Darbe, ihtilâl, müdahale gibi teorik tanımlamalar ne şekilde
olursa olsun, dünyanın her yerinde seçilmiş üyelerden müteşekkil bir
parlamentonun üniformalı kişilerce kısıtlanması, dağıtılması, herhangi
kararları uygulamakla sorumlu tutulması gibi pratik yaklaşımlar, antidemokratik
olarak nitelendirilir. Yeryüzünün belki demokrasiye en uzak fiiliyatlarından
olan askeri girişimler, on yıllardır sosyolojik perspektiflerden
değerlendirilir, yorumlanır, askeri bürokrasinin davranış yapısı, ne istediği
ve ne beklediği konuları tartışılır. Her toplumun sosyal yapısı müstakil bir
hüviyet teşkil ettiğinden askeri girişimlerin de amaç ve beklentileri içlerinde
bulundukları sosyal vaka ve parçası oldukları toplumsal sistemin unsurlarına
göre şekillenirken esas olan bir husus vardır. Bu da neredeyse bütün askeri
girişimlerin dış bağlantı tesis etmek neticesinde vuku bulduğudur. Askeri
girişimlerin, tek bir hareketle topyekün ülke dışarısından kaynaklandığı,
talimat alınması durumunda 24 saat içerisinde her şeyin olup biteceği kurgusalı
oldukça indirgemeci bir yaklaşım olup, toplumun sosyolojik çarpıklığının gözden
kaçırılmasına sebebiyet verecektir. Dolayısıyla, bu, sosyolojik tahlilin de
noksan olacağı manasına gelmektedir. Askeri girişimlerin amaçlarına değinmeden
evvel bu girişimlerin dünyanın her coğrafik biriminde gözlemlenmesi yerine bazı
spesifik alanlarda daha sık karşılaşıldığı dikkat çekmektedir. Örneğin Latin
Amerika’da ki vesayetçi düzen ile İskandinavya, Orta Afrika’da ki silahı tutan
her rütbe üniformalının son sözü söylediği sistem ile İngiltere, Ortadoğu’da ki
cuntalaşma süreçleri ile örneğin Almanya bir olamaz. Ordunun ve ordu
mensuplarının tarihsel ayrıcalığından beslenen askeri müdahalelerin toplumsal olgunluk ve birikimde yeterince öne
çıkamamış toplumlarda görüldüğü doğruysa da, meselenin başka boyutu da coğrafi
konumlardır. Jared Diamond’un ünlü eseri nasıl ki milletlerin kaderinin hatta
bir topluluğa ait bireylerin bağışıklık sistemlerinin bile coğrafi koşullara
bağlı olabileceği teorisi dahilinde irdeleniyorsa, dikkatle izahat mümkündür
ki, güç coğrafik koşullar altında yaşamlarını sürdüren toplumlarda da, coğrafik
paralel perspektifte ordu ve mensubu ayrıcalıklıdır. Çünkü düşman çok, iklim
çetin, nüfus yeterli değildir. İnsanların her daim hazır kıta birer savaşçı
kabul edildiği toplumlar aynı zamanda ordu toplum olarak tanımlanırken, devlet
başkanı bir nevi komutan olarak, asker yani ast konumunda bulunan her bireyin
toplumsal muazzam bir itaat düzeni oluşturmasını ilke edinir. Böylelikle
düşmanlara karşı hazır bir toplum, lidere karşı sorgulanamayacak meşru bir
otorite inşa edilir. Özellikle Orta Asya toplum yapısının geçmişi bu yöndedir.
Geçmişin bu tarihsel yansımaları üzerinde yükselen toplumlarda askerin
ayrıcalıklı konumu sosyolojik bir olağandır. Dolayısıyla örneğin Latin
Amerika’da demokratikleşme yolunda önemli adımlar atılmasına rağmen, halk halen
orduyu gerektiğinde devreye girerek tıkanık sistemi açabilen kurtarıcı statüyle
eş tutmaktadır. İsrail, askeri vesayetin keskin olduğu başka bir ülkedir.
İsrail’de halkın geniş katılımıyla yapılan anketlerle sabit olan husus, orduya
güvenin siyasi partilere güvenden çok daha yüksek olduğudur. Devlet
başkanlarının önemli kısmının asker kökenlilerden oluşan siyasal sistemlerinde,
istihbarat biriminin başına da asker kökenli görevliler getirilmektedir. Yahudilerin
asırlar boyunca karşılaştıkları acı tecrübeler, bağımsız devletlerini ilan
etmelerinden sonra gerçekleştirdikleri konvansiyonel harpler (arap-israil
savaşları) ordunun ayrıcalıklı rolünü belirler. Çünkü temel gereksinim hayatta
kalmak, bunu sağlayabilecek güvenlik tedbirleri ise orduya aittir.
Aynı güvenlik kaygılarını paylaşan bir orta asya geçmişine
dayanan Türkiye’de de, ordu her daim ayrıcalıklı konumda bulunmuştur. Modern
ordu kavramının karşılığı 1808 Prusya sistemi yani Harp okullarının kurulması
ile profesyonel subay tipine geçilmesi olduğundan, Türk tarihinin ilk modern
askeri girişimi Padişah Abdülaziz’in devrilmesidir. Bu olaydan önce de pek çok askeri girişimi
Osmanlı tarihinde görmek mümkündür. Mülki sınıfın genelde askerlerden oluştuğu
bürokratik kadroda, arz günlerinde her daim askerler, veziri azamdan bile daha
evvel Padişah’ın huzuruna çıkarlar. İstedikleri maaş zammını alamayınca
ayaklanır, istemedikleri devlet adamının yaşamasına müsaade etmezler. Zaten
ayrıcalıklı olan bu askeri sınıfın ise tam manasıyla bir denetim mekanizmasına
dönüşmesi Genç Osman’ın katlidir. Ordu artık gerektiğinde devlet başkanını dahi
öldürebilecek bir mizaca bürünmüştür. II. Sellim, III.Selim, III.Ahmed gibi
Padişahların devrinde de önemli hareketler gözlemlenirken 1876 tarihi modern
harp okuluna mensup zabitlerin girişimidir. Tabi bu girişim Osmanlı’dan
borçlarını tahsil edemeyen bankerler ve ardındaki devletlerce de desteklense,
ülkenin o dönemde bulunduğu durum iktisadi ve sosyal bakımdan oldukça kötü
durumundadır. III. Selim’den itibaren zayıflayan devlet mekanizmasının adeta
bir tedavisi olarak yeni topraklar yeni zenginlikler yeni askerler yani yeni
fetihler kabul edildiğinden, bunun gerçekleştirilebilmesi için güçlü ve talimli
bir ordu yapısına ihtiyaç olduğu tasavvuru geliştirilir. Bunun için ordu
modernleştirilmelidir. II.Abdülhamit
tarafından davet edilen Prusyalı Subaylar, yeni askeri mektepler, ordunun toparlanabilmesi
için atılan adımlar olmuştur. O devirden itibaren pozitivizm ile yoğrulan çoğu
subay, askerlik asli görev dışında kurtarıcı olarak siyasi ıslahat projeleri
tasarlarlar. İkinci Modernist askeri girişim ise 1913 Babı Ali Baskını
olacaktır.
Türk tarihini çok iyi bilen Mustafa Kemal Atatürk, 1923’te
Cumhuriyet’i ilan ettiğinde, bu girişimine yönelik en örgütlü tepkinin ordudan
gelebileceğini tahmin edebiliyordu çünkü ordu dışında zaten toplumsal bir sınıf
yoktu. Bu sebeple siyasetle iştigal edecek askerlerin mutlaka ordudan istifa
etmeleri şartını ilke kabul etti. 9 Kolordu ve 3 Müfettişlik olarak kurulan
ordu da, muhalif ve halkın teveccühlerine mazhar olabilmiş Generallerden, Kazım
Karabekir ve Ali Fuat’ı pasif görev olarak nitelendirilebilecek ordu
müfettişliklerine atadı. Rauf Orbay’a ise görev bile verilmedi. Genelkurmay
başkanlığına, Mustafa Kemal’e çok sadık bir General olan Fevzi Çakmak getirdi.
Bütün bu olanlardan sonra zaten bir kurtuluş savaşı kahramanı olan Atatürk’e
karşı hiçbir subay askeri müdahale girişiminde bulunamadı. Atatürk’ün
karizmatik komutanlığı karşısında durabilecek bir general olamazdı. Keza İnönü
döneminde de, İnönü’nün Harp Okuluna hakimiyeti meşhurdur. İsmet İnönü’nün at
gezileri yaptığı Harp Okulu bitişiğinde, haberi alan Harbiyeli öğrencilerin,
İnönü’yü görebilmek için birbirleriyle yarıştığı ve İnönü’yü hazır kıta
selamladıkları bilinir. Buna mukabil 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül girişimleri
neticesinde yeni oluşan asker egemenliğine dayalı idari bürokrasinin, meşruiyet
kazanabilmek maksadıyla dış cephede özellikle Washington nezdinde, temaslar
kurduğu bilinen gerçektir. 27 Mayıs 1960
akabinde, 235 General ve Amiral ile 3381
Subay, 251 Kurmay statülü subayın emekliye sevk edilmeleri bütçe açısından
oldukça yüklü yekün getirmekteydi. Bu yekünün nereden temin edilebileceği
problemine Washington yetişmiş görünüyordu. ABD, 1960 yılı içinde 103 milyon
dolar yardımda bulundu. [1]
Nitekim 12 mart sonrası Nihat Erim Başbakanlığında oluşan teknokrat hükümet,
Abd’nin isteği üzerine tarım temelli Türkiye ekonomisine ağır zarar verebilecek
bir kararla Haşhaş ekimini yasaklarken, 12 Eylül rejimi ise Yunanistan’ın
tekrar Nato’ya dönebilmesine onay verecekti. [2] Keza postmodern toplum yapısına uygun olarak
postmodern olarak nitelendirilen ve 28 Şubat olarak bilinen, 28 Şubat 1997, 8,5
saatlik Mgk toplantısı neticesinde 2 ay sonra Necmettin Erbakan’ın hükümetten
çekilmesi Dünya’da uyandırdığı yankılar bakımından önemliydi. Erbakan Başbakan
olduğuında ilk resmi ziyaretini İran’a yapıp 28 milyar doğalgaz anlaşması
imzaladı. Bu süreçle, ambargo uygulanan İran ile bu denli yakın ve büyük ticari
münasebet , batı nezdince tepki gördü ve Erbakan’ın üstünün çizildiği
dillendirildi. Erbakan’ın hükümetten düşmesiyle, İftira ve Yalanla Mücadele
derneği (ADL)[3] başkanı Abraham Foxman: ‘’
Türkiye Erbakan’a rağmen ayakta kaldı. En kötü dönemi atlattı.’’ [4]
ifadeleri aslında 28 Şubat’ın lobiler nezdince de desteklendiğinin somut
göstergesiydi. O dönemin Kudretli Generali Olarak bilinen Çevik Bir’in İsrailli
stratejistlere yaptığı değerlendirmelerde, İsrail-Türk ilişkilerinin tehlikeye
girmesine ordunun kayıtsız kalamayacağı [5]
ifadeleri 28 Şubat başta bütün askeri girişimlerin bütünüyle dış destekli
olduğu teorisinin geliştirilmesine olanak sağlamıştır. Oysa ki bu tip teoriler meselelerin ana eksenini
kaybetmeye sebep olabilecek tehlikededir. Ordu’nun bütün girişimlerini
meşruiyet bağlamında pekiştirebilmek için birtakım arayışlara girmesi nasıl bir
hakikatsa, Türkiye’de tıkanan sosyal ve siyasi problemlere o dönemlerde siyaset
mekanizmasının bir alternatif geliştiremediği muhakkaktır. Tabiat mağlumdur ki,
siyasi ve ekonomik istikrarsızlıkların olmadığı durumda askeri müdahalenin de
doğması söz konusu olamaz. Siyasi kulvarlardaki tıkanıkların Ordu eliyle açılıp
açılamayacağı ayrı bir tartışma olsa da, dış destek gayrı millilikle eşdeğer
bir değerdeyse hemen bütün partilerin kurulup yükselmesi gayrı millidir. Çünkü
siyasi organizasyonların kuruluş safhaları her daim dış arayışları beraberinde
getirmiştir. Örneğin 1970’lerde Avrupa ile bütünleşme programına yoğunlaşan
Adalet Partisi’nin oylarının bölünebilmesi ve Türkiye’nin Nato ekseninden
kopmaması için Pentagon onayı ve Türk Havacı
Orgenerallerin teşvikiyle Erbakan’a Milli Selamet Partisi’nin kurdurulduğu [6]
bilinir. Benzer şekilde günümüzde ki meşhur siyasi partinin Amerika teşvikiyle
kurdurulduğu A. Dilipak tarafından gündeme getirilmiştir. [7] Şimdi
burada kilit soru dış destek ve lobisel bazda olumlu intibah, siyasi partiler söz
konusu olduğunda meşru mudur? Eğer cevap Hayır ise partilerin iktidarı sivil
darbe olarak nitelendirilebilir mi?
Yanlış olan bir şeyler olduğu aleni fakat siyaset
mekanizmasının düzenlenip sağlıklı
yapıya kavuşması zaten Ordu’nun siyaset üstü sıfatını da sonlandıracaktır.
Asker Sivil
İlişkilerinin Düzenlenmesi, Türkiye’de Askeri Darbe Olur mu?
Global modernist dünyanın ölçeklerine uygun olarak askeri
bürokrasinin sivil teamüllerin iradesi altına bütünüyle sokulması için birtakım
koşulların sağlanabilmesi normalleşme olarak adlandırılabilir. Mgk Kanun
değişikliği, Askeri mahkemelerin statüsü, Jandarma’nın akıbeti gibi konular ve
bu yöndeki yasal düzenlemeler sivilleşme ya da normalleşme yolunda ki adımlar
olarak nitelendirilse de bu sivilleşme bana göre 2003 öncesine dayanan bir
süreçtir. Geneli asker kökenli
Cumhurbaşkanlığı seçimleri Türk siyasi tarihinde her zaman önemli bir gündemi
işgal etmiş gerektiğinde askerlerin Cumhurbaşkanı seçilebilmesi için meclis iradesine
Genelkurmay nezdinde baskı yapılmıştır. Fakat bunun istisnası 2000 yılındaki
Cumhurbaşkanlığı seçimleridir. Bu seçimlerde adaylardan bir tanesi Genelkurmay
eski Başkanı Doğan Güreş olmasına rağmen medyanın ilgisini çekmedi. Güreş
nezdinde, Genelkurmay’dan kimseye telefon gelmedi. Buna Mukabil Güreş 35 adet
gibi düşük oy almasına rağmen[8]
Türkiye’de yer yerinden oynamamıştı. Bu süreci Ab İlerleme raporu ve
yaptırımları izledi. Mgk kanununda
yapılan değişiklikle 0r rütbesinde asker olması gereken MGK sekreterinin sivil
olabileceği, Mgk kararlarının yalnızca tavsiye niteliğinde olabileceği ve asli
iradenin sivil seçilmişler olduğu belirtildi. [9]
Eskiden asker üye sayısı fazla olan bu kurum, Başbakan yardımcılarının da
dahiliyle, sivil ağırlıklı teşebbüse çevrildi. [10] Bu
düzenlemeler, Mgk genel sekreterliğinin işlevsiz hale getirildiğini ve milli
güvenlik için araştırma yapma yetkisinin kaldırıldığı gibi eleştirileri
beraberinde getirdi. [11]
Barış zamanında asker kaçaklarının ve askerlikten soğutmayla ilgili
fiiliyatlara teşebbüs eden sivilleri yargılayan askeri mahkemelerin yetkileri
daraltılarak yalnızca askeri suçlara ve askeri kişilere yönelik olması
sağlandı. [12] Rtük ve Yök gibi
kurumlarda Genelkurmay tarafından atanan askeri üye varlığı sona erdirilerek
askerin, sivil siyasete müdahil alanı daraltıldı. [13] Kısa
bir süre evvel ise çok tartışılan askeri statülü Genel kolluk Jandarma askeri
statüsünü korumak şartıyla bütünüyle İçişleri Bakanlığı’na bağlandı. [14]
Bütün bu gelişmeler kadar önemi bir husus olan ve bugüne kadar ki askeri
girişimlerin çerçevesini oluşturan, içten ve dıştan gelebilecek tehditlere
karşı Türk Vatanını Korumak ve Kollamak tanımlı TSK iç hizmet kanunu (md.35)
değiştirilerek ‘’Silahlı Kuvvetlerin vazifesi: Yurt dışından gelecek tehdit ve
tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde
askeri gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, TBMM kararıyla
yurtdışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına
yardımcı olmaktır’’ şeklinde düzenlendi. Bütün bu vakalara rağmen bazı çevreler,
mgknın bütünüyle kaldırılması, askeri mahkemelerin kapatılması, TSK güçlendirme
vakfının bütçesel olarak denetlenebilmesi, Askeri tesislerin kapatılarak
Orduevlerinin halka açılması, sınırların bütünüyle askerden arındırılması ve
belki de en önemlisi Genelkurmay’ın Milli Savunma Bakanlığına bağlanması
gerektiğini vurgulamaktadır. Fakat yine
de iç sivil denetimin belirli oranlarda tesis edilebildiği ve eskisi gibi bir
askeri girişimin yaşanamayacağı belirtilmektedir.
Bütün bunlardan sonra bazı önemli çıkarımlar şu şekilde
olabilir;
. Milli Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay arasındaki protokol
sorunları kolayca çözülebilir bunun için 680.000 kişilik bir birimi illa Milli
Savunmaya bağlamaya gerek yoktur. Unutulmamalıdır ki 27 Mayıs 1960 müdahalesi,
Ordu Milli Savunma’ya bağlıyken gerçekleşmiştir.
. Jandarma adem-i merkeziyetçi yapısından ötürü Bakanlığa
bağlanması sakıncalıdır. Bakanlığa bağlansa bile Jandarma’nın bir müddet sonra
Kolordu seviyesine indirilmesi ve alay komutanlıklarına, Emniyet benzeri Mülki
Valilerin atanabilmesinin önünün açılmak istenmesi oldukça sakıncalıdır.
. Sivillerin askeri mahkemelerde yargılanmaması olumlu bir
gelişmedir. Fakat askeri personel statüsündeki sivil memur ve işçilerin de
sivil yargıda yargılanması birtakım sorunları ve çiftbaşlılığı getirmektedir.
Buna göre askeri personel olan fakat askeri kişi sayılmayan bu şahıslar
görevleri ile alakalı yasal hakkı askeri yüksek idare mahkemesi nezdinde
aramaktadır. Ya bu görevliler bütünüyle askeri yargıya tabi olmalı veya idari
hususlarda da sivil mahkemelerle muhatap olmalarının yasal düzenlemeleri
gerçekleştirilmelidir.
. Kendisi siyasal bir kurum olan orduların bütünüyle
siyasetten soyutlanması düşünülemez bu sebeple teorikte olsa, ordunun bulunduğu
her ülkede darbe ihtimali vardır. Özellikle güvenlik bürokrasisi üzerine inşa
edilmiş ve ülkemizin de parçası bulunduğu Ortadoğu, asker ayrıcalıklı konumunu
sürdürecektir.
Özellikle koalisyon tartışmalarının yaşandığı günümüzde,
çözüm süreci denilen programın ne şekilde seyredeceği meçhuldür. Çünkü terör ve
benzeri olayların tekrarlanması askerin ek yetki istemesini getireceğinden
denetim mekanizması tekrar ordunun olabilecektir. Ayrıca torba yasanın iptali
gibi tartışmaların akıbeti meçhulse de reelpolitik manada gerçekleşmesi Jandarma’nın
eski özerk konumunu muhafaza etmesinin yolunu açacaktır.
Hulasa, ordu-siyaset normalleşmesi olumludur fakat bu
durumun her zaman aynı istikamette süreceği belirsizdir. Askerin isteği,
siyasilerin başarısızlığı, toplumun militarizasyona olan ilgisi yeni süreci
belirleyebilecek etmenlerdendir. Genel seçimlerden evvel sağ ve sol kesimi
temsil eden bazı gazetelerdeki kimi köşe yazarlarının belirttiği, asker
geliyor, asker gelecek, asker gelsin, karargah kimin emrinde darbeye
hazırlanıyor ifadeleri en az 20 sene daha ordu’nun siyaset karşısında
tarafsızlığını yitirmesinin göstergesi olacağa benziyor.
[1] Ümit Özdağ, Menderes
Döneminde Ordu ve Siyaset İlişkileri ve 27 Mayıs İhtilali, Kasım 2004, Boyut
Yayınları, s.345
[2] Türkiye’nin Kıbrıs
çıkarmasına tepki olarak Nato’nun üzerine düşen sorumluluğu yerine
getirmediğini iddia eden Yunanistan 1970’lerin ortasında Nato’dan ayrılmıştı.
Fakat 1979 Sovyetler Birliği Afganistan işgali ile baş gösteren yeni Sovyet
tehdidi buna mukabil modern güvenlik kompleksi bir Nato’dan ayrılığın bir
kazanç sağlayamayacağı düşüncesiyle yeniden Nato’ya başvurmuş fakat Türkiye
tarafından veto edilmişti. Nato’ya kabul kaidesi, bütün üyelerin ittifakına
muhtaç olduğundan 12 Eylül rejimi Vetosunu kaldırdı, Yunanistan Nato’ya dönebildi.
Böylelikle içsel kulvarda Türk ve İslami motiflerle halk nezdinde sağlanmaya
çalışan politik meşruiyet, dışta ise Yunanistan vetosunun kaldırılmasıyla Batı
nezdinde sağlanmaya çalışılmıştı.
[3] Abd
içerisinde yer alan bu Yahudi lobisi, Abd siyaseti üzerinde yönlendirici bir
etkiye sahiptir.
[11] CHP'li Öymen:
MGK işlevsiz hale getiriliyor, http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=162450
[14] Jandarma
Artık İçişleri’ne Bağlı, http://www.milliyet.com.tr/jandarma-artik-icisleri-ne-bagli/siyaset/detay/2026309/default.htm