Silahlı Kuvvetler modernizasyonu ve Asker Sivil İlişkileri teorileri, İstihbarat, Ulusal-Uluslararası strateji platformu
25 Ağustos 2015 Salı
Jandarma Yarbay Mehmet Alkan'ın Açıklamaları ve Asker Sivil İlişkilerinin Yeni Şifreleri
Geçtiğimiz günlerde Şırnak'ın Beytüşşebap ilçesinde Şehit olan Jandarma Yüzbaşı Ali Alkan'ın cenaze töreninde, ağabeyi aynı meslekten Jandarma Yarbay Mehmet Alkan'ın üniformalı halde siyasileri özelliklede iktidar partisini hedef alan sözleri kamuoyunda büyük tartışma yarattı. Bu tartışmalar üzerine eksik belirtilen, hatalı yorumlanan veya değinilmeyen hususları vurgulamak gerekli hale geldi. Yarbay'ın söz ve tavırları özellikle Ulusalcı, Milliyetçi, Kemalist hatta Milli Görüş ekolü ile adlandırılan sağ muhafazkar cehanta savunulurken karşı siyasi görüşler ise tam tersi bir tavır üzerinden yorumlama gayreti içerisine girdiler. Yarbay'ın sözleri ''Ordu'nun orta kedemsindeki Subayların öfke patlaması'' olarak tanımlandı. Buna göre asker rahatsızdı veya bu öfke tamamıyle kişisel bir duygusal durumun neticesiyse bile ''Vatanseverler'' askerini kimseye yem edemezdi. Karşı siyasi cenah mensupları ise eleştirilerini belgesiz iddialarla kamuoyuna sunmuş ve askerin herdaim güçlü olması gerektiğini, bu davranışın örgütün eline büyük koz verdiğini dolayısıyla Subayın artniyetli bir tavır içerisinde olduğu vurgulanmıştı. Bütün bunlardan sonra bu olayın çeşitli yönlerden irdelemelerini gerçekleştirebiliriz;
1) Yarbay'ın beyanatları orta kademenin bir isyanı olarak adlandırılamaz. Çünkü Yarbay rütbesi Türk Silahlı Kuvvetlerinde orta kademe statüsünde bir makam değildir. Subay rütbelerinden, Asteğmen ve Yüzbaşı dahil olmak üzere Asteğmen ile Yüzbaşı arasındaki rütbeler küçük kademeli olarak adlandırılırken, Binbaşı rütbesi dahil olmak üzere Binbaşı'dan Albay rütbesine (Albay dahil) haiz Subaylara kadarki kademe Üst Rütbeli Subay olarak tanımlanır. Ayrıca Asteğmen ve Albay dahil olmak üzere Asteğmen'den Albay rütbesine kadarki Subaylar Askeri Memur olarak tanımlanırken, Tuğgeneral dahil olmak üzere Tuğgeneralden Orgenerale (Orgeneral dahil) olan rütbeler Subay'dır fakat Askeri Memur olarak tanımlanmazlar. Yani, Yarbay'ın tavrı Orta Kademli değil Üst Kademeli bir Subay'ın tavrıdır.
2) Yarbay'ın tavrını gözlemleyerek Ordunun Üst Kademe bütün Subaylarının aslında siyasi iktidardan veya daha uygun bir yaklaşımla siyasi uygulamalardan rahatsız olduklarını vurgulamak bilimsel bir yaklaşım olmayabilir. Bu konuda elde bir veri yoktur yani yaklaşım tahminden ibarettir.
3) Yıllarca Jandarma teşkilatı için iktidar yanlısı yapılanmanın en yoğun olduğu yer benzetmesi yapılırdı. Fakat bunun çok doğru olmadığı bu olayla görülmüş oldu. Elbetteki bir Subayın tavrı bütün Jandarma teşkilatını özetlemez fakat bazı husularda bilgi verebilir. Jandarma askeri statülüde olsa neticede bir genel kolluk birimidir ve bu bakımdan Polis teşkilatından hiçbir farkı bulunmamaktadır. TSK'nın üvey evlatları şeklinde bir benzetmede yapılan bir Jandarma Subayı'nın siyasi erki hedef alması bu kolluk biriminde üst mevkilerde zannedildiği gibi iktidarla yıldızı çokta barışan kişilerin bulunmadığı ipucunu bizlere verebilir.
4) Bu Jandarma Subayı'nın, Jandarma Okullar Komutanlığında görevli olması sebebiyle yani asayişle ilgili konularda direkt ilgisinin bulunmayan bir görevde olması nedeniyle soruşturma yetkisinin Jandarma Genel Komutanlığında olduğu kararı verilmiştir. Böylelikle kısa süre evvel her bakımdan İçİşleri Bakanlığına bağlanan bir birimin halen özerk yapısının hiç değilse Emniyet teşkilatına nazaran çok daha korunabildiği anlaşılmaktadır. Özerk bir Silahlı Kuvvetler ülkeler için mühimdir.
5) Şu andaki Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Galip Mendi, Kocaeli Garnizon Komutanı olduğu dönemde Korgeneral rütbesiyle İlker Başbuğ'un izniyle askeri davalarda tutuklu olan bazı Generalleri ziyeret etmiş bir Komutandır. Hissi olarak Subay'a sahip çıkacağı normal ve olması gerekendir.
6)Yarbay'ın isyanını dile getirenlerin, manşetleri süsleyen basın kuruluşlarının, askeri davalar yaşanırken sessiz kalması yadırganacak bir davranış biçimidir. Bu durum Askerin olumlu veya menfi olarak her daim gazeteler, yazarlar, siyasiler tarafından politik argüman olarak kullanıldığının göstergesidir. Militarizmide, darbeyide, vesayetsiz toplumuda büyük oranda sivil/üniformasız cenah tesis etmektedir.
7) 28 Şubat sürecinin mağduriyeti ile bağdaştırılan Milli Görüş hareketinin, siyasi platformdaki tüzel kişiliği genel başkan seviyesinde Yarbay'ı hain ilan edenleri, hain ilan ederek, politikada keskin bir asker karşıtlığının muhafazakar camiada bile olamayacağını, ast üst kavramı ayrımının artık bulunmadığının mesajını vermiş olmuştur.
8) Üniformalı bir Üst Subayın tepkisi demokratik bir davranış olarak tanımlanmalıdır. Liberal değerler ve demokrasi unsurları bakımından her daim ''Batı'' ile karşılaştırılan Türkiye'nin bu tepki baımından da Batı ile karşılaştırılması gerekir. Unutlmasın ki ABD'de kısa süre evvel üniformalı polisler Vali'yi arkalarını dönerek ve konuşmaya kayıtsız kalarak göstermişlerdi.
9) Ordu'nun profesyonelleşmesi, küçülmesi, askerlerin garnizon dışarasında üniformasız olmaları, askerlik şubelerinin kapatılması gibi uygulamalar insani, modern döneme uygun, globalist ölçekli ordusal dönüşümlere paralel olarak adlandırılrken, halen neden bir Subay'dan iki asır evvelinin Prusya tipli bir Karacı askerinin davranışı beklenir? Modern ölçeğe uygun olan üniformalıda olsa Suaby da olsa bir insanın insani tepki göstermesi değil midir? Askerden asker gibi askerlik bekleyenler bu ortamın askerin egemen olduğu yıllar evvelinin Türkiye'sinde olduğunu unutmamalıdırlar. Çok disiplinli militarize asker modeliyle yıllarca mücadele edenler şimdilerde bu Subayı disiplinli bir militar olmamakla eleştirenler değil miydi?
10) Kabul edilsin veya edilmesin toplumun bir kesiminde artan bir askeri müdahale isteği belirmiştir. Türkiye'de siyasi belirsizlik devam ettiği sürece askere duyulan eğilimde artacaktır.
Yarbay Mehmet Alkan'ı yıpratmamak adına bu meselenin soruşturma açılmadan kapanması yakışır bir davranış olacaktır. Üç mensubunu Muvazzaf asker yapmış ve bu evlatlarından bir tanesini Şehit vermiş Alkan ailesinin Yarbay ferdine bir de soruşturma açmak bu aileye en büyük haksızlık olacağı gibi TSK'nin itibar kaybetmesine sebebiyet verebilecektir.
Sivil asker ilişkilerinin dönüşümü ''üniformalıya vur'' zihniyetinden ibaret bir süreç değil, sivillerinde üzerlerine düşenleri yerlerine getirmeleriyle mümkün olabilecek bir devlet sistemidir.
Etiketler:
Mehmet Alkan,
tsk,
Yarbay,
Yarbay'ın İsyanı
20 Temmuz 2015 Pazartesi
Suruç Saldırısının Şifreleri
20 Temmuz
günü öğle saatlerinde Urfa’nın Suruç ilçesinde gerçekleştirilen Sosyalist
Gençlik dernekleri Federasyonu mensuplarına yönelik bombalı saldırıda pek çok
kişi yaşamını yitirdiği gibi yaşamını yitirenlerden fazlası da yaralandı.
Saldırıyı kimin, hangi örgüt adına ne maksatla gerçekleştirdiği tartışılırken;
meselenin siyasi anatomisini oluşturmak bizler açısından yorucu olmayacaktır.
Öncelikle şunu belirtelim ki Sosyalist Gençlik Dernekleri adlı yapılanma,
Suriye’de Ayn El arap bölgesinin yeniden yapılanması yolunda uğraş verip
maksatı Ayn el Arap’a ulaşmak olan Pyd sempatizanı gençlerden oluşmaktadır.
Suriye muhalefetini oluşturan gruplardan biri olan Pyd konusunda Türk
bürokrasisinde yakın siyasi geçmişte derin bir çatlak yaşanmaktaydı. Pyd lideri
Salih Müslim’in Türkiye’de ağırlandığı ve siyasi temaslarda bulunulduğu Ekim
2014’te[1]
Genelkurmay Başkanlığı Pyd’ye ithafen resmi internet sitesinde terör örgütü
tanımlamasını kullanıyordu.[2]
Askeri ve sivil bürokrasi arasındaki çekişmenin, ulusal güvenlik tanımlamaları
hususunda da baş göstermesi meselenin akıbeti mevzuunda kısa süreli
belirsizliğe de sebebiyet verse, Haziran 2015’te Cumhurbaşkanı Erdoğan Pyd’yi,
Işid/Deaş’tan tehlikeli ilan etmesiyle[3]
sivil ve askeri erkanın Pyd hususundaki görüş ittifakı kesinleşmiş olmuştu.
Özellikle Suriye’nin kuzeyinde belirmiş muazzam istikrarsızlığın, Haziran
ayının ortalarında Işid/Deaş mevzilerinin bombalanıp boşalan mevkilere Pyd
militanlarının yerleşmesiyle Talabyad’ın kontrolünün Pyd’ye geçmesinin
sağlanarak Türkiye açısından zirveye ulaşmasına sebebiyet verdi.[4]
Türk güvenlik paradigmalarına göre bu adımlar Suriye’nin kuzeyinde otonom bir
siyasi yapının baş göstermesi orta vadede ise bağımsız bir devlet huviyeti
teşkil edeceğinden kırmızı çizgili bir tehdit demekti. Haziran’ın sonunda
gerçekleştirilen Milli Güvenlik Kurulu toplantısında da askeri ve sivil
bürokrasi ittifakla bu konudaki endişelerini dile getirerek[5]
kararlı olduklarının mesajını vermişlerdi. Öyle ki, Pyd, Fırat’ın batısındaki
Cerablus’a ve İdlib’in kuzeyine göç dalgasına yol açacak harekatı kırmızı çizgi
ihlali olarak nitelendirilecek bu durumda asker emir almadan harekete
geçecekti.[6]
Mgk’da alınan kararların kağıt üzerinde kalmadığının göstergesi olarak, Suriye
sınırına çok sayıda asker ve askeri teçhizat Temmuz ayının başlarından itibaren
sevkedilmeye başlanmıştı.[7]
Bu uygulama bir güç ve gövde gösterisi olduğu kadar Türkiye’nin başarılı bir
yumuşak güç savaşı verdiğinin göstergesiydi. Kurşun atılmıyor, sınır ihlal
edilmiyor fakat, Suriye sınırına sevk edilen ağır silahlı askerlerin birtakım
gruplar için caydırıcılık vesilesi olması isteniyordu. Pyd, Türkiye’nin bu
girişimlerine karşı dış kamuoyu oluşturmak suretiyle başta Birleşik Devletleri
ve Fransa’yı ikna etmek amacıyla demeçler verdi.[8]
Gerilen Türkiye Pyd ilişkileri çerçevesinde Türkiye bir yandan dış kamuoyu
desteğiyle kısmi bir operasyon amacını taşıyorken Pyd ise yapılması muhtemel
operasyonun provokesi için dış kamuoyunu iknaya matuf açıklamalarda bulunma
eğilimindeydi. Türkiye dış politik kulvarda bu mühim gelişmelerin aktörüyken,
iç siyaset ise 7 Haziran seçimlerinin neticesi akabinde yine gayet hareketli ve
hararetli günler geçirmekteydi. Hdp’nin seçim barajını aşma ihtimali seçimler
evveli pek çok anket şirketince belirtilmiş bir husus olmasına rağmen, 80 kadar
Milletvekilini meclise sokabilmeleri ise neredeyse her siyasi cephede büyük
şaşkınlık yaratmıştı. Seçimlerden yalnızca bir gün sonra Başbakan Yardımcısı
Yalçın Akdoğan Hdp’ye ithafen ‘’ Anca açılımın filmini yaparlar’’[9]
sözüyle sarfettiği söz Hdp cephesinde tepkiyle karşılandı. Yine Adalet ve
Kalkınma Partisinin Hdp ile bir koalisyon içerisinde bulunmayacaklarını
belirtmesi, Rtük üye seçimlerinde Hdp’li adayı desteklememeleri(Mhp’li aday
desteklenmiştir)[10] ve
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Dolmabahçe mutabakatını keskin sözlerle
eleştirmesi bir tek şeyi vurgulamış oluyordu; Adalet Ve Kalkınma Partisi ve
Cumhurbaşkanı oldukça kuvvetli Milliyetçi bir politika izlemiş bulunuyorlardı.
İçte ve dışta özetçe değinilen önemli politik gelişmeler ışığında Suruç
saldırısının tahlilini şu yönleriyle izah edebiliriz;
1)
Saldırıdan kısa bir süre evvel Nusra sempatizanı Miraç Karaaslan adlı şahıs ne
tesadüf ki Suruç’ta toplanan kalabalığı sosyal medya profilinden duyurmak
suretiyle bir kısım odaklara mesaj vermişti.[11]
2) Aylar
evvelinde Musul’da rehin alınan 46 konsolosluk çalışanının kurtarılmasında, ve
Suriye ile Irak’a birtakım sevkiyatların yapılmasında etkin rol oynayan bu
vesileyle selefi gruplar içerisinde ağırlığı bulunan Mit saldırının istihbaratını
neden alamadı veya aldıysa gerekli mercilerle paylaşma gereği duymadı?
3) Nusra,
Türkiye tarafından lanetlenmiş bir örgüt olmadığı gibi, Suriye’de gerçekleşen
21 Ağustos 2013 tarihli Guta katliamında, Türkiye iktidar partisiyle arasında
ilişkilerin olduğu dış kamuoyunca vurgulanan selefi bir gruptur.
4) Pyd dış
kamuoyunca terör örgütü listesinde bulunmamaktadır.
5)
Türkiye, Pyd’yi en azılı terör örgütü ilan etmişken bu şekilde bir saldırı
üzerinden selefi gruplar ima edilerek mağdur Pyd imajı doğmuş olmuştur.
6)
Saldırının iktidar partisi içerisindeki kürt lobisinin Akp-Chp koalisyonunu
istiyoruz söyleminden kısa süre sonra gerçekleşmesi bu isteklerini yüksek sesle
tekrarlamalarını doğuracağı gibi, Akp içerisindeki Milli cephenin birtakım
stratejiler aramasına sebebiyet verecektir.
7)
Işid/Deaş, Nato konseptine göre mücadele edilmesi gereken bir örgüttür.
8)
Selefiler ve Türkiye bağlantısı üzerinde duran pek çok Avrupalı parlamenter
olduğu unutulmamalıdır. Bu durum, batı açısından öncelikli tehdidin radikalizm
olduğunu göstermektedir.
9) Suruç
saldırısıyla, Doğu Türkistan katliam
söylemi ve protestoları aslında birbirlerine çok benzemektedir. İkiside
Milliyetçiliğin yükseldiği evrede ikiside dikkatlerin başka yöne çekilmesini
sağlamıştır.
10) Pyd ve
Ayn el Arap hususu Türk kamuoyunca unutulmamalı, alınan MGK kararından geri
adım atılmamalıdır.
11)
Akp’nin Türkiye’nin eski Ulusalcı reflekslerini taşıyan bir vaziyete bürünmesi
bu vaziyetin ise Milliyetçilerce desteklenecek olması, birtakım çıkar grupları
arasında büyük bir hoşnutsuzluk yaratmıştır. Bu hoşnutsuzluk Akp-Ergenekon
ittifakı gibi söylemlerle dile getirilirken Akp-Mhp koalisyon ihtimali ise
savaş hükümeti tanımlamasıyla gözden düşürülme gayretine gidilmiştir.
12) Son
olay göstermiştir ki, Türkiye oldukça sıcak günlere sahne olmaya devam
edecektir. Radkal dini örgütler nasıl bir tehditse, Suriye’nin kuzeyinin
demografik yapısının değiştirilmesine yönelik girişimlerde aynı oranda büyük
bir tehdit içermektedir.
13) İran
ve 5+1 devletlerinin sürdürdüğü müzakereler neticesinde varılan olumlu sonuçtan
yalnızca birkaç gün sonra bu saldırıyla Türkiye’nin karışması, İran’ın baş
tehdit gösterdiği selefi/harici hareketlerin yeniden gündeme gelmesi, Türkiye
izole mi ediliyor düşüncesini kendimize sormamıza sebebiyet vermektedir.
[1] Pyd Lideri Salih Müslim
Türkiye’ye Geldi, http://www.ntv.com.tr/turkiye/pyd-lideri-salih-muslim-turkiyeye-geldi,DyjmcB-hF0C7pMZp7rzg6A
[3] Pyd
Deaş’tan Çok Daha Tehlikeli, http://www.sabah.com.tr/gundem/2015/06/19/pyd-daesten-cok-daha-tehlikeli-1434663598
[4] Pyd
Telabyad’a Yerleşiyor, http://www.ulusalkanal.com.tr/dunya/pyd-telabyada-yerlesiyor-h63722.html
[5] En Kritik
MGK Toplantısı Sona Erdi: Hem Işid Hem Pyd’den Endişeliyiz, http://www.diken.com.tr/en-kritik-mgk-toplantisi-sona-erdi/
[6] Fırat’ın
Batısı Kırmızı Çizgi, http://www.milliyet.com.tr/firat-in-batisi-kirmizi-cizgi/siyaset/detay/2081424/default.htm
[8] Pyd: Abd
ve Fransa Türkiye’nin Suriye’ye Müdahalesine İzin Vermesin, http://www.cnnturk.com/turkiye/pyd-abd-ve-fransa-turkiyenin-suriyeye-mudahalesine-izin-vermesin
[9] Yalçın
Akdoğan: Hdp Bundan Sonra Çözüm Sürecinin Ancak Filmini Yapar, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/29227700.asp
[10] Ak
Parti’den Mhp’ye Rtük Desteği, http://www.aksam.com.tr/siyaset/ak-partiden-mhpye-rtuk-destegi/haber-422898
[11] Saldırıdan Önce Dikkat
Çeken Mesajlar, http://odatv.com/n.php?n=saldiridan-once-dikkat-ceken-mesajlar-2007151200
15 Temmuz 2015 Çarşamba
KAMU DİPLOMASİSİ VE THY. THY NEDEN HEDEFTE?
Toplumların
tarihsel tasnifleri geneli itibariyle dört kategoride incelenmektedir. Modern
öncesi, Modern, Geç Modern ve Post Modern. Modern öncesi dönem ise Westfalyan
evveli ve sonrası olarak iki kısımda incelenebilir. Otuz yıl savaşları
diyebileceğimiz kanlı mezhep çatışmaları neticesinde imzalanan westfalya barışı
bir anlaşma olmanın da ötesinde Avrupa kıtasında başlayacak siyasal
değişimlerinde habercisiydi. Westfalya düzeni evvelinde ülke egemenliği, kral,
aristokrat ve ruhban sınıfı arasında bölüştürülürken, anlaşma ile soyut iktidar
dayanaklarından çok gücün belli çizilmiş bir sınırla tanımlanabileceği yani
teritoryallik de denilen bu koşul uyarınca resmi sınırlara sahip tek kavram
olan devletin asli merkezi otorite olduğu ve diğer unsurların devlete rakip
olarak görülmek yerine devletin hükümranlığı altında kalan unsurlar olabileceği
belirlenmiştir. Ondokuzuncu yüzyıldan ikinci dünya savaşı sonuna kadarki modern
dönemde de devlet kavramı, birinci dünya savaşı sonrasındaki kısa süren
idealist dönem hariç devletin en temel güç olduğu, askeri gücün sürekli
arttırılmak zorunda hissedildiği evredir. Bu süreçte devlet her şey olduğundan
sivil toplum önemsizdir. İkinci dünya savaşının sonundan soğuk savaşın biteceği
1990’lı yıllara kadar ise geçmodern dediğimiz dönemi oluşturmaktadır. Soğuk
savaş stratejilerinden kitlesel karşılık prensibi gereği nükleer silahlanmanın
önemi azami ölçüdeyken 1962 Atina Nato zirvesinden sonra aslında bu stratejinin
güvenliği çokta mümkün kılmadığı ve masrafları da arttırdığı saptamasıyla esnek
mukabele stratejisi belirlenmiştir. Nükleer silahların varlığını korumakla
beraber önemini eskisine oranla yitirdiği buna karşılık savunmanın insan gücüne
dayanacak olmasıyla beraber yoğun askeri personele ihtiyaç duyulacak evrede de
realist ve kısmen neo realist kuramlar hakim olmuştur. 1990’ların sonrasını
tanımlamak için kullanılan postmodern devrede ise devlet ilişkilerinde önemli
değişiklikler olmuştur. Her şeyden evvel dünyadaki liberal dalgalanmalardan
nasibini alan ülkelerde özelleştirmeler kendisini göstermek suretiyle devlet
mekanizması küçülmeye başlamış, buna mukabil düşünce serbestisinin getirdiği
liberal ortamda pek çok dernek ve vakıf hayata geçmiş, iktisadi yapılar
otonomilerini ilan etmek suretiyle özerk huviyetlerine kavuşmuşlardır.
Postnodern öncesi devlet ve toplum arasındaki dikey ilişki, postmodern dönemde
yatay minvalde toplumun kendi devleti dışında başka devlette de taleplerini
iletebildiği ve baskı mekanizması kurabildiği yatay ilişki yönünde evrilmiştir.
Amerikalı siyaset bilimci Joseph Nye’ın ortaya attığı postmodern siyaset bilimi
teorisine göre ise bir devletin başka devleti etkileyebilmesi ancak üç koşulda
mümkündür.
1)
Tehdit
ve güç kullanmak
2)
Rüşvet
3)
Kamu
Diplomasisi başlığı altındaki yumuşak güç uygulamalarını kullanarak.
İşte Nye
bu üçüncü seçeneğe önem vererek yumuşak güç uygulamalarının postmodern dönemde
giderek önem arz edeceğini belirtmiş ve yanılmamıştır. Buna göre
diplomasi/yumuşak güç faaliyetleri şu hususları kapsar;
1)
Dinleme:
Hedef ülkenin alışkanlıklarını anlama ve tahlil etme.
2)
Savunma:
Devletin kendisi veya kurumuyla ilgili olumsuz bir mevzuyu hedef ülkede
savunabilme yeteneği.
3)
Nüfus
mübadelesi: Öğrenci değişim programları gibi uygulamalar.
4)
Kültürel
mübadele: Dil kursları, dernekler, vakıflar.
5)
Uluslararası
yayıncılık: Yabancı dilde yayın yapan platformlara sahip olunması.
Gelişmiş
her ülke bu kaideler çevresinde, dünya piyasasında etkinliğini arttırmak
suretiyle hakimiyetini pekiştirmeyi ister. Burs programları, finans şirketleri,
film endüstrileri, spor klüpleri, sivil toplum, devletin resmi organ ve
kuruluşları kamu diplomasisi faaliyetlerinde etkin yer alırlar. Büyük Türkiye,
Güçlü Türkiye gibi sloganlarla yakın geçmiş dönemde imaj tazeleme stratejisini
uygulamaya koymuş Türkiye’nin de yumuşak güç uygulamalarından münezzeh
yorumlanabilmesi düşünülemez. Bu kapsamda balkanlarda kurulan ve Türkçe ile
Türk kültürel çalışmalarına imza atan Yunus Emre Enstitüleri ile balkanlardaki
ticari şirketler önem arz eder. Şu anda etkinlikleri üst düzey olmasa da bu faaliyetler
balkanlar ile Türkiye arasında güzel birer köprü oluşturmuştur. Başbakanlığa
bağlı TİKA ise, dünyanın pek çok yerinde, eski kültürel mirasların onarılması,
erzak, giyim yardımları, kültürel projelerle etkin bir yumuşak güç vasıtasıdır.
Yurtdışına gönderilen öğrenciler, Türkiye’de ağırlanan turistler, kimi dernek
ve vakıflar Türkiye’nin etkin yumuşak güç unsurlarını oluşturmaktadırlar. Kamu
diplomasisi ve Türkiye hususunu izahata çalışılırken Türk Hava Yolları’na
değinmemek çok büyük eksiklik olur zira, THY en etkin diplomasi
kaynaklarındandır. 1933’te beş koltuklu yalnızca iki uçakla faaliyete başlayan
kurum, Türkiye’nin gözbebeği misali yoğun emek ve vergilerle yıllar içerisinde
büyüdü ve gelişti. 1943’te altı adet uçak daha filoya katılarak, 1945’te uçak
sayısı elli ikiye yükseldi. 1955’te Türk Hava Yolları adının
alınması,1980’lerden itibaren başlayan yoğun büyümeyle beraber 2003’ten
itibaren küresel bir marka haline gelen ve dünya kamuoyunun ilgiyle izlediği
bir kuruluş hüviyetine sahip olunulmuştu.[1]
Afrika’da kırk noktaya uçuş düzenleyecek[2]
bu husus Türkiye açısından prestiji yüksek bir durum olduğu kadar dünyadaki
bazı odaklarında nefretinin kazanılmasına sebebiyet verecekti. Hayatını
kaybeden eski Mitçi Binbaşı Kaşif Kozinoğlu’nun el yazısıyla kaleme aldığı eser
göstermiştir ki, Oslo görüşmelerinin sızdırılması Alman istihbaratının
ürünüdür.[3]
Almanya özellikle balkanlardaki çekişmede de Türkiye’nin karşısına çıkmıştır.
Türkiye’de üçüncü havalimanı yapımına en sert muhalefet Almanya’dan gelmiştir.
Buna göre bir takım tertiplerin ardında Almanya’nın aranması olası göründüğü
gibi, kurumların provokeside muhtemeldir. Tıpkı THY’nın son zamanlarda
ihbarlarla prestijinin sarsılmaya çalışıldığı gibi. İstanbul Tokyo uçuşunu
gerçekleştiren uçakta garip bir notun bulunmasıyla başlayan serüven, İstanbul-
Sao Paulo seferindeki bomba notuyla devam ederek[4]
günümüze kadar beşten fazla aksamaya sebebiyet vermiştir. Yine Thy yönetim kurulu eski başkanı kurum
içerisinde varlığından şüphe ettiği ve illegal olduğunu iddia ettiği örgütlenmeye vurgu yaparak[5],
kurumsal itibarın sarsılmak istenebileceğinin örtülü mesajını vermiştir.
Siyasal olayların doğal gereği şudur ki, bir ülke içerisindeki hiçbir siyasal
olay dünyadan bağımsız olarak düşünülemez ve yorumlanamaz. Yani kısa süre evvel
Malezya hava yollarına ait bir uçağın, Güney Çin denizi üzerinde kaybolması[6]
bir takım komploların hava taşımacılığı yapan şirketler üzerinden
gerçekleştirilmek suretiyle hedef ülkeler üzerinde menfi intibahın uyandırılmak
istenmesinde etkin olacaktır. Hulasa işlediğimiz konu hakkında şunları
sıralayabiliriz;
1)
Kamu
diplomasisi ve yumuşak güç uygulamaları, postmodern toplum tipinde gücün en
önemli vasıtalarındandır. Devletler eskinin askeri stratejisinden çok diplomasi
stratejilerini önemseyen bir konumda bulunduğu unutulmamalıdır.
2)
Etkin
devletler arasında yer almak niyetinde olan Türkiye Cumhuriyeti, mevcut
potansiyelini imkanları doğrultusunda değerlendirerek yumuşak güç/diplomasi
stratejisini oluşturmaktadır.
3)
Türkiye’nin
en etkin kamu diplomasisi faaliyetlerinden bir tanesi Türk Hava Yollarıdır.
THY, her geçen gün büyüyen dinamik yapısıyla, gökyüzünün sancaktarı ve yabancı
pistlerin müdavi misyonunu en iyi şekilde değerlendirmekte bu da dünyanın ilgisini
çekmektedir.
4)
THY’yi
provoke etmek isteyecek ülkeler ve yabancı hava yolları her daim olacaktır. THY
uçaklarına yönelik ihbar, karalayıcı ve aldatıcı haberler, kara propaganda gibi
istihbari faaliyetler etkin biçimde sürdürüleceğinden, Türkiye’de istihbarata
karşı koyma birimleri bu konuda hazırlıklı olmalıdır.
5)
THY
personelinin istihdamı etkin güvenlik tahkikatlarıyla gerçekleştirilmeli,
güvenlik soruşturmaları periyodik aralıklarla tekrarlanmalı, personel
eğitimlerinde gizliliğin personelce uygulanabilmesi ilkesi eğitmenler tarafından
etkin olarak benimsetilmelidir.
6)
THY
içerisindeki, kurum itibarını provoke edici gruplar, kurumdan süratle
uzaklaştırılmalıdır.
7)
Malezya
hava yollarına ait uçağın olumsuz akıbetinin, Kuala Lumpur’da kurulan temsili
mahkemeye rövanşist bir tutum içerisinde uluslararası bir gücün devreye
girmesiyle Malezya hükümetine cevap niteliği taşıdığı teorisi unutulmadan, ülke
hava yollarının her daim rakip ülkelerin hedefinde bulunacağı, hava yolları
faaliyetlerinin ülkelerin itibarına olumlu ya da olumsuz minvalde etkide
bulunacağı unutulmamalıdır.
[1] Tarihçe, http://www.turkishairlines.com/tr-tr/kurumsal/tarihce
[2] Ergün Diler, Tarihe 3 Not,
http://www.takvim.com.tr/yazarlar/ergundiler/2015/03/31/tarihe-3-not
[3] Kaşif Kozinoğlu, Kaşif
Kozinoğlu’nun Mezara Götürmediği Sırlar, Kaynak Yayınları, 2012
[4] Diler, a.g.y.,
[5] Paralel Yapının THY’de
Emelleri Var, http://www.aksam.com.tr/siyaset/paralel-yapinin-thyde-emelleri-var/haber-363048
[6] 239 Kişi Taşıyan Malezya
Uçağı Kayboldu, http://www.hurriyet.com.tr/dunya/25964925.asp
12 Haziran 2015 Cuma
Askeri Darbeler, Türkiye'de Askeri Darbe Olur mu ?
Darbe, ihtilâl, müdahale gibi teorik tanımlamalar ne şekilde
olursa olsun, dünyanın her yerinde seçilmiş üyelerden müteşekkil bir
parlamentonun üniformalı kişilerce kısıtlanması, dağıtılması, herhangi
kararları uygulamakla sorumlu tutulması gibi pratik yaklaşımlar, antidemokratik
olarak nitelendirilir. Yeryüzünün belki demokrasiye en uzak fiiliyatlarından
olan askeri girişimler, on yıllardır sosyolojik perspektiflerden
değerlendirilir, yorumlanır, askeri bürokrasinin davranış yapısı, ne istediği
ve ne beklediği konuları tartışılır. Her toplumun sosyal yapısı müstakil bir
hüviyet teşkil ettiğinden askeri girişimlerin de amaç ve beklentileri içlerinde
bulundukları sosyal vaka ve parçası oldukları toplumsal sistemin unsurlarına
göre şekillenirken esas olan bir husus vardır. Bu da neredeyse bütün askeri
girişimlerin dış bağlantı tesis etmek neticesinde vuku bulduğudur. Askeri
girişimlerin, tek bir hareketle topyekün ülke dışarısından kaynaklandığı,
talimat alınması durumunda 24 saat içerisinde her şeyin olup biteceği kurgusalı
oldukça indirgemeci bir yaklaşım olup, toplumun sosyolojik çarpıklığının gözden
kaçırılmasına sebebiyet verecektir. Dolayısıyla, bu, sosyolojik tahlilin de
noksan olacağı manasına gelmektedir. Askeri girişimlerin amaçlarına değinmeden
evvel bu girişimlerin dünyanın her coğrafik biriminde gözlemlenmesi yerine bazı
spesifik alanlarda daha sık karşılaşıldığı dikkat çekmektedir. Örneğin Latin
Amerika’da ki vesayetçi düzen ile İskandinavya, Orta Afrika’da ki silahı tutan
her rütbe üniformalının son sözü söylediği sistem ile İngiltere, Ortadoğu’da ki
cuntalaşma süreçleri ile örneğin Almanya bir olamaz. Ordunun ve ordu
mensuplarının tarihsel ayrıcalığından beslenen askeri müdahalelerin toplumsal olgunluk ve birikimde yeterince öne
çıkamamış toplumlarda görüldüğü doğruysa da, meselenin başka boyutu da coğrafi
konumlardır. Jared Diamond’un ünlü eseri nasıl ki milletlerin kaderinin hatta
bir topluluğa ait bireylerin bağışıklık sistemlerinin bile coğrafi koşullara
bağlı olabileceği teorisi dahilinde irdeleniyorsa, dikkatle izahat mümkündür
ki, güç coğrafik koşullar altında yaşamlarını sürdüren toplumlarda da, coğrafik
paralel perspektifte ordu ve mensubu ayrıcalıklıdır. Çünkü düşman çok, iklim
çetin, nüfus yeterli değildir. İnsanların her daim hazır kıta birer savaşçı
kabul edildiği toplumlar aynı zamanda ordu toplum olarak tanımlanırken, devlet
başkanı bir nevi komutan olarak, asker yani ast konumunda bulunan her bireyin
toplumsal muazzam bir itaat düzeni oluşturmasını ilke edinir. Böylelikle
düşmanlara karşı hazır bir toplum, lidere karşı sorgulanamayacak meşru bir
otorite inşa edilir. Özellikle Orta Asya toplum yapısının geçmişi bu yöndedir.
Geçmişin bu tarihsel yansımaları üzerinde yükselen toplumlarda askerin
ayrıcalıklı konumu sosyolojik bir olağandır. Dolayısıyla örneğin Latin
Amerika’da demokratikleşme yolunda önemli adımlar atılmasına rağmen, halk halen
orduyu gerektiğinde devreye girerek tıkanık sistemi açabilen kurtarıcı statüyle
eş tutmaktadır. İsrail, askeri vesayetin keskin olduğu başka bir ülkedir.
İsrail’de halkın geniş katılımıyla yapılan anketlerle sabit olan husus, orduya
güvenin siyasi partilere güvenden çok daha yüksek olduğudur. Devlet
başkanlarının önemli kısmının asker kökenlilerden oluşan siyasal sistemlerinde,
istihbarat biriminin başına da asker kökenli görevliler getirilmektedir. Yahudilerin
asırlar boyunca karşılaştıkları acı tecrübeler, bağımsız devletlerini ilan
etmelerinden sonra gerçekleştirdikleri konvansiyonel harpler (arap-israil
savaşları) ordunun ayrıcalıklı rolünü belirler. Çünkü temel gereksinim hayatta
kalmak, bunu sağlayabilecek güvenlik tedbirleri ise orduya aittir.
Aynı güvenlik kaygılarını paylaşan bir orta asya geçmişine
dayanan Türkiye’de de, ordu her daim ayrıcalıklı konumda bulunmuştur. Modern
ordu kavramının karşılığı 1808 Prusya sistemi yani Harp okullarının kurulması
ile profesyonel subay tipine geçilmesi olduğundan, Türk tarihinin ilk modern
askeri girişimi Padişah Abdülaziz’in devrilmesidir. Bu olaydan önce de pek çok askeri girişimi
Osmanlı tarihinde görmek mümkündür. Mülki sınıfın genelde askerlerden oluştuğu
bürokratik kadroda, arz günlerinde her daim askerler, veziri azamdan bile daha
evvel Padişah’ın huzuruna çıkarlar. İstedikleri maaş zammını alamayınca
ayaklanır, istemedikleri devlet adamının yaşamasına müsaade etmezler. Zaten
ayrıcalıklı olan bu askeri sınıfın ise tam manasıyla bir denetim mekanizmasına
dönüşmesi Genç Osman’ın katlidir. Ordu artık gerektiğinde devlet başkanını dahi
öldürebilecek bir mizaca bürünmüştür. II. Sellim, III.Selim, III.Ahmed gibi
Padişahların devrinde de önemli hareketler gözlemlenirken 1876 tarihi modern
harp okuluna mensup zabitlerin girişimidir. Tabi bu girişim Osmanlı’dan
borçlarını tahsil edemeyen bankerler ve ardındaki devletlerce de desteklense,
ülkenin o dönemde bulunduğu durum iktisadi ve sosyal bakımdan oldukça kötü
durumundadır. III. Selim’den itibaren zayıflayan devlet mekanizmasının adeta
bir tedavisi olarak yeni topraklar yeni zenginlikler yeni askerler yani yeni
fetihler kabul edildiğinden, bunun gerçekleştirilebilmesi için güçlü ve talimli
bir ordu yapısına ihtiyaç olduğu tasavvuru geliştirilir. Bunun için ordu
modernleştirilmelidir. II.Abdülhamit
tarafından davet edilen Prusyalı Subaylar, yeni askeri mektepler, ordunun toparlanabilmesi
için atılan adımlar olmuştur. O devirden itibaren pozitivizm ile yoğrulan çoğu
subay, askerlik asli görev dışında kurtarıcı olarak siyasi ıslahat projeleri
tasarlarlar. İkinci Modernist askeri girişim ise 1913 Babı Ali Baskını
olacaktır.
Türk tarihini çok iyi bilen Mustafa Kemal Atatürk, 1923’te
Cumhuriyet’i ilan ettiğinde, bu girişimine yönelik en örgütlü tepkinin ordudan
gelebileceğini tahmin edebiliyordu çünkü ordu dışında zaten toplumsal bir sınıf
yoktu. Bu sebeple siyasetle iştigal edecek askerlerin mutlaka ordudan istifa
etmeleri şartını ilke kabul etti. 9 Kolordu ve 3 Müfettişlik olarak kurulan
ordu da, muhalif ve halkın teveccühlerine mazhar olabilmiş Generallerden, Kazım
Karabekir ve Ali Fuat’ı pasif görev olarak nitelendirilebilecek ordu
müfettişliklerine atadı. Rauf Orbay’a ise görev bile verilmedi. Genelkurmay
başkanlığına, Mustafa Kemal’e çok sadık bir General olan Fevzi Çakmak getirdi.
Bütün bu olanlardan sonra zaten bir kurtuluş savaşı kahramanı olan Atatürk’e
karşı hiçbir subay askeri müdahale girişiminde bulunamadı. Atatürk’ün
karizmatik komutanlığı karşısında durabilecek bir general olamazdı. Keza İnönü
döneminde de, İnönü’nün Harp Okuluna hakimiyeti meşhurdur. İsmet İnönü’nün at
gezileri yaptığı Harp Okulu bitişiğinde, haberi alan Harbiyeli öğrencilerin,
İnönü’yü görebilmek için birbirleriyle yarıştığı ve İnönü’yü hazır kıta
selamladıkları bilinir. Buna mukabil 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül girişimleri
neticesinde yeni oluşan asker egemenliğine dayalı idari bürokrasinin, meşruiyet
kazanabilmek maksadıyla dış cephede özellikle Washington nezdinde, temaslar
kurduğu bilinen gerçektir. 27 Mayıs 1960
akabinde, 235 General ve Amiral ile 3381
Subay, 251 Kurmay statülü subayın emekliye sevk edilmeleri bütçe açısından
oldukça yüklü yekün getirmekteydi. Bu yekünün nereden temin edilebileceği
problemine Washington yetişmiş görünüyordu. ABD, 1960 yılı içinde 103 milyon
dolar yardımda bulundu. [1]
Nitekim 12 mart sonrası Nihat Erim Başbakanlığında oluşan teknokrat hükümet,
Abd’nin isteği üzerine tarım temelli Türkiye ekonomisine ağır zarar verebilecek
bir kararla Haşhaş ekimini yasaklarken, 12 Eylül rejimi ise Yunanistan’ın
tekrar Nato’ya dönebilmesine onay verecekti. [2] Keza postmodern toplum yapısına uygun olarak
postmodern olarak nitelendirilen ve 28 Şubat olarak bilinen, 28 Şubat 1997, 8,5
saatlik Mgk toplantısı neticesinde 2 ay sonra Necmettin Erbakan’ın hükümetten
çekilmesi Dünya’da uyandırdığı yankılar bakımından önemliydi. Erbakan Başbakan
olduğuında ilk resmi ziyaretini İran’a yapıp 28 milyar doğalgaz anlaşması
imzaladı. Bu süreçle, ambargo uygulanan İran ile bu denli yakın ve büyük ticari
münasebet , batı nezdince tepki gördü ve Erbakan’ın üstünün çizildiği
dillendirildi. Erbakan’ın hükümetten düşmesiyle, İftira ve Yalanla Mücadele
derneği (ADL)[3] başkanı Abraham Foxman: ‘’
Türkiye Erbakan’a rağmen ayakta kaldı. En kötü dönemi atlattı.’’ [4]
ifadeleri aslında 28 Şubat’ın lobiler nezdince de desteklendiğinin somut
göstergesiydi. O dönemin Kudretli Generali Olarak bilinen Çevik Bir’in İsrailli
stratejistlere yaptığı değerlendirmelerde, İsrail-Türk ilişkilerinin tehlikeye
girmesine ordunun kayıtsız kalamayacağı [5]
ifadeleri 28 Şubat başta bütün askeri girişimlerin bütünüyle dış destekli
olduğu teorisinin geliştirilmesine olanak sağlamıştır. Oysa ki bu tip teoriler meselelerin ana eksenini
kaybetmeye sebep olabilecek tehlikededir. Ordu’nun bütün girişimlerini
meşruiyet bağlamında pekiştirebilmek için birtakım arayışlara girmesi nasıl bir
hakikatsa, Türkiye’de tıkanan sosyal ve siyasi problemlere o dönemlerde siyaset
mekanizmasının bir alternatif geliştiremediği muhakkaktır. Tabiat mağlumdur ki,
siyasi ve ekonomik istikrarsızlıkların olmadığı durumda askeri müdahalenin de
doğması söz konusu olamaz. Siyasi kulvarlardaki tıkanıkların Ordu eliyle açılıp
açılamayacağı ayrı bir tartışma olsa da, dış destek gayrı millilikle eşdeğer
bir değerdeyse hemen bütün partilerin kurulup yükselmesi gayrı millidir. Çünkü
siyasi organizasyonların kuruluş safhaları her daim dış arayışları beraberinde
getirmiştir. Örneğin 1970’lerde Avrupa ile bütünleşme programına yoğunlaşan
Adalet Partisi’nin oylarının bölünebilmesi ve Türkiye’nin Nato ekseninden
kopmaması için Pentagon onayı ve Türk Havacı
Orgenerallerin teşvikiyle Erbakan’a Milli Selamet Partisi’nin kurdurulduğu [6]
bilinir. Benzer şekilde günümüzde ki meşhur siyasi partinin Amerika teşvikiyle
kurdurulduğu A. Dilipak tarafından gündeme getirilmiştir. [7] Şimdi
burada kilit soru dış destek ve lobisel bazda olumlu intibah, siyasi partiler söz
konusu olduğunda meşru mudur? Eğer cevap Hayır ise partilerin iktidarı sivil
darbe olarak nitelendirilebilir mi?
Yanlış olan bir şeyler olduğu aleni fakat siyaset
mekanizmasının düzenlenip sağlıklı
yapıya kavuşması zaten Ordu’nun siyaset üstü sıfatını da sonlandıracaktır.
Asker Sivil
İlişkilerinin Düzenlenmesi, Türkiye’de Askeri Darbe Olur mu?
Global modernist dünyanın ölçeklerine uygun olarak askeri
bürokrasinin sivil teamüllerin iradesi altına bütünüyle sokulması için birtakım
koşulların sağlanabilmesi normalleşme olarak adlandırılabilir. Mgk Kanun
değişikliği, Askeri mahkemelerin statüsü, Jandarma’nın akıbeti gibi konular ve
bu yöndeki yasal düzenlemeler sivilleşme ya da normalleşme yolunda ki adımlar
olarak nitelendirilse de bu sivilleşme bana göre 2003 öncesine dayanan bir
süreçtir. Geneli asker kökenli
Cumhurbaşkanlığı seçimleri Türk siyasi tarihinde her zaman önemli bir gündemi
işgal etmiş gerektiğinde askerlerin Cumhurbaşkanı seçilebilmesi için meclis iradesine
Genelkurmay nezdinde baskı yapılmıştır. Fakat bunun istisnası 2000 yılındaki
Cumhurbaşkanlığı seçimleridir. Bu seçimlerde adaylardan bir tanesi Genelkurmay
eski Başkanı Doğan Güreş olmasına rağmen medyanın ilgisini çekmedi. Güreş
nezdinde, Genelkurmay’dan kimseye telefon gelmedi. Buna Mukabil Güreş 35 adet
gibi düşük oy almasına rağmen[8]
Türkiye’de yer yerinden oynamamıştı. Bu süreci Ab İlerleme raporu ve
yaptırımları izledi. Mgk kanununda
yapılan değişiklikle 0r rütbesinde asker olması gereken MGK sekreterinin sivil
olabileceği, Mgk kararlarının yalnızca tavsiye niteliğinde olabileceği ve asli
iradenin sivil seçilmişler olduğu belirtildi. [9]
Eskiden asker üye sayısı fazla olan bu kurum, Başbakan yardımcılarının da
dahiliyle, sivil ağırlıklı teşebbüse çevrildi. [10] Bu
düzenlemeler, Mgk genel sekreterliğinin işlevsiz hale getirildiğini ve milli
güvenlik için araştırma yapma yetkisinin kaldırıldığı gibi eleştirileri
beraberinde getirdi. [11]
Barış zamanında asker kaçaklarının ve askerlikten soğutmayla ilgili
fiiliyatlara teşebbüs eden sivilleri yargılayan askeri mahkemelerin yetkileri
daraltılarak yalnızca askeri suçlara ve askeri kişilere yönelik olması
sağlandı. [12] Rtük ve Yök gibi
kurumlarda Genelkurmay tarafından atanan askeri üye varlığı sona erdirilerek
askerin, sivil siyasete müdahil alanı daraltıldı. [13] Kısa
bir süre evvel ise çok tartışılan askeri statülü Genel kolluk Jandarma askeri
statüsünü korumak şartıyla bütünüyle İçişleri Bakanlığı’na bağlandı. [14]
Bütün bu gelişmeler kadar önemi bir husus olan ve bugüne kadar ki askeri
girişimlerin çerçevesini oluşturan, içten ve dıştan gelebilecek tehditlere
karşı Türk Vatanını Korumak ve Kollamak tanımlı TSK iç hizmet kanunu (md.35)
değiştirilerek ‘’Silahlı Kuvvetlerin vazifesi: Yurt dışından gelecek tehdit ve
tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde
askeri gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, TBMM kararıyla
yurtdışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına
yardımcı olmaktır’’ şeklinde düzenlendi. Bütün bu vakalara rağmen bazı çevreler,
mgknın bütünüyle kaldırılması, askeri mahkemelerin kapatılması, TSK güçlendirme
vakfının bütçesel olarak denetlenebilmesi, Askeri tesislerin kapatılarak
Orduevlerinin halka açılması, sınırların bütünüyle askerden arındırılması ve
belki de en önemlisi Genelkurmay’ın Milli Savunma Bakanlığına bağlanması
gerektiğini vurgulamaktadır. Fakat yine
de iç sivil denetimin belirli oranlarda tesis edilebildiği ve eskisi gibi bir
askeri girişimin yaşanamayacağı belirtilmektedir.
Bütün bunlardan sonra bazı önemli çıkarımlar şu şekilde
olabilir;
. Milli Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay arasındaki protokol
sorunları kolayca çözülebilir bunun için 680.000 kişilik bir birimi illa Milli
Savunmaya bağlamaya gerek yoktur. Unutulmamalıdır ki 27 Mayıs 1960 müdahalesi,
Ordu Milli Savunma’ya bağlıyken gerçekleşmiştir.
. Jandarma adem-i merkeziyetçi yapısından ötürü Bakanlığa
bağlanması sakıncalıdır. Bakanlığa bağlansa bile Jandarma’nın bir müddet sonra
Kolordu seviyesine indirilmesi ve alay komutanlıklarına, Emniyet benzeri Mülki
Valilerin atanabilmesinin önünün açılmak istenmesi oldukça sakıncalıdır.
. Sivillerin askeri mahkemelerde yargılanmaması olumlu bir
gelişmedir. Fakat askeri personel statüsündeki sivil memur ve işçilerin de
sivil yargıda yargılanması birtakım sorunları ve çiftbaşlılığı getirmektedir.
Buna göre askeri personel olan fakat askeri kişi sayılmayan bu şahıslar
görevleri ile alakalı yasal hakkı askeri yüksek idare mahkemesi nezdinde
aramaktadır. Ya bu görevliler bütünüyle askeri yargıya tabi olmalı veya idari
hususlarda da sivil mahkemelerle muhatap olmalarının yasal düzenlemeleri
gerçekleştirilmelidir.
. Kendisi siyasal bir kurum olan orduların bütünüyle
siyasetten soyutlanması düşünülemez bu sebeple teorikte olsa, ordunun bulunduğu
her ülkede darbe ihtimali vardır. Özellikle güvenlik bürokrasisi üzerine inşa
edilmiş ve ülkemizin de parçası bulunduğu Ortadoğu, asker ayrıcalıklı konumunu
sürdürecektir.
Özellikle koalisyon tartışmalarının yaşandığı günümüzde,
çözüm süreci denilen programın ne şekilde seyredeceği meçhuldür. Çünkü terör ve
benzeri olayların tekrarlanması askerin ek yetki istemesini getireceğinden
denetim mekanizması tekrar ordunun olabilecektir. Ayrıca torba yasanın iptali
gibi tartışmaların akıbeti meçhulse de reelpolitik manada gerçekleşmesi Jandarma’nın
eski özerk konumunu muhafaza etmesinin yolunu açacaktır.
Hulasa, ordu-siyaset normalleşmesi olumludur fakat bu
durumun her zaman aynı istikamette süreceği belirsizdir. Askerin isteği,
siyasilerin başarısızlığı, toplumun militarizasyona olan ilgisi yeni süreci
belirleyebilecek etmenlerdendir. Genel seçimlerden evvel sağ ve sol kesimi
temsil eden bazı gazetelerdeki kimi köşe yazarlarının belirttiği, asker
geliyor, asker gelecek, asker gelsin, karargah kimin emrinde darbeye
hazırlanıyor ifadeleri en az 20 sene daha ordu’nun siyaset karşısında
tarafsızlığını yitirmesinin göstergesi olacağa benziyor.
[1] Ümit Özdağ, Menderes
Döneminde Ordu ve Siyaset İlişkileri ve 27 Mayıs İhtilali, Kasım 2004, Boyut
Yayınları, s.345
[2] Türkiye’nin Kıbrıs
çıkarmasına tepki olarak Nato’nun üzerine düşen sorumluluğu yerine
getirmediğini iddia eden Yunanistan 1970’lerin ortasında Nato’dan ayrılmıştı.
Fakat 1979 Sovyetler Birliği Afganistan işgali ile baş gösteren yeni Sovyet
tehdidi buna mukabil modern güvenlik kompleksi bir Nato’dan ayrılığın bir
kazanç sağlayamayacağı düşüncesiyle yeniden Nato’ya başvurmuş fakat Türkiye
tarafından veto edilmişti. Nato’ya kabul kaidesi, bütün üyelerin ittifakına
muhtaç olduğundan 12 Eylül rejimi Vetosunu kaldırdı, Yunanistan Nato’ya dönebildi.
Böylelikle içsel kulvarda Türk ve İslami motiflerle halk nezdinde sağlanmaya
çalışan politik meşruiyet, dışta ise Yunanistan vetosunun kaldırılmasıyla Batı
nezdinde sağlanmaya çalışılmıştı.
[3] Abd
içerisinde yer alan bu Yahudi lobisi, Abd siyaseti üzerinde yönlendirici bir
etkiye sahiptir.
[11] CHP'li Öymen:
MGK işlevsiz hale getiriliyor, http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=162450
[14] Jandarma
Artık İçişleri’ne Bağlı, http://www.milliyet.com.tr/jandarma-artik-icisleri-ne-bagli/siyaset/detay/2026309/default.htm
24 Mayıs 2015 Pazar
ORDU VEFASIZ MI? SİLAHLI KUVVETLER VE DÖNÜŞÜM
Grupların psikolojik oluşum ve kökenlerinin tahlilini amaçlayan sosyolojik tespit toplumsal kimlik olarak adlandırılır. Bir gencin siyasi bir grup, farklı arkadaş çevresi veya sosyal bir klüp dahilinde yer alması kendisinin belki de en mühim kimliği olmuştur. Yeni grubuyla veya çevresiyle özdeşleşme eğilimi gösterirken kimliksel grubunu, benzerleri ve diğerleriyle karşılaştırararak grubu lehinde düşüncelere haiz olmaktadır. Artık yegane arzusu yeni kimliği olan birey, bunu muhafaza edebilmek için bedel ödemeye hazırıdır. Bu örneği politik çerçeveye uygulayabiliriz. Kurulduğu zaman cazip bir güç olan Nato, Türkiye'nin kimlik arayışında mühim bir topluluktur. Buna göre Nato'ya dahiliyet, askeri modernizasyon, askeri yardım, askeri güvenlik, ülksel ideolojik mekanizmanın bozulmadan devam edebilmesi için azami oranda lüzumludur. Türkiye bu birlikte yer edinebilmek için hazırdır. Nato'ya kabul, yeni Batılı bir kimlik yaratırken, bu savunma konseptinde sağlıklı beraberlik istenilenlerin uygulanmasıyla mümkün olacaktır. Bu örnekler kurumlar açısından da geçerlidir. Özellikle modern öncesi dönemde Ordu, Türk toplumu için yegane kimlik olarak kabul edilebilir. Kişi önce çoban, çiftçi, aile reisi ya da salt insan değil askerdir. Diğer bütün kimlikler akabinde yer alacaktır. Ordu'ya dahil olamayan bir insan toplumsal kimlik taşımadığından toplum açısından yok hükmündedir. Ordu bu ayrıcalıklı konumunu Osmanlı İmparatorluğu'nun son yıllarında da bütün ihtişamıyla korur. Toprak kayıpları, ağır borçlar; askeri kabiliyet yetersizliğinden kaynaklandığı teorisiyle, çöküşün önlenebilmesi ve aydınlanma modernize edilmiş ordu eliyle sağlanabilecektir. Pek tabii ki ''seçilmiş'' ve ''farklı'' subaylar, devletin de milletin de teminatı olarak görülürler. Yeni rejim Cumhuriyet'te yine ordunun konumu korunur. Osmanlı zamanında üretim araçları ve sermaye hanedanlığa katiyyen ortak olamayacak gayrı müslimlerin elinde bulunduğundan yerli burjuvazi oluşamamıştır. Buharlı makinalar, parti üretimi gibi kavramların bilinmemesi usta-çırak geleneksel yapısının sürekliliğini sağladığından büyük kümeli işçi sınıfıda oluşamamıştır. Geriye tek örgütlü grup olan Ordu kalmaktadır. Ordu hem savaşacak hem rejimi koruyacaktır. Ordu sosyal hayatta söz sahibi olacak bürokrasiyi oluşturacaktır.
Ordu aynı zamanda yeni sistemin de öznesi olmuştur. İmtiyazsız her vatandaşın yerine getireceği askerlik hizmeti ile farklı kültürlerin kaynaşmasında aracılık edecek, Türk ulusçuluğunun dinemiklerinden olacaktır. Askeri mektep kökenlilerin çalışmaları ve eserleri artık yeni ulus sisteminin argümanlarıdır. M.Saffet Ergin .'' Türk milliyetçilik cereyanı tarihini yazarken askeri zümreye eşsiz bir yer verilmesi icap eder.'' sözü ayrıcalıklı kişi asker tanımına uygundur. Bu tarihi ve sosyolojik saptamalara göre ordu mensupları genel olarak, sivillerden daha vatansever, cesur, kabiliyetli ve zekidir. Özel seçilmiş ve özel eğitimlerden geçmiş kişiler olarak kurumları sıradan olmadığı gibi hiçbir kurumla mukayese edilemez. Diğer kurumlar ikincil statülüdür ve yönetilen hükmündedir. Emniyet, istihbarat, üniversiteler, yüksek rütbelilerin istihdam edildiği ve silahlı kuvvetler vizyonu doğrultusunda şekillendirilecek müesseselerdir. Bu özgüven siyasete müdahilin lüzumlu hallerde zaten olağan olduğu fikriyatını taşır. Dolayısıyla üstün kurum kültünün mensuplarıda eşsiz bir aidiyet hissedecek, bu uğurda ailelerinden uzakta katı disiplin koşullarıyla yatılı okumaya razı gösterecek, çok yüksek olmayan maddi gelirle yetinecek ve toplum içinde her daim her hareketini kontrol altında tutacaktır. Bu kurumsal aidiyetin bedeli de budur ve ödenir.
Sağ-Sol çatışmasının kesif yaşandığı yıllarda Ordu gövdesiyle ve başıyla büyük oranda anti sovyet tutum izleyip, güvenlik paradigmalarını bu doğrultuda şekillendirecektir. Ordu içerisinde azılı bir marksiste yer yoktur. Fakat böyle olsa bile , sol eğilimli subaylara, sağcı polisler tarafından işkence yaptıran General affedilmez. Tümgeneral Osman Fazıl Polat anında ihraç edilir. Subaylar bunu unutmayacaklardır...
Yukarıda yaptığımız değerlendirmeler yakın geçmişte büyük değişim göstermiştir. Meşhur askeri davalarla başlayan süreç ordu çevresi için yegane hayal kırıklığı olmuştur. Silahlı Kuvvetler mensupları iç hizmet kanunu madde 39'da vurgulanan icabında canını hiçe sayarak silah arkadaşına yardım etmek hükmünün uygulanamadığı, tepki istifalarının olmadığı, personelin yalnız bırakıldığı en büyük tahammülsüzlüğün askerlerin birbirlerine kayıtsızlığı olduğu vurgulanmıştır.
Bu saptamalar Ordu vefasız mı? Kurumsal aidiyet zayıfladı mı? sorularını herdaim gündeme getirmiştir. Örneğin, resmi ideoloji Kemalizm üzerinden sosyal siyasi hayatın içerisinde meşruiyetini sağlayan Ordu, Kemalizm alanında pekçok eser vermiş Toktamış Ateş'in cenazesine çelenk bile göndermezken, hayatını militarizmle mücadele için adamış Yaşar Kemal ve öncesinde Mehmet Ali Birand'ın cenazesine neredeyse tam kadro olarak katılmıştır. (1.Ordu). Postmodern topluma uygun şekillenen postmodern ordu tesisi anlaışlan eski alışkanlıkların reddi ile mümkündür. Profesyonel ordu, akademisyen general gibi kavramların üretildiği siyasi vesayeti sona erecek ordu tipinin ideolojik algılanacak refleksler ile mesafesi şarttır. Fakat bu sefer de bu yeni duruş, diğer ideolojik gruplar tarafından siyasi hamle olarak yorumlanacaktır. Esas olan şu ki postmodern ordu modelinin benimsenmesinin yaınında, mühim kamu diplomasisi aracı olmuş ordunun tamamiyle siyasetten soyutlanması mümkün değildir. Siyaset ile iştigal kötü değildir. Çünkü siyaset demokrasi demektir. Fena olan siyaset uğruna vazife gerekliliklerinin feda edilmesidir. Bu yazılanlardan sonra sizce ordu gerçekten vefasız mı? Yoksa doğan postmodern sürecin sancıları mı?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)