evanjelislerin propaganda merkezlerini deşifre edemiyor. Türkiye'nin son yıllarda bir dönüşüm yaşadığı ve gelişme gösterdiği muhakkak olmakla birlikte inanç savaşları ve yaklaşan yeni dünya savaşına hazırlıksız yakalanma ihtimali oldukça ürkütücü bir gerçeğide göstermiş oluyor. Türkiye yalnızca İslam ya da sünni dünyanın değil bütün inançların merkezi ve kaynağı olduğunu bilerek güven ve farkındalıkla hareket etmelidir. Paganist inançlarda, semavi dinlerde ya bu topraklarda hayat buldular ya da bu topraklar üzerinden tanımlanıp yayıldılar. Dolayısıyla teolojik bir birikimide edinmek şart. Bunun dışında Türkiye her bölge ile temasını sürdürmeli. Ancak bir parçada oyuna dahil olarak diğer dinlerin ve mezheplerin çekişmesinden yararlanmalı. Sünnilik ve alevilik arasında pek fark yoktur buna karşın katolizm evanjelizm ve yeni dönemim museviliği ciddi ayrılıklar içerir. Ancak bu farklılıklar yansıtılmıyor ve yumuşak güç savaşları biçiminde kendisini gösteriyor. Dolayısıyla derin ayrılıkları bulunmayan iki mezhep üzerinden yıllarca oyalanan Türkiye, ciddi ayrılıkları bulunan diğer inançlardan neden yararlanmasın ya da yeni bir yorumda bulunmasın ?
Türkiye için ortadoğu ve avrupa vaz geçilmezdir. Yeni dünya savaşının ahantarını ve belkide hologramik Mesih planının tarihini kendi atacağı adımlarda aramalıdır. Abd bugün evanjelizmin kalesidir fakat Türkiye'nin de müttefikidir. Abd ile ilişkilerin kopartılması mümkün değildir o halde yapılması gereken yahudi lobileriyle ilişki geliştirmek ve bu mekanizmaları gerektiğinde birbirleri yerine ikame etmektir. Yahudi lobisi ile evanjelizm aynı şey değildir ve aralarında ihtilaf vardır. İki grubun öncelik sıralamaları farklıdır. İsrail'i var eden protestan siyaset zamanı gelince onu ortadan kaldırmayıda bilecektir. Çünkü petrol misyonunu tamamladığında artık İsrail'in güvenliği söylemi bir kenara bırakılacak belki İsrailoğullarının seçilmişliği sorgulanacak ve İsrail'in kendi ayakları üzerinde durması beklenecektir. Fakat evanjelis ekol ile İsrailyat bakışının örtüştüğü husus ise ortadoğunun küçük ve istikrarsız devletlerden oluşmasıdır.  Bu devletlerin akıbeti kimin hamiliğinde çizilecek sorusunun yanıtı olarak Türkiye cevabı verilebilir. Parçalı bir ortadoğu federasyonuna kanat gerecek Türkiye İsrail ikilisi katolikler tarafından desteklenmeyecektir. Evanjelisler ise bunu bir yere kadar destekleyeceklerdir. Netice itibariyle ana merkezden yönetilecek dünya devleti planına yaklaşılmaktadır. Lobilerin çekişmeleri merkezin kumandasının kimlerde olacağıdır.
Donald Trump'ın Kudüs merkezli İsrail projesi yahudilere bırakılmış bir İsrail'den ziyade Beyaz Amerikalıların yöneteceği bir yapı olarak tasarlanmıştır. Aynı zamanda Trump nezdinde devletçiler küreselciler çatışması başlamıştır.  Bu kadar çok çatışmanın yaşandığı bir dünyada çiçek edebiyatı gerçekçi durmaz. Bu planlarda ne şekilde söz sahibi olunacağı iktisat, ordu ve bilim üçlüsünün milli ideal belleneceği Türkiye'ce tahlil edilmelidir. Yalnız çok önemli bir detay var. İktisat aynı zamanda protestanlığı doğuran bir durumdu. Unutulmamalı ki protestanların manifestosunda faiz serbestisi ilk sıralarda yer almaktaydı. Muhafazakar değerlere yönelmiş ve iktisadi atılımlar yapmış Türkiye'de bazı çevreler İslami Protestanlık icad etme gayretine girişebilirler. İşte bu durum ortadoğu merkezli dünya savaşını hızlandıran bir etmen olabilir. Çünkü İslami Protestanlarda Mesih'i beklemeye koyulacaklardır. Hal böyleyken inançların şekil itibariyle birbirlerine benzetilmeye çalışıldığı gözden kaçmamalı. Zaten yeni dünyanın klasik argümanlarından bir taneside tek dindi.  Türkiye herkesçe merakla izlenmekte ve en şaşırtıcı ülke olmaya devam etmektedir.

15 Mart 2017 Çarşamba

CEVDET PAŞA KİMDİR? ENCÜMENİ DANIŞ VE GİZLİ TÜRK TEŞKİLATI GERÇEĞİ

ONUR DİKMECİ
İstihbarat ve Strateji Uzmanı




Ahmet Cevdet Paşa, 1822 yılında Bulgaristan’ın Lofça kentinde doğmuştur. Devrinin en mühim entelektüel şahsiyetlerinin başında gelen Cevdet Paşa, özellikle hukuk ve tarih alanında mühim çalışmalar vermiştir. Darûl-Muallim Müdürlüğü, Adliye Nazırlığı gibi üst bürokratik görevlerde bulunmuş, Fransız Akademisine benzer biçimde bilimsel çalışmalar düzenlemek için oluşturulan Türk İlimler Akademisi’nin 40 kişilik Encümen heyetinde yer almıştır. Makalemizin ana temasını oluşturan Cevdet Paşa Tarihi/ Tarih-i Cevdet, bu encümen heyetinin direktifleri doğrultusunda Cevdet Paşa tarafından yazılmıştır. Paşa, eserinde 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan, 1826 Vaka-i Hayriye olayına kadarki dönemi, dönemin şartlarını, Devlet-i Aliyye’nin siyasal ve sosyal durumlarını ve Dünya’da ki mühim hadiseleri aktarmıştır. Tarih-i Cevdet’te yer alan çarpıcı mevzuları başlıklar halinde kategorize edip irdelemek eserin ne anlattığı hususunda daha aydınlatıcı olacaktır. Tarih-i Cevdet’te birinci sınıf Devlet adamlarının kusurları ortaya koyulmuştur. Bu husus kuru bir eleştiriden çok sebep sonuç bağlamında bütünsel bir olgu olarak yer almıştır. Örneğin, Emevi Halifesi II. Velid İslâm’ı tahrik eden, Şeyhülislam Feyzullah Efendi, Köprülü Amcazede Hüseyin Paşa’nın şöhretine haset gösteren ikbal düşkünü, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, talim yaptırmadığı için nizam bozan, gereksiz harcamaları sebebiyle israfkâr olarak nitelendirilmiş Padişahlar ise doğrudan eleştirilmek yerine dönemsel eleştiriler yapmak tercih edilmiştir. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın idamı, Kanuni Dönemindeki fetih politikasının eleştiriye tabi tutulması bu hususa verilebilecek örnek mahiyetindedir. Fütuhatın Avrupa kıtasına yayılmasını açıkça tenkit etmektedir. Yavuz’un saltanatı boyunca amacının İran ve Hindistan’ı hilafete bağlayarak, Kazan, Tataristan, Kırım’ın Osmanlı vilayeti olarak Türk ve İslâm unsurlarının Devlet-i Aliyye uhdesinde bulunmasını böylece Kafkaslarda hakimiyet sağlanacağını vurgulamıştır. Cevdet Paşa, bu düşüncesiyle isabetli bir noktaya değinmiştir. Hakikaten Kafkas hakimiyeti tam manasıyla sağlanabilse, Rusların güçlenmesi engellenebilecek II. Viyana kuşatması gibi hadiselerde Kuzey’den gelen desteklerin önüne geçilmiş olacaktı. Ayrıca kültüren ve dinen birbirine yakın bölgeleri egemenlik altına alıp ileriki zamanlarda baş gösterecek mezhepi taassupların önüne geçilerek Hilafet otoritesi sağlamlaştırılmış Doğu’da bütünlük sağlanarak akabinde kademeli Batı fütuhatı düşünülmüş olabilir. Tarih-i Cevdet’te dikkat çeken diğer husus Türk kavramına yapılan vurgudur. Tarih-i Cevdet’in yazılmaya başladığı XIX. Yüzyıl ortaları daha ziyade Osmanlılık kavramına dikkat çektiğinden kavram olarak dâhi Türk kelimesinden genel manada itinayla kaçınılmaktaydı. Fakat Tarih-i Cevdet’te, Osmanlı Hanedanı’nın atalarının Türkistan’da hüküm sürmüş asil kişiler olduğunun yazılıp Orta Asya’ya vurgu yapılması, Kafkasya’dan bahsedilirken Hun, Kalmuk, Hazar gibi Türk boylarının yer alması, Cengiz’in fetih hareketi anlatılırken köken olarak Farsçada olsa Türklerin yurdu manasında olan Turan ifadesinin kullanılması ve Osmanlı hanedanının Türklüğe ait güzellikleri ve yiğitliği taşıdığının açıkça yazılması Türklük ile ilgili dikkat çekici noktalardır. Tarih-i Cevdet’te Yalnızca Devlet-i Aliyye ile sınırlı kalınmayıp dönemin Dünyada cereyan eden mühim hadiselerine de değinilmiştir. Özellikle İkinci ciltte Amerikan Bağımsızlık savaşı bu savaşta Fransız-İngiliz çekişmeleri, Rusya’nın sıcak denizler emeli ile Prusya Kralı II. Frederik’in ölümü ayrıntılı olarak yer almıştır. Üçüncü ciltte ağırlıklı olarak Kafkasya ve Kafkas halkları hususunda bilgi verilmiş antropolojik birde tasnif yapılmıştır. Altıncı ciltte ise büyük biçimde Fransız İhtilali anlatılmıştır. Türk Rus ilişkileri detaylı olarak işlenir. Buna göre Ruslar, sinsi ve içten pazarlıklıdır. Türk-Rus ilişkileri kapsamında Kırım ve dolaylarının sosyal yapısıda aktarılarak bölgenin adeta kuşbakışı röntgeni çekilmiştir. Tarih-i Cevdet’te bir diğer husus Fransız İhtilalidir. İhtilal sonrasında çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu büyük yara alacağından Devlet-i Aliyye döneminde yaşamış bir ‘Osmanlı’ aydınının ne düşündüğü oldukça önemlidir. Fransa’nın sosyal yapısı ve iktisadi manadaki çöküntüsü detaylı anlatılır. Cevdet Paşa, Fransa’da ki sınıfsal ayrıcalığın Halk’ı nasıl bezdirdiğini açıkça anlatır ve ihtilale giden süreci bir bakıma haklı bulur. Fakat özellikle Napolyon’un Mısır seferine tepki gösteren Cevdet Paşa bunu ihtilalin ahlaksızlığı olarak nitelendirerek Fransa’da yaşanan kanlı sürecin pekçok haksızlık barındırdığını düşünür. Cevdet Paşa’nın Fransız ihtilali ile ilgili aktardıkları aslında bugün bile hemen hepimizin kabul edebileceği mahiyettedir. O ihtilali kuru bir gereksizlik olarak görmemiş, aksine Halk’ın çektiği acılara değinerek ayaklanmanın kayırmacı sistemden kaynaklandığını belirterek başlangıç olarak haklılığını savunmuştur. Netice itibariyle ihtilal yanlış sonuçlar doğurmuştur. Zaten bu da bugün hepimizin bu şekilde kabul ettiği durumdur. Tarih-i Cevdet’te az değinilen konulardan birisi iktisadi mevzulardır. Kalkınmaya ihtiyaç olduğunu vurgulayan Cevdet Paşa, vergilerin sağlıklı kullanılmasını istemektedir. Tarih-i Cevdet’te Devlet-i Aliyye’de ki yenileşme hareketleri yerinde ve olumlu bulunup bu minvalde aktarılmıştır. Bu devirde bile eleştirilen ve kendi devrinin en hararetli eleştirilerine maruz kalan III. Selim ve II. Mahmut’un uygulamalarının XIX. Yüzyılda yaşamış bir Osmanlı Aydın’ı tarafından ne şekilde idrak edilip anıldığı mühimdir. II. Mahmut’tan birkaç yerde bahsedilirken ‘’Devlet ağacına musallat olan haşereler temizlenmiş, kuru dallar kesilmiştir.’’ gibi ifadelerle olumlu benzetmelere gidilmiştir. III. Selim döneminde Devlet ileri gelenlerinden, Koca Yusuf Paşa, Tatarcık Abdullah Efendi, Halil Hamid Paşa gibi yöneticilerden lâyihalar alındığı vurgulanır. Buna göre III. Selim devrinin en büyük sorunu modern teçhizat ve eğitimden yoksun disiplinsiz Osmanlı Yeniçerileridir. Tophanelerin kurulması, Ordu’nun periyodik aralıklarla teftişi, ateşli silahların eğitimi gibi hususların yanında talimin önemi vurgulanmıştır. O devirde Talimli Asker nezareti kurulduğu da belirtilmiştir. Tarih-i Cevdet’te bürokratik görevlerden alınma ve atanma gibi meselelerde sıkça yer almaktadır. Yaklaşık iki asır evvelindeki bir Şeyhülislam’ın görevden alınması veya Vezir-i Azam’ın azledilmesi ilk bakışta bugün gereksiz bir ayrıntı gibi gözükebilir. Fakat anlatılan hemen bütün azil işlerinde varılacak sonuç Mevcut kadroların misli katı yönetici istihdamı, bu sebeple kabiliyetsiz kişilerin üst mevkilerde bulunması, yöneticiler, kadılar gibi ileri gelenlerin keyfi vergilendirme ve rüşvet gibi uygulamalarla Devlet mekanizmasının nasıl zarar gördüğüdür…





Tarih-i Cevdet’in belirgin noktalarını kategorize ederek vermeye çalışırken Devlet-i Aliyye’nin o zamanki genel durumu konusunda sonuca vardık. Buna göre Devlet-i Aliyye, Rusya ile her daim mücadelede, Kafkasya fütuhatını zamanında gerçekleşirememenin bedelini ödeyen, gerekli ekonmik, teknik özellikle askeri açıdan geri kalmış, yeni düzenlemeler almak zorunda kalan iyi niyetli kimi Yönetici ve Hanedanlığın kontrolündedir. Devlet-i Aliyye’nin genel durumu anlatılırken Dünya’da vuku bulan olaylara da değinilmesi bütünsel bir tarih aktarımını sağlamış ve oldukça doyurucu bir eser karşımıza çıkarmıştır.


Tarih-i Cevdet Türk siyasi tarihinin stratejik noktalarını anlamak bakımından önemlidir. Ancak bir önemde Cevdet Paşa'nın üyesi olduğu Türk İlimler Akademisini tanımak konusudur. Günümüz Türkçesindeki bu kavramın o zamanda ki karşılığı Encümeni Danış idi. Yani görüldüğü gibi Encümeni Danış gizli bir devlet yapılanması, istihbarat teşkilatı ya da kendi içerisinde gizemli ritüelleri barındıran masonik bir birim değil legal resmi, kültürel çalışmalarda bulunan ve günümüz Talim Terbiye Kurulu benzeri bir oluşumdu. Gerçi Encümeni Danış'ın James Redhouse gibi şarkiyatçı ve misyonerlik çalışmalarına önem veren bir şahısı barındırması soru işaretlerine sebebiyet verebilir ancak bu bile bu kurumu kapalı, gizli, vurucu gücü olan bir istihbarat yapılanmasına dönüştüremez. Encümeni Danış'ın yakın siyasi tarihte gündeme getirilmesi ise Hatay Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Tayfur Sökmen'in oğlu Murat Sökmenoğlu'nun röportajıyla eş zamanlıdır. Buna göre Sökmenoğlu kendisi gibi itibarlı ve kariyerli bürokrat ve devlet adamlarıyla toplantılar düzenleyip siyasi mevzularda tartışmaları Fahri KoruTürk tarafından ''Sizler Encümeni Danışsınız sizlere ihtiyacımız var'' şeklinde karşılık buluyormuş. Tabi bu cümle bir teşvik ve onore etmenin yanında istihbari bir oluşuma vurgu yapmayan hafif nüktedan bir üslubun eseridir. 2000'li yıllarda ki bir furya Encümeni Danışı daha da gizemli hale getirdi ve Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu'ndan üst düzey askeri ve sivil isimlere kadar elit bir zümrenin bu oluşumla ilişkilendirilmesine yol açtı. O tarihlerde Türkiye bir dönüşüm yaşıyor ve sivilleşmenin tepeden inme uygulamalarına tanık oluyordu. Bu durum militarist veya ulusalcı, saf ve milli duygulara haiz ancak devlet üstü gruplarda kurtuluşu arayan bir grubun umutlarını hayali organizasyonlara bağlamasına sebebiyet verdi. Encümeni Danış'ın kendisi hayal ürünü değildi ancak yapısı ve içeriği ile alakalı söylentiler gerçeğin çok dışındaydı.


Türkiye'nin de diğer devletler gibi gizli istihbari birimlerinin bulunması muhtemeldir. Bu oluşumlar ordu içerisinde bulunduğu gibi asker sivil organizasyonunu da içerebilir. Soğuk Savaş dönemindeki Özel Harp Daireleri bir anlamda, MGK Genel Sekreterliğine bağlı eskinin Toplumla İlişkiler Başkanlığı ve bağlı kuruluşları toplumun kafasındaki Encümeni Danışın karşılığı olabilir. Ancak gizli teşkilat veya teşkilatlardaki geçmişin bir süreklilik arz ettiği söylenemez çünkü en eski sistemli ve milli bir istihbarat birimi olan Teşkilatı Mahsusa'nın zihniyet, yöntem ve kadrolaşma bakımından devam ettiğini öne sürmek mümkün değildir.


Sadece işgal değil, kitlesel biyolojik nükleer siber ekonomik ve nanoteknolojik saldırıları ve doğal afetleride kapsayan hazırlık çalışma ve uygulamaları içeren birimlerin oluşturulması hayatidir. Encümeni Danış, Göktürklerden itibaren sürdüğü iddia edilen Börü Budun ve Mustafa Kemal Atatürk'ü yetiştiren teşkilat olarak gösterilen Asakiri Milliye gibi tanımlar güzel, ilgi ve heyacan uyandırıcı hikayelerdir. Ancak devlet hikayeler ile yönetilemez. Kimyasal ve Biyolojik Silahlar birimi bulunmayan bir Silahlı Kuvvetler ile Uzay Masasını var edememiş Savunma Bakanlığına sahip Türkiye kısa süre evvel işgal yaşamayacağı gerekçesiyle Seferberlik Tetkik Kurullarınıda kapatmıştı. Psikolojik Harekat ise askerler veya siviller tarafından çok büyük oranda iç kamuoyuna uygulandı. Dış istihbaratla ilişkilendirilen Mit personelinin yalnızca yüzde üçü dış görevlerde değerlendirilirken, çoğu Türk diplomat görev yaptıkları ülkelerin dilini ve kültürünü bile bilmiyordu. Zengin tarihi ve potansiyeline rağmen bu gibi zaaflarıda bulunan Türkiye için ciddi manada hükümetler ve partiler üstü bir strateji ile bu stratejilere uygun çok yönlü birimlerin hayata geçirilmesi gerekmektedir. Bir asır daha Encümeni Danış Masalları dinlemeye dillendirilmeye imkan olmayabilir.

14 Mart 2017 Salı

HOLLANDA BİLDERBERG PKK VE FETÖ KUŞATMASINDA TÜRKİYE: BATI İLE ÇATIŞMA MI? YENİLENMİŞ İTTFAK MI?


Abd Başkanlık seçimleri ve neticesiyle beraber siyasi literatürün üzerinde durulması gereken konusu ulus devletler ve ulusçu tutumların yeniden yükseldiğidir. Küresel zihniyetin gümrüksüz ve sınırsız bir dünya tahayyülü Donald Trump'ın Meksika'ya ek gümrük tarifesi fikri ve küresel anlaşmaları rafa kaldırmasıyla bir parça sarsılmıştı. Siyasi vaziyetlerin domino etkisi gösterdiği yerkürede bu tavır Avrupa kıtasında da taraftar buldu. Aşırı sağ, ulusçuluk ve ırkçı tonlarda milliyetçilik giderek yayılmaya başladı. Abd başkanlık seçimlerinden kısa süre evvel İngiltere'nin Avrupa Birliği'nden ayrılma kararı alması, Fransa'nın Afrika merkezli müstakil bağımsız politika izleme kararlılığı irili ufaklı diğer devletlerde göçmen karşıtlığı, farklı dinlere ve inançlara muhaliflik şeklinde ortaya çıktı ve seçim kampanyalarına rastladı. Bütün bunların toplamı ulus devletler yeniden keşfediliyor olarak algılanmaktadır. Hollanda Türkiye gerginliği ve hemen akabinde Fransa ile Almanya'nın Hollanda'yı destekleyen açıklamaları Türkiye kamuoyunda haklı olarak tepki gördü ve hilal haç savaşı olarak nitelendirildi. Türkiye'nin tepkisi ve kendince belirleyeceği yaptırım kararları ne denli isabetliyse hilal haç savaşı gibi bir yaklaşım ise oldukça yanlış bir bakış açısı olacaktır. Çünkü haçı yani hristiyanlığıda var eden bu toprakların bizatihi kendisidir. Devleti Aliyye, Doğu Roma yani Hristiyan Bizans'ın komşusu, akrabası hatta devamıdır. İnciller bu topraklarda kabul edilmiş, havarilerin en önemlileri bu topraklarda yaşamış hatta haç simgesel olarak ilk kez ön Türklerce kullanılmıştır.  Malazgirt meydan muharebesi bile Selçuklulara destek veren hristiyan peçenek ittifakının ürünüdür. Yani hilal ve haçın doğduğu kaynak aynı beslendiği pınar yine bizzat aynıdır. Dolayısıyla teşhisi doğru koymakta fayda vardır. Teolojik ve kültürel inançların hamisinin bu topraklar olduğu sabit olduğuna göre meselenin halklar kültürler veya inançlar ile değil bir avuç elitist karar alıcılar ile alakalı olduğu açıktır.  Hollanda ve benzeri ülkelerin durumu kimlere ne kazandırmaktadır? Tabiki bu yaklaşımlar Türkiye'yi daha da çok ortadoğu'ya itmektedir ve bu 1996/99 Bilderberg grubunun tasarılarıyla örtüşmektedir. O yıllarda Bilderberg cenahında ençok tartışılan husus bir Ortadoğu Komutanlığı kurulması ve komutasının kontrollü olarak Türkiye'ye bırakılmasıydı. Bu konuları daha derinlemesine analiz ettikçe Hollanda Almanya, Bilderberg ve Fetö arasındaki şaşırtıcı bağlantılarda ortaya çıkmaktadır.
Arent Jen Wensinc, Hollandalı bir şarkiyatçıydı. İslam ve islam ülkeleri üzerine araştırmalarda bulundu öyle ki doktora tezinin adı bile ''Muhammed ve Medine Yahudileri''idi.  Ona göre İslamiyet'in fetihletle Arabistan dışına hızla yayılması Medine çevresi ile sınırlı sayıda düzenlemeler getiren Kur'an dışında başka kaynağa ihtiyaç duyulduğunu bunun da Roma ve Yahudi hukuku Hristiyan ahlakı, Hellenizm'den alınan unsurlarla telafi edildiğini iddia ederek söz konusu alıntıların hadis literatüründe mündemiç olduğunu iddia etmiştir.  Yani Wensinc'e göre hadis literatürü başka kültürlerden ödünçtür ve vaz geçilemez. Bu denli şaşırtıcı satırları işleyen Wensinc 1908'lerde Medine Sözleşmesi ile ilgilenmiş ve yeniden uygulanmasını şiddetle tavsiye etmiştir. Oryantalist ve şovalye ünvanlı bir Hollandalının Devleti Aliyye'ye neden ısrarla Medine Sözleşmesini önerdiği ve bu sözleşmenin daha sonra kimler tarafından önerileceği şaşırtıcı bir kurguyu ortaya çıkartacaktır.  Muhammed Peygamber'in Medine'de yaşayan gruplara yönelik uygulamaya koyulan bu sözleşmenin bazı maddeleri şu şekildedir:
1. Yahudiler kendi dininde serbest olacaklar.
2. Müslümanlarla Yahudiler, barış içinde yaşayacaklar.
3. şehir dışından bir saldırı olursa Medine birlikte savunulacak.
4. İki taraftan biri, üçüncü bir tarafla savaşırsa diğer taraf yardımcı olacak.
Dönemsel koşulları itibarıyla gereklilik olan bir anlaşmayı daha sonra Hollandalı şarkiyatçı hatırlattı ve ondan sonra Türk kamuoyunda pekçok kez paylaşıldı ancak en ilginç olanı Demokratik İslam Kongresi'nin bu mutabakata vurgu yapmasıydı.  Kürt sorununa çözümde referans olarak işlenen kongreyi toplayan pkk olmuştu. Ne garip ki marksist felsefeyle kurulduğunu iddia eden bir terör örgütü şarkiyatçıların Türk Toplumuna yeniden hatırlattığı mutabakatı gündeme getirerek çözüm bileşeni olarak sunuyordu. Aslında anlaşma maddeleri bir yerlere çekilmeye çok müsaitti, serbestlik, beraber savunma ve ortak savaş kararı parçalı eyalet sisteminin unsurlarıydı. Hollanda ve pkkdan sonra dini referanslara atıfla siyasi bir yön tayini vazifesine soyunanlardan biri de Fetö lideri Gülendi. 8 Ocak 2013'de gerçekleştirdiği Sulhta Hayır vardır isimli konuşmasıyla hep Yurtta Sulh Konseyi'nin işaretini veriyor hem de Hudeybiye Anlaşmasını gündeme taşıyordu : ''Keşke şu görüºme olmasa.. şu anlaşma olmasa.. şu uzlaşma olmasa.. biz Türk milleti.. şöyle onurumuz var, böyle gururumuz var; boyun eğmesek.. bazı şeylere evet demesek' denilebilir. Muhtemel o türlü şeylerle bazı problemler çözülecekse, işte o Hudeybiye Sulhu mülahazasıyla, Hudeybiye Sulhu'ndaki mantık ve muhakemeyle, yapılması gereken şey neyse onu yapmak lazım. ''
Peki Hudeybiye ne idi ve hangi maddeleri içermekteydi?
Medineli Müslümanlar ve Mekkeli Müşrikler arasında yapıaln bir barış anlaşması olan Hudeybiye İslam Devletinin yani yeni devletin karşı cephe tarafından resmen tanındığının delili olarak gösterilir. Buna göre;
.Esirler karşılıklı serbest bırakılacak
.İki taraf arasında on yıl savaş olmayacak
.Müslümanlar bu yıl Kabe'yi ziyaret etmeyecek, gelecek yıl üç günden fazla ziyaret edilmeyecek ve canları ile malları güvence altında olacaktır.
Yani bu maddeleri kürt siyasi meselesine uyarlayacak olursak;
.Genel af çıkartılsın
.Operasyonlar durdurulsun ve
.Bölgede yerel kolluk gücü oluşturulsun şeklinde yorumlanabilir.
Görüldüğü gibi  pkk Fetö ve daha öncesinde oryantalistlerin Türk kürt federatif modeli için referans dayanakları tarihteki İslami Anlaşmalar olmuştur.
Batılı karar alıcıların ve bazı lobilerin uygulamaları kırılgan, batıdan kopmuş ve tam manasıyla Ortadoğu'ya yönelmiş Türkiye'yi var edecek böylelikle bu anlaşmalar daha çok gündeme getirilebilecektir. Bilderberg ve Abd Türk Ordusu karargahının Konya'ya taşınması gerektiğini 1990'lı yıllarda belirtmiştir. Bu düşünce ise 15 Temmuz kalkışmasından sonra yeniden düşünülmeye başlandı. Aslında ısmarlama tez Medeniyetler Çatışması'nı sanki gerçek bir ideoloji gibi ortaya koyarak körfez ülkeleri Türkiye işbirliğini İran'a karşı kurgularlarken İran'ın da cephesini genişletmektedirler. Bu da küreselci Fabian Derneğinin bir uzantısı olan Frankfurt Mektebi'nin, Tez ve Anti Tez teorisidir. Onlara göre rakip düşünceler olmalıdır ve bunlar birbirlerini beslemektedir. Bu lobi, bu düşünceye göre Ortadoğu'da asla yalnızca şiilerine ya da sünnilerin önünü açmaz. İki grupta kendilerince elini güçlendirir, daha fazla silah alır, daha çok petrol satar ve neticesinde istenilen sentez ortaya çıkar.
Bugün eşcinselliğin özendirildiği, uyuşturucu kafelerin bulunduğu ve katolik kiliselerinin satışa çıkartıldığı Hollanda küresel sistemin pilot bölgesidir. Hollanda, Avusturya hatta İngiltere Kraliyet ailesinin soyuna ve tarihi kültürüne kaynaklık eden Almanya ise Davos ve Bilderberg'i kurarak dünya siyasetine yön tayin edebilme gayretine girmiştir. Yani Türkiye Hollanda gerginliği, Türkiye Avrupa ilişkileri tahmin edilemeyecek kadar sistemli ve asırlara dayanan oryantalist küresel merkezin yönlendirilmesinde seyretmektedir. Türkiye'nin bu oyunları bozabilmesi ancak Avrupa'da yani en başta balkanlarda etkinliğini arttırmasıyla mümkündür. Bu bölgeler tampon kuşak olarak görülmelerinin yanında aynı zamanda kara para aklama merkezleri olarak kullanılmaktadır. Türkiye'nin oryantalist planları ve Bilderberg siyasetini deforme edebilmesi kızmadan ve küsmeden coğrafyalarla dengeli ilişkiler geliştirebilmesine bağlıdır.
Haçlı seferleri izlenimi veren veya bilmeden doğu batı savaşı olarak adlandırılan yeni düzen Türk Ortadoğu kaynaşması (fakat bu bütüncül manada bir ortadoğu değil) buna mukabil, fetö pkk söylem benzerliği ve tarihsel islami kaynakları günümüze uygulama zorlaması eşliğinde parçalı bir Türkiye manzarasını doğurur. Oyunların bozulabilmesi ancak önceliklerin dayatılmasıyla mümkündür. Farkında olan bir Türkiye önceliklerini keşfetme ve gündeme getirme kararlılığına erişebilecektir.

6 Mart 2017 Pazartesi

JEOPOLİTİK TEORİLER VE TÜRKİYE


Türkiye'nin misyonu ve akıbeti ile alakalı teorileri inceleyen bilimsel makale ve analizler jeopolitik kavramına yoğun atıfta bulunurlar. Bu verilerin ortak özelliklerine göre Türkiye'nin jeopolitik konumu oldukça yüksek öneme haiz bir potansiyeli barındırmaktadır. Yalnız burada çoğu zaman jeopolitik ile tanımlanan coğrafya ile anılan ile karıştırılmaktadır. Coğrafya bir ülkenin savaş, ilhak, işgal hariç yani değişmeyen konumudur. Fakat jeopolitik ülkenin konumunun dünya politik yapısına göre bulunduğu yeri ifade etmektedir. Yani jeopolitik konum değişebilen bir değerdir. Türk siyasi tarihinde Orhun Abidelerinde Ötüken Ormanları savunma stratejisinin bel kemiği olarak tanımlanırken bir anlamda jeopolitik kavramada atıfta bulunulmuştur. Ancak bilimsel disiplinler jeopolitik kavramının  İsveçli Rudolf Kjellen tarafından ilk kez kullanıldığını vurgulamaktadır. Jeopolitik genel olarak ülkelerin özel konumlarından dolayı elde ettikleri askeri, siyasi, ekonomik önemi ifade için kullanılır.  Soğuk savaş döneminde İzlanda önemli bir jeopolitik konumdayken coğrafyası değişmemesine rağmen günümüzdeki jeopolitik konumu yüksek değildir. Nato 1949 yılında kurulduğunda Türkiye'yi bünyesine katmaya istekli değildi. Ne zamanki Abd hava kuvvetleri Sovyetler ile alakalı istihbaratın üçte birinin yalnızca Türkiye'den elde edilebileceğini raporladı bundan sonra Nato'nun da ilgisi değişti. Yani Türkiye'nin jeopolitik konumu önem kazanmıştı.
Klasik dönemden itibaren batı merkezli birtakım teoriler oluşturuldu ve bunlar batılı devletlerin güvenlik ve politik referans noktaları olarak belirdi.  Klasik dönem teorileri Avrasya bölgesinin önemini vurgularken modern teorilerde de bu özellik devam etti. Çünkü enerji kaynakları bu yüzyıldaki mücadelenin ana teması olacaktı ve bu kaynakların çoğunluğu Avrasya'da bulunmaktaydı.



KLASİK JEOPOLİTİK TEORİLER

Halford John Mackinder tarafından ortaya koyulan kara hakimiyeti teorisi genel olarak gücü kara ve deniz olarak sınıflandırır. Ona göre yeni sistemde dünya egemenliğini ancak kara gücü sağlayabilir. Kalpagah yani Heartland doktrini ortaya koyan Mackinder'a göre Doğu Avrupa'ya hakim olan merkez bölgesini kontrol eder merkezi kontrol eden dünya adasını dünya adasın ı kontrol eden ise dünyayı yönetir. Doğu Avrupa ve Sibirya üzerinden Rusya ve Orta Asya'yı kucaklayan Avrasya'nın denetimi önemlidir. Asya ve Afrika'nın geri kalanı ise dünya adasını oluşturmaktadır. 1943'te bu teori güncellenerek Doğu Sibirya ve Sovyetlerin doğu bölgeleri Heartland'dan çıkarılmış merkezden uzak bölgeler iç kenar bölgelere dönüşmüştür. Mackinder kitaplarını İngilizler için yazmasına rağmen kuramlarını en fazla kullananlar Almanlar olmuştur. Özetle kara hakimiyet teorisi kara hakimiyetine öncelik vermektedir çünkü gemiler ne kadar büyük ve donanımlı olsalar da üs ve limanlara ihtiyaç duyacaklarından karaya bağımlı kalacaklardır.

Deniz hakimiyeti teorisi Alfred Thayer Mahan tarafından 1890'da yayımlanan ''Deniz Kuvvetlerinin Tarihe Etkisi'' adlı eseriyle ortaya koyulmuştur. Mahan dönemim koşullarından etkilenmiştir çünkü sanayi devrimi ham madde arayışını arttırdığından malzeme temin ihtiyacı deniz yollarının önemini yükseltmişti. Mahan eserinde bazı tespitlerde de bulunmuştur. Bunlardan en önemlisi, Abd, İngiltere, Almanya ve Japonya'nın Rusya ve Çin'e karşı birleşeceğidir. Böylelikle Çin kontrol altına alınacak ve Rusya kuşatılabilecektir. Bugün de bunun izdüşümleri görülür. Soğuk Savaş döneminde Rusya kuşatılmış, şimdiki dönemde ise Çin'in kuşatılma stratejisi uygulanmaya koyulmuştur. Mahan'ın eserleri halen deniz harp okullarında okutulmakta ve Abd donanma militarizminin kaynağını oluşturmaktadır.

Nicholas Spykman tarafından oluşturulan kenar kuşak teorisi ise Mackinder'ın teorisine benzemekle beraber bazı farklılıklar taşımaktadır. Spykman'a göre Avrasya'nın asıl güç potansiyeli sadece Kalpagah'ta değil aynı zamanda bunu çevreleyen ülkeler kuşağındadır. Rimland yani kenar kuşak denilen bu hatta: Türkiye, Irak, İran, Pakistan, Afganistan, Hindistan, Çin ve Kore bulunmaktadır. Uluslararası politikayla ilgili bazı öngörülerde bulunan Spykman'a göre;

1) Avrupa Birleşik Devletleri ortaya çıkabilir
2)Bir veya iki devletin hegemonyasında bir Avrupa oluşabilir
3) Güçlerin eşitliğinden müteşekkil bir Avrupa doğabilir
Spykman eserinde her olasılığı değerlendirmektedir. Spykman'ın teorisi 2. Dünya Savaşı sonrasında Sovyetlere karşı izlenen yaklaşımın ilhamını oluşturur.

2. Dünya savaşı sonrasında tartışılan bir başka teori ise hava hakimiyetidir. Bu teoriden de büyük oranda istifa edilmiştir. Abd Soğuk Savaş döneminde üç radar istasyonu kurmuş ve Alaska Kanada arasında hava üsleri oluşturmuştur.  Hava hakimiyeti Körfez ve Yugoslavya harekatı esnasında etkin kullanılmıştır ve teorinin yıldızı parlamıştır. Ancak Afganistan ve Irak harekatlarında hava operasyonlarıyla istenilenin tam anlamıyla elde edilemeyişi yalnız hava gücüyle başarının çokta mümkün olmadığını göstermiştir.
Teknolojinin gelişmesi askeri bilimleri geliştirdiği gibi buna uygun olarak stratejilerde değişti. Günümüzde tartışılan teorilerin en yenileri arasında uzay hakimiyeti teorisi gösterilebilir. Everett Dolman'ın astropolitik yaklaşımına göre Ay'a hakim olan Uzay'a, Uzay'a hakim olan ise Dünya'ya hakim olur. Uzay hakimiyeti teorisi strateji ve düşünmenin sınırlarının olamayacağınıda göstermiş olmuştur.

MODERN JEOPOLİTİK TEORİLER VE KÜRESELLEŞME

İki kutuplu dünya düzeninin son bulmasından sonra dünyaca ünlü bazı stratejistler ısmarlama olup olmadığı belli olmayan bazı makaleler kaleme aldılar ve yeni politik tariflerde bulundular. Francis Fukuyama'nın Tarihin Sonu mu? tezi bunların başında gelmektedir. Ona göre ideolojik farklılıklar ve belirleyicilikler ortadan kalkmış, artık ekonomiye dayalı bir rekabet oluşmuştur. Gelecekte tüm dünya batı medeniyeti üzerine inşa edilecek yeni düzenin temelinde batılı değerler, liberal demokrasi ve serbest pazar olacaktır. Fukuyama aslında sınırların olmadığı ve batının kurguladığı bir dünya hükümeti önermiştir. Gelinen noktada Asya Kaplanları ve yükselen Asya Değerleri aslında tek bir batılı kültürün ya da batı merkezli dev devletin şu an için mümkün olmadığını göstermiştir.

Samuel Huntington'un Medeniyetler Çatışması tezi ise en çok tartışılan politik konulardandır. Dünyayı; Batı, İslam, Konfüçyüs, Japon, Slav, Latin, Hint, Afrika olmak üzere sekiz medeniyete ayırmış ve küresel siyasetin Batı İslam Konfüçyüs arasında cereyan edeceğini vurgulamıştır. Yani ona göre Rusya'nın zayıflaması ile başka medeniyetler yükselecektir ve bunlar İslam ile Çin medeniyetleridir. Ona göre de ideolojik belirleyicilik sona ermiştir ve mücadelenin kaynağı kültür olacaktır. Bu vesileyle bugün için Batı ile İslam medeniyeti arasında çatışma öngören Huntington aslında tezinde kısmen başarılıdır. Örneğin; Afganistan işgalinden sonra müslüman ülkeler Abd'ye ambargo uygulamamışlardır. Müslüman Libya işgaline bazı müslüman devletlerde destek verdikleri gibi Müslüman İran'a ambargo uygulamasını Abd ile beraber en şiddetli savunan müslüman körfez ülkeleri olmuştur.
Huntington makalesinde İslam dünyasının liderliği içinde karşılaştırmalar yapmakta, İran, Pakistan ve Suudi Arabistan'ı eledikten sonra bu misyona en uygun olarak Türkiye'yi takdim etmektedir. Fakat Türkiye'nin en büyük handikapı ise laik mizacıdır. Laisizmi esnetmiş ve ortadoğu islam kültürüne daha istekli eğilmiş bir Türkiye özellikle ortadoğu islam dünyasının da lideri olacaktır.

Zbigniew Brzezinski, soğuk savaş yeşil kuşak projesinin mucidi olduğu için teorileri üzerinde dikkatle durulması gereken bir isimdir. Büyük Satranç Tahtası tezine göre Avrasya, kültürel üstünlük mücadelesinin oynandığı satranç tahtasıdır. Ülkeleri Jeostratejik Aktör ve Jeopolitik Eksen olarak kategorize etmiştir. Aktörler küresel güçte iken, Jeopolitik Eksene dahil olanlar önemli konumda bulunan fakat küresel güce erişemeyen devletlerdir. Fakat bu kategoride Türkiye ve İran'a dikkat çekmekte bu iki ülkenin potansiyelleri bakımından aynı zamanda Jeostratejik Aktör olabileceğinide vurgulamaktadır.

David Passing ve George Fridman gibi çok önemli isimler, Türkiye'nin yükselen önemine dikkat çekerlerken İsrail ile de yakınlaşacağını savunurlar. Aynı zamanda bu isimler Türkiye'nin Rusya ile çekişme halinde olacağını ve bunun neticesinin Türk Rus savaşına kadar varabileceğini pekçok kez işlemişlerdir.
Özellikle Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra dünya literatüründe en çok kullanılan kavramlardan biri küreselleşme idi. Zihinsel ve bilimsel algının ilerlemesi ile geçmiş yılların tecrübelerinin neticesi olarak sınırların giderek flulaştığı yeni bir dönemden bahsedilmektedir. Bu olgunun olumlu yanları şu şekilde sıralanabilir;

.Dünyanın bir ucuyla diğer ucu arasındaki fark giderek azalmıştır
.İnsanların bilgiye erişimi hiç olmadığı kadar kolay hale gelmiştir
.Demokrasi, insan hakları, şeffaflık gibi kavramlar gelişme göstermiştir
.Sermaye dolaşımında serbestlik sağlanmıştır
.Güvenlik politikaları yeni paktlar doğurmuştur
.Vasıtalar, internet, teknolojik gereçler zamanın tasarruflu kullanılmasına olanak sağlamıştır

küreselleşmenin olumsuz özellikleri ise genel olarak;

.Mikro milliyetçilik ve uluslararası elitler ulus devletlerin geleceğini belirsiz hale getirmiştir
.Kayıt dışı ekonomide artış yaşanmıştır
.Yeni sömürgecilik anlayışları gelişmiş kapitalizm keskinleşmiştir
.Zengin ile fakir kesim arasındaki fark giderek açılmakta, sosyal devlet mekanizmaları ise sarsılmaktadır
.Açlık, paramiliter savaşlar, virüsler gibi tehditler yayılmıştır
.Bilgiye ulaşımın kolaylığı bilgi putperesti yani yalnızca bilgiyi amaçlayan fakat analiz, muahakeme ve vicdani kanaatlerden yoksun bir popülasyon yaratmıştır
.Tüketimler artmış, yalnızca tüketince memnun olan, huzursuz, amaçsız ve sadist egomanyak bir nesil doğmuştur.

Görüldüğü gibi her olguda olduğu gibi küreselleşmeninde iki yönlü bir mizacı vardır. Bu olgunun Türkiye'yi diğer devletler bağlamında nasıl etkileyeceği önemlidir. Klasik ve Modern jeopolitik teorilerin Türkiye'ye etkileri ve küreselleşme bağlamında bazı önemli büyük devletlerin Türkiye tasavvurları ile Türkiye'nin jeopolitik rotasının tayininden evvel Türkiye'nin bazı avantaj ve dezavantajlarına değinmemiz gerekiyor.
Türkiye dünyanın önemli enerji kaynaklarına sahip Ortadoğu ve Hazar Havzası, deniz ulaşım yolları kavşağında Akdeniz Havzası, Karadeniz Havzası ve Türk Boğazları, SSCB ve Yugoslavya'nın dağılması sonucu yapısal değişikliklere uğrayan Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya'nın merkezinde bulunur. Devlet kurma geleneği bulunan ve zengin bir tarihi kültürel mirastan beslenmekle beraber bugün 80 milyonu aşan nüfusu, Avrupa'nın Rusya'dan sonra en büyük ve ciddi ordusuna sahip olması ile ciddi caydırıcılık özelliğine sahip bir ülke olmasını sağlamıştır. Bunların yanında Türkiye;
.Demokratik, sosyal, laik hukuk devleti yapısı ve piyasa ekonomisini kabul eden bir ülke olarak Batı sistemi ile ortak paydaya sahiptir
.Din, etnisite, imparatorluk geleneği gibi faktörlerle Doğu'nun da ortak değerlerini paylaşmaktadır
.Birleşmiş Milletler, NATO, gibi uluslararası paktlara taraf olmakla beraber işbirliği prensibini paktlar kurulduktan itibaren başvuru yapmak suretiyle göstermiştir.
Bunlar yanında Türkiye'nin ciddi dezavantajlarıda vardır. Pekçok paramiliter terör örgütüyle mücadelesi, her daim siyasi gruplaşmanın yaşanması, cari açık oranı ve işsizlik miktarının artması, orta sınıfların giderek azalması, eğitim sorunları ve istihdam yetersizliği ile genç popülasyonun değerlendirilememesi, öz benlik kavramının doğu batı arasında sıkışması ve melez yapay eğreti bir değerler sisteminin toplumsal kültür haline gelmesi, son askeri kalkışma ile güvenlik bürokrasisinin sarsılması, halen nükleer bir güç olamamasının yanında sürdürülebilir enerji kaynaklarından yeterince istifade edememesi, İmparatorluktan bu yana on yılları kapsayacak ulusal stratejisinin bulunmayışı handikaplar olarak sıralanabilir.

Türkiye bu coğrafi konum, jeopolitik ve jeostratejik faktörleriyle yalnız deniz gücüne önem vermesi uzun kara sınırlarının mevcudiyeti dolayısıyla tehdit yaratacaktır. Şimdiye kadar bir Uzay Ajansı ve Uzay Komutanlığı kurulmamış olmasıda çok ciddi bir eksiktir.
Bunun yanında modern jeopolitik teorilerde göstermiştirki Türkiye, yeni düzenin temel taşı olacaktır. Fakat Huntington'un önerdiği tez İslam Dünyasının liderliği gibi gözüksede derinlemesine incelendiğinde böyle bir kavramın geçerli olmadığı yalnızca Ortadoğu'nun birkaç ülkesine endekslenen bir Türkiye ile Türkiye'nin tarihi misyonu ve potansiyelinin seyreltilmeye çalışıldığı anlaşılacaktır. Brzezinski, Türkiye ve İran'ı birbirine rakip göstermiş, Passing ve Fridman ise ısrarla Türkiye Rusya savaşı tasarlamışlar çok küçükte olsa bunda başarılı olmuşlardır. Rus uçağının düşürülmesi hadisesinde iki ülke savaşmamıştır ancak siyasi ve ekonomik ambargolar Türkiye'yi zora sokmuştur.
Bunun yanında önemli ülkelerle ikili ilişkilerde ikircikli bir tavır göstermektedir. Abd her fırsatta Türkiye ile önemli müttefik olduğunu vurgulasada çoğu uluslararası olayda Türkiye'nin aleyhinde hareket etmiştir. Avrupa Birliği, Türkiye'nin ve Türkiye ile ilişkilerin öneminden bahsetsede herdaim özellikle Türk güvenlik sistemi ve idari yapısıyla alakalı Türkiye'nin düşünmediği taslakları masaya koymuş özellikle Kıbrıs, Ege ve Ermeni meselesi gibi durumlarda Türkiye'yi suçlu ilan etmiş, Türkiye'nin haklı terör operasyonlarını bile eleştirmiştir. Rusya Türkiye ile el sıkışmakta ve müttefikliklerinin önemini hatırlatmaktadır. Ancak halen ülkesinde pkk ve pydnin irtibat ofisleri bulunmaktadır ve Ermeni tasarısını desteklemektedir. Her ülke kendi çıkarları minvalinde bir dış politika tesis ettiğinde aslında dostlukların kağıt üzerinde kaldığı Türkiye'nin aleyhine faaliyetlerin geliştiği görülecektir.  Neticede klasik ve modern jeopolitik teoriler batı merkezli kuşatmalar için veri durumunda olmuş bir anlamda bu yazılanlar mutlaka olacaktır psiklojisi belkide meşruiyet veya psikoljik bir hazırlık sağlamıştır. Modern jeopolitik teoriler arasında yakın zamanda ulus devlet küresel sermaye çekişmelerini inceleyen çalışmalarda görebileceğimiz gibi her teorinin bir şekilde Türkiye'ye dayandığı unutulmamalıdır.

Türkiye ısmarlama tezlere endeksli bir politik tutum belirleme alışkanlığı edinirse bu yüzyılda ençok zarar gören ülkelerden biri haline gelecektir. Yeni teorilere göre Türkiye, İran ile savaşacaktır, Rusya ile savaşacaktır, Abd'den askeri yardım alacaktır ve kendisini değiştirebilirse Ortadoğu'ya liderlik yapacaktır. Gerçekten Türkiye'nin harbe ihtyiacı var mıdır? Türkiye hangi coğrafi dilime liderlik edecektir? askeri kapasitesini hangi metodlarla modernize edecektir? gibi kavramların cevabı Türkiye'nin o zaman dilimlerindeki mevcut çıkarlarına göre kendi siyasi ve güvenlik bürokrasisine endeksli oluşturulacak çözümlerde aranmalıdır. Küresel sistem göstermiştir ki her ülkenin birbirlerine bağımlılığı söz konusudur. Yani Türkiye'de bir oranda Nato'nun parçası olmaya devam edecek, bünyesindeki yabancı üslere müsade edecek ve uluslararası anlaşmalara imza atacaktır. Fakat bağımlılık kesinlikle sömürge minvaline dönüşmemeli, yani jeopolitik öneminin farkında, dengeli ancak birtakım merkezlerde hazırlanacak program ve reçeteleride itebilen parlak güç sıfatına erebilen daha az bağımlı ilkesini benimseyecek düzenini oluşturmalıdır.

1 Mart 2017 Çarşamba

TÜRKİYE-- KUZEY IRAK İLİŞKİLERİNİN GELECEĞİ VE SEÇENEKLER; KAMU DÜZENİ VE GÜVENLİĞİ MÜSTEŞARLIĞININ YAPILANDIRILMASI VE ORTADOĞU

Türk siyasi tarihinin en önemli konularından biri kürt meselesiyken Barzani yönetimi ile temas bu meselenin önemli bir ayrıntısını oluşturur. Birinci dünya savaşında Irak'ta Barzani grubuna ait idamlar bu grup ile Türkiye arasını açtı ve Barzani ile büyük yakın teması Sovyetler Birliği sağladı. Sovyetlerin desteğiyle İran'da bir yıl civarı kürt devleti yaşatabilen Mustafa Barzani daha sonra Sovyetlere gitti ve Stalin'in onayıyla askeri akademiye girerek General oldu. Yani modernize ordulaşma sürecinde Sovyetler önemli bir katkı sağlamıştı.

Kürt siyasi vaziyetine istikbal tayin etme meselesi soğuk savaş döneminde daha da belirginleşti. Bölgede İsrail'in arap olmayan devletlerle işbirliği stratejisi ve Abd'nin Omega projesi bağlamında arap milliyetçiliğini zedeleme çalışmaları için kürt siyaseti dengeleyici bir politika olabilecekti. 1965'de Barzani ile artan temas 1966'da askeri eğitimler ve yıllık elli bin dolar destek bu grubun yıldızını daha da parlattı. Fakat Barzani ile ilişkilerin sürpriz bir ülkeside İran'dı. İran da zaman zaman Barzanileri desteklemekten geri durmamıştı. Yani Barzani; İngiltere, Rusya, İran, Abd, İsrail gibi ülkelerle tarihin belirli dönemlerinde temas kurmuş ve bu ülkelerin menfaatleri doğrultusunda hem kullanılmış hem de isteklerini kopartmaya çalışmıştı.


1990'lı yıllardan itibaren Türkiye kürt meselesini kendi insiyatifiyle çözüme kavuşturmayı istediğinden bu yönde girişimlerde bulundu. Çünkü pkknın bitmesini istiyor ve ana karargah olarak gördüğü Kuzey Irak ile alakalıda birtakım stratejiler geliştiriyordu. Özellikle 27 Ağustos 1992 Diyarbakır Mgk toplantısıyla uygulama kararı alınan Kale Harekat planı bu yolda önemli bir adımdı. Bu doğrultuda Barzani ile  görüşmeler üst düzeyde yapıldı ve el altından desteklendi. Bu gruba Türk diplomatik pasaportu tahsis edildi. Bölgenin şartları gereği Barzani ve Talabani arasında başlayan çatışmalarda Türkiye Barzani grubunu desteklerken bu durum Talabani tarafından eleştirildi. O dönem Talabani'yi de İran destekliyordu. Yani bölge büyük devletlerin hakimiyet mücadelesinide yansıtıyordu. Irak'tan pkk bağının kesilmesi ve yurt içerisinde boğulmak istenmesi Türkiye açısından terörü bitirecek ve Irak'ın kuzeyinde etkinliğini sağlayan Türkiye Ortadoğu'daki konumunu güçlendirecekti. Fakat istenen gerçekleştirilemedi. 24 Mayıs 1993'de 33 erin şehid edilmesiyle pkk ile çatışmalar başladı Barzani grubu ise ağırlıklı olarak Cia'nın kontrolüne girdi. Bugün gelinen süreçte Irak'ın toprak bütünlüğü parçalandı ve Kuzey Irak bağımsızlığa hazırlanıyor. Bunu destekleyen kuvvetli verilerde mevcut. Bölgede Exon Mobil, Bp ve Rosneft gibi farklı ülkelerden enerji devi şirketlerin petrol yatırımları ile sağlanan gelirin bir kısmı bölgenin finansesinde kullanılacaktır. İşte bu hassas süreçte bölge bayrağının göndere çekilmesi ve Ankara nezdinde resmi protokol aslında 1990'lı yılların politikasının daha olgun biçimidir. Çünkü bölgenin petrolden başka geliri yoktur. Peşmerge gücü düzenli ordu mahiyetinde değildir bu gücün talimnameleri bile hazır değildir. Bölgenin sağlıklı eğitim kurumları ve yumuşak güç mekanizmaları bulunmamaktadır. Bu bağlamda bir bağımsızlık bölgeye yalnızca bir külfet getirir. Çünkü nakşi Barzani yönetimindeki bölge İran ve araplarında hedefinde olacağı için yeni güvenlik zaafları doğacaktır. Şu halde Türkiye'nin hamiliğinden yoksun bir kürt devletinin yaşaması mümkün değildir.
Bu bağımsızlık diğer ülkelerdeki kürt gruplarıda tetikleyecektir. Fakat büyük bir kürdistan fikri şu anda geçerli değildir. Barzani her ne kadar Türkiye'de Hdp'li vekillerin tutukluluğu hususunda eleştiride bulunsada pkk'nın bölgede barınmasına müsade etmemiş yani siyasi mekanizmadan taraf olduğunu işaret etmişti.

2007 yılında gerçekleştirilen pkk kongresinde mektubu okunan Abdullah Öcalan'da bağımsız bir kürdistan fikri yerine ülke sınırları içerisinde federatif kürdistanlar teklif etmişti. Suriye Pyd'si ise pkkya yakın konumunu devam ettiriyor. Yani, pkk federatif kürt yönetimlerinden, Barzani ise gelinen süreçte bölgesinin bağımsızlığından yana bir poltika belirledi. 
Türkiye'nin Barzani ile teması son derece mühimdir. Bölge dünyaya Türkiye ile entegre olacağı gibi Türkiye'de bölgede ağırlığını hissettirecek ve Ortadoğu denkleminde önemli bir bölüm olarak varlığını sürdürecektir. Romantik tepkiler şu anda Türkiye'ye hiçbir şey kazandırmayacaktır. Türkiye'de ki Suriye kökenlilere vatandaşlık verilmesi ve Barzani'nin himayesi ileride oluşturulması muhtemel Ortadoğu Komutanlığının komuta merkezinin Türkiye'de olmasını sağlayacaktır.Öte yandan Barzani, Türkiye iç siyasetinde kürt meselesi üzerinde de etkilidir. Kendisine bağlı gazeteciler yoluyla kamuoyu oluşturduğu gibi destekledği kürt gruplar, pkknın sivil itaatsizlik eylemlerini reddederek sürtüşmeye girmiştir.(Örneğin Doğu vilayetlerinde kepenk kapatma eylemlerini reddeden kürt esnafın büyük bölümü Barzani ile ilişkiliydi)
Kuzey Irak ile temas edecek ülkelerin başında Abd gelmektedir. Zaten Abd'nin soğuk savaş sonrası Ortadoğu'da bulunma gerekçeleri güncellenmiş bölgedeki amerikan karşıtlığı ile mücadele, mezhep dengesi, terör gruplarının yaratılması ve kontrolünün yanına kürt siyasi hareketinin yönlendirilmeside mevcudiyet gerekçelerine eklenmişti. Günümüzde kürt siyasetinde Abd'nin etkinliği oldukça büyüktür bunu Brazani'nin bağımsızlık açıklamasından da anlayabiliriz. Münih konferanası sırasında Abd Başkan yardımcısı Mike Pence ile görüşme gerçekleştiren Barzani akabinde danışmanı Hemin Hawrami'ye kürt heyetinin amacının bağımsız kürdistan olduğu açıklamasını yaptırmıştı. Şu halde Türkiye'nin Barzani üzerinden Abd ile ek bir diyalog koşulu doğabaileceği gibi Abd ile çıkar çatışmasıda görülebilir. Bu durum şu an için bir çelişki gibi görünsede Abd kürt siyaseti hususunda Türkiye'nin coğrafi konumu ve kültürüne sahip değildir. Bölge ve bu yeni siyaseti tekrar incelediğimizde

Bölgede Kürt Devletinin Türkiye bakımından Dezavantajları;

.Petrol fiyatlarının düşmesiyle bölge gelirlerinin sarsılması ve istikrarsızlığın Türkiye'yi de etkilemesi
.Türk işadamlarının milyarlarca dolarlık tahsilat belirsizliği ve bunun bölge ilişkilerini olumsuz etkileyebileceği
. Bölgedeki devletin Abd Türkiye sürüncemesinde kalabileceği seçeneği
.Bölgedeki devletin ekonomik kaynaklardan yoksun kalması durumunda nüfusun atıl hale gelebileceği ve özellikle Türkiye istikametinde büyük şehirlere yeni bir göç dalgası başlatabilme ihtimali
.Türkmenlerin manevi kopuş sürecinin başlayabileceği gerçeği
.Devletleşmenin domino etkisi yaratarak diğer sınırlarıda tetikleyeceği ve Barzani'nin kürt irredentistliği hususunda cesaretelenebileceği
.İran ile Türkiye ilişkilerinin gerilebileceği ihtimali

Bölgedeki Kürt Devletinin Türkiye bakımından Avantajları;

. Türkiye'nin İsrail ile ilişkilerin sürekliliğine katkı
.Türkiye'nin enerji ihtiyacının karşılanması
.İleriki yıllarda Türkiye'ye federatif entegre olasılığının doğması
.pkk'nın tasfiyesi ve Pyd'nin gayrı yasal gruplardan silahsızlandırılmasına olanak sağlayabilme ihtimali
.İran'a karşı dengeleyici bir kulvar oluşturulabilme girişimi
.Türkiye'nin siyasi, kültürel ve askeri hegemonya kurabilme kapasitesini teşvik etmesi
.Geleceğin su politikaları üzerinde Türkiye menfaatine projeler geliştirilebilmesi

Bölgedeki Kürt Devletinin Uluslararası sistem bakımından dezavantajları

.Çoğunluğu şii olan Irak'tan sünni bir bölümün kopmasıyla Irak'ın şii oranının yüzde 65'ten yüzde 85'e çıkma ihtimal ve Basra körfezinin şiileşmesi
.Irak'ın yeniden parçalanmasından bir kez daha Abd'nin sorumlu tutulması ve batı karşıtı arap milliyetçiliğinin yükselebilme ihtimali
.Yeni devletin iktisadi ve kültürel istikbalinin belirsizliği
gibi sıralanabilir. Siyaset aktüel bir kurum olduğundan tabiki maddeler değişme ve farklılaşmada gösterebilecektir. Şu bir gerçekki bölgede oluşabilecek yeni dengelere karşı Türkiye'nin önceden hazırlıklı olması şarttır. Kuzey Irak bölgesi Irak Kürdistanı olarak bağımsızlığını ilan etmesi halinde Türkiye;

.Askeri müdahale seçeneğini uygulayabilir
.Ambargo uygulayabilir
.Devleti tanıyarak ilişkilerini geliştirebilir
.Devlet ile dolaylı görüşmelerde bulunabilir

hangi seçenek geçerli olursa olsun Türkiye'nin devlet aklıyla hareketi ve bölgede hegemonya kurmaya yönelik seçeneklere yönelmesi ve işgalci duruma düşecek sert güç gösterilerinden kaçınması gerekir.
Bu hususta önemli bir konuda Türkiye'de yürütülen çözüm süreci zamanında hayata geçirilmiş olan Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı'nın bu hususlarda aktif ve belirleyici görev üstlenme zamanının geldiğidir.

Terörle mücadeleye ilişkin politika ve stratejileri geliştirmek ve bu konuda ilgili kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyonu sağlamak üzere İçişleri Bakanlığına bağlı Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı 2010 yılında kurulmuştur. Müsteşarlığın görevleri tüzüğüne göre genel olarak
    
MADDE 6 – (1) Terörle mücadele alanında;            
 a) Politika ve stratejiler belirlenmesine yönelik çalışmalar yürütmek ve bu politika ve stratejilerin uygulamasını izlemek,           
  b) Güvenlik kuruluşları ve istihbarat birimlerinden gelen stratejik istihbaratı değerlendirmek ve ilgili birimlerle paylaşmak,             
c) Gerekli araştırma, analiz ve değerlendirme çalışmaları yapmak veya yaptırmak,             
ç) Güvenlik kuruluşlarına ve ilgili kurumlara stratejik bilgi desteği sağlamak ve bunlar arasında koordinasyonu temin etmek,             
d) Kamuoyunu bilgilendirmek ve halkla iletişimi sağlamak,            
 e) Uluslararası gelişmeleri Dışişleri Bakanlığı ve ilgili kurumlarla işbirliği içinde izlemek ve değerlendirmek,           
  f) İnceleme ve denetleme yapmak ya da yaptırmak.  

şeklinde özetlenebileceği gibi ana ve yardımcı hizmet birimleriyle bu görevler doğrultusunda faaliyet göstermektedir. Özellikle 15 Temmuz kalkışmasından sonra yeniden kurumsallaştırılan güvenlik bürokrasisinde Mit'in üç yıl içinde bütünüyle dış istihbarata yönelik olarak görev yapması tasarlanmıştır.
Şu halde Emniyet ve Jandarma yurtiçinde görevleri doğrultusunda yalnızca taktik istihbarat hususunda faaliyet göstermeli Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı ise ulusal iç çatı istihbarat strateji birimi olarak şekillendirilmelidir. Müsteşarlığın faaliyetleri yalnızca terör husunda çalışmalar değil buna ek olarak düzen ve güvenliği oluştran her unsuru ihtiva eden yapıya dönüştürülmelidir. Her ne kadar iç yapıya dönükte olsa dış istihbarattan sorumlu Mit ile ortak çalışmaların yanında, dış olayları yerinde takip edebilmek için yurtdışı hassas bölgelerde de KDGM personeli görevlendirilmelidir. 2010 yılında çözüm sürecinde kürt meselesiyle ilgili sürece yardımcı adımları belirlemek için hayata geçirilen müsteşarlık yalnızca bu meseleyle sınırlı kalmamalı fakat önündeki en önemli görevin, kuruluş gerekçesi olan kürt siyasetinin, bir kolu olan Kuzey Irak meselesi olduğundan hareketle bu sürece dinamik katılımı ve Türkiye Cumhuriyet'i menfaatleri doğrultusunda stratejik istihbarat üretimi ve değerlendirilmelerde bulunması beklenmelidir. Çünkü Barzani ve etki sahası Türkiye'nin iç güvenlik programından müstakil düşünülemeyecek entegre bir yaklaşımı gerektirmektedir.