12 Haziran 2015 Cuma

Askeri Darbeler, Türkiye'de Askeri Darbe Olur mu ?


Darbe, ihtilâl, müdahale gibi teorik tanımlamalar ne şekilde olursa olsun, dünyanın her yerinde seçilmiş üyelerden müteşekkil bir parlamentonun üniformalı kişilerce kısıtlanması, dağıtılması, herhangi kararları uygulamakla sorumlu tutulması gibi pratik yaklaşımlar, antidemokratik olarak nitelendirilir. Yeryüzünün belki demokrasiye en uzak fiiliyatlarından olan askeri girişimler, on yıllardır sosyolojik perspektiflerden değerlendirilir, yorumlanır, askeri bürokrasinin davranış yapısı, ne istediği ve ne beklediği konuları tartışılır. Her toplumun sosyal yapısı müstakil bir hüviyet teşkil ettiğinden askeri girişimlerin de amaç ve beklentileri içlerinde bulundukları sosyal vaka ve parçası oldukları toplumsal sistemin unsurlarına göre şekillenirken esas olan bir husus vardır. Bu da neredeyse bütün askeri girişimlerin dış bağlantı tesis etmek neticesinde vuku bulduğudur. Askeri girişimlerin, tek bir hareketle topyekün ülke dışarısından kaynaklandığı, talimat alınması durumunda 24 saat içerisinde her şeyin olup biteceği kurgusalı oldukça indirgemeci bir yaklaşım olup, toplumun sosyolojik çarpıklığının gözden kaçırılmasına sebebiyet verecektir. Dolayısıyla, bu, sosyolojik tahlilin de noksan olacağı manasına gelmektedir. Askeri girişimlerin amaçlarına değinmeden evvel bu girişimlerin dünyanın her coğrafik biriminde gözlemlenmesi yerine bazı spesifik alanlarda daha sık karşılaşıldığı dikkat çekmektedir. Örneğin Latin Amerika’da ki vesayetçi düzen ile İskandinavya, Orta Afrika’da ki silahı tutan her rütbe üniformalının son sözü söylediği sistem ile İngiltere, Ortadoğu’da ki cuntalaşma süreçleri ile örneğin Almanya bir olamaz. Ordunun ve ordu mensuplarının tarihsel ayrıcalığından beslenen askeri müdahalelerin  toplumsal olgunluk ve birikimde yeterince öne çıkamamış toplumlarda görüldüğü doğruysa da, meselenin başka boyutu da coğrafi konumlardır. Jared Diamond’un ünlü eseri nasıl ki milletlerin kaderinin hatta bir topluluğa ait bireylerin bağışıklık sistemlerinin bile coğrafi koşullara bağlı olabileceği teorisi dahilinde irdeleniyorsa, dikkatle izahat mümkündür ki, güç coğrafik koşullar altında yaşamlarını sürdüren toplumlarda da, coğrafik paralel perspektifte ordu ve mensubu ayrıcalıklıdır. Çünkü düşman çok, iklim çetin, nüfus yeterli değildir. İnsanların her daim hazır kıta birer savaşçı kabul edildiği toplumlar aynı zamanda ordu toplum olarak tanımlanırken, devlet başkanı bir nevi komutan olarak, asker yani ast konumunda bulunan her bireyin toplumsal muazzam bir itaat düzeni oluşturmasını ilke edinir. Böylelikle düşmanlara karşı hazır bir toplum, lidere karşı sorgulanamayacak meşru bir otorite inşa edilir. Özellikle Orta Asya toplum yapısının geçmişi bu yöndedir. Geçmişin bu tarihsel yansımaları üzerinde yükselen toplumlarda askerin ayrıcalıklı konumu sosyolojik bir olağandır. Dolayısıyla örneğin Latin Amerika’da demokratikleşme yolunda önemli adımlar atılmasına rağmen, halk halen orduyu gerektiğinde devreye girerek tıkanık sistemi açabilen kurtarıcı statüyle eş tutmaktadır. İsrail, askeri vesayetin keskin olduğu başka bir ülkedir. İsrail’de halkın geniş katılımıyla yapılan anketlerle sabit olan husus, orduya güvenin siyasi partilere güvenden çok daha yüksek olduğudur. Devlet başkanlarının önemli kısmının asker kökenlilerden oluşan siyasal sistemlerinde, istihbarat biriminin başına da asker kökenli görevliler getirilmektedir. Yahudilerin asırlar boyunca karşılaştıkları acı tecrübeler, bağımsız devletlerini ilan etmelerinden sonra gerçekleştirdikleri konvansiyonel harpler (arap-israil savaşları) ordunun ayrıcalıklı rolünü belirler. Çünkü temel gereksinim hayatta kalmak, bunu sağlayabilecek güvenlik tedbirleri ise orduya aittir.

Aynı güvenlik kaygılarını paylaşan bir orta asya geçmişine dayanan Türkiye’de de, ordu her daim ayrıcalıklı konumda bulunmuştur. Modern ordu kavramının karşılığı 1808 Prusya sistemi yani Harp okullarının kurulması ile profesyonel subay tipine geçilmesi olduğundan, Türk tarihinin ilk modern askeri girişimi Padişah Abdülaziz’in devrilmesidir.  Bu olaydan önce de pek çok askeri girişimi Osmanlı tarihinde görmek mümkündür. Mülki sınıfın genelde askerlerden oluştuğu bürokratik kadroda, arz günlerinde her daim askerler, veziri azamdan bile daha evvel Padişah’ın huzuruna çıkarlar. İstedikleri maaş zammını alamayınca ayaklanır, istemedikleri devlet adamının yaşamasına müsaade etmezler. Zaten ayrıcalıklı olan bu askeri sınıfın ise tam manasıyla bir denetim mekanizmasına dönüşmesi Genç Osman’ın katlidir. Ordu artık gerektiğinde devlet başkanını dahi öldürebilecek bir mizaca bürünmüştür. II. Sellim, III.Selim, III.Ahmed gibi Padişahların devrinde de önemli hareketler gözlemlenirken 1876 tarihi modern harp okuluna mensup zabitlerin girişimidir. Tabi bu girişim Osmanlı’dan borçlarını tahsil edemeyen bankerler ve ardındaki devletlerce de desteklense, ülkenin o dönemde bulunduğu durum iktisadi ve sosyal bakımdan oldukça kötü durumundadır. III. Selim’den itibaren zayıflayan devlet mekanizmasının adeta bir tedavisi olarak yeni topraklar yeni zenginlikler yeni askerler yani yeni fetihler kabul edildiğinden, bunun gerçekleştirilebilmesi için güçlü ve talimli bir ordu yapısına ihtiyaç olduğu tasavvuru geliştirilir. Bunun için ordu modernleştirilmelidir.  II.Abdülhamit tarafından davet edilen Prusyalı Subaylar, yeni askeri mektepler, ordunun toparlanabilmesi için atılan adımlar olmuştur. O devirden itibaren pozitivizm ile yoğrulan çoğu subay, askerlik asli görev dışında kurtarıcı olarak siyasi ıslahat projeleri tasarlarlar. İkinci Modernist askeri girişim ise 1913 Babı Ali Baskını olacaktır.

Türk tarihini çok iyi bilen Mustafa Kemal Atatürk, 1923’te Cumhuriyet’i ilan ettiğinde, bu girişimine yönelik en örgütlü tepkinin ordudan gelebileceğini tahmin edebiliyordu çünkü ordu dışında zaten toplumsal bir sınıf yoktu. Bu sebeple siyasetle iştigal edecek askerlerin mutlaka ordudan istifa etmeleri şartını ilke kabul etti. 9 Kolordu ve 3 Müfettişlik olarak kurulan ordu da, muhalif ve halkın teveccühlerine mazhar olabilmiş Generallerden, Kazım Karabekir ve Ali Fuat’ı pasif görev olarak nitelendirilebilecek ordu müfettişliklerine atadı. Rauf Orbay’a ise görev bile verilmedi. Genelkurmay başkanlığına, Mustafa Kemal’e çok sadık bir General olan Fevzi Çakmak getirdi. Bütün bu olanlardan sonra zaten bir kurtuluş savaşı kahramanı olan Atatürk’e karşı hiçbir subay askeri müdahale girişiminde bulunamadı. Atatürk’ün karizmatik komutanlığı karşısında durabilecek bir general olamazdı. Keza İnönü döneminde de, İnönü’nün Harp Okuluna hakimiyeti meşhurdur. İsmet İnönü’nün at gezileri yaptığı Harp Okulu bitişiğinde, haberi alan Harbiyeli öğrencilerin, İnönü’yü görebilmek için birbirleriyle yarıştığı ve İnönü’yü hazır kıta selamladıkları bilinir. Buna mukabil 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül girişimleri neticesinde yeni oluşan asker egemenliğine dayalı idari bürokrasinin, meşruiyet kazanabilmek maksadıyla dış cephede özellikle Washington nezdinde, temaslar kurduğu bilinen gerçektir. 27  Mayıs 1960 akabinde,  235 General ve Amiral ile 3381 Subay, 251 Kurmay statülü subayın emekliye sevk edilmeleri bütçe açısından oldukça yüklü yekün getirmekteydi. Bu yekünün nereden temin edilebileceği problemine Washington yetişmiş görünüyordu. ABD, 1960 yılı içinde 103 milyon dolar yardımda bulundu. [1] Nitekim 12 mart sonrası Nihat Erim Başbakanlığında oluşan teknokrat hükümet, Abd’nin isteği üzerine tarım temelli Türkiye ekonomisine ağır zarar verebilecek bir kararla Haşhaş ekimini yasaklarken, 12 Eylül rejimi ise Yunanistan’ın tekrar Nato’ya dönebilmesine onay verecekti. [2]  Keza postmodern toplum yapısına uygun olarak postmodern olarak nitelendirilen ve 28 Şubat olarak bilinen, 28 Şubat 1997, 8,5 saatlik Mgk toplantısı neticesinde 2 ay sonra Necmettin Erbakan’ın hükümetten çekilmesi Dünya’da uyandırdığı yankılar bakımından önemliydi. Erbakan Başbakan olduğuında ilk resmi ziyaretini İran’a yapıp 28 milyar doğalgaz anlaşması imzaladı. Bu süreçle, ambargo uygulanan İran ile bu denli yakın ve büyük ticari münasebet , batı nezdince tepki gördü ve Erbakan’ın üstünün çizildiği dillendirildi. Erbakan’ın hükümetten düşmesiyle, İftira ve Yalanla Mücadele derneği (ADL)[3] başkanı Abraham Foxman: ‘’ Türkiye Erbakan’a rağmen ayakta kaldı. En kötü dönemi atlattı.’’ [4] ifadeleri aslında 28 Şubat’ın lobiler nezdince de desteklendiğinin somut göstergesiydi. O dönemin Kudretli Generali Olarak bilinen Çevik Bir’in İsrailli stratejistlere yaptığı değerlendirmelerde, İsrail-Türk ilişkilerinin tehlikeye girmesine ordunun kayıtsız kalamayacağı [5] ifadeleri 28 Şubat başta bütün askeri girişimlerin bütünüyle dış destekli olduğu teorisinin geliştirilmesine olanak sağlamıştır.  Oysa ki bu tip teoriler meselelerin ana eksenini kaybetmeye sebep olabilecek tehlikededir. Ordu’nun bütün girişimlerini meşruiyet bağlamında pekiştirebilmek için birtakım arayışlara girmesi nasıl bir hakikatsa, Türkiye’de tıkanan sosyal ve siyasi problemlere o dönemlerde siyaset mekanizmasının bir alternatif geliştiremediği muhakkaktır. Tabiat mağlumdur ki, siyasi ve ekonomik istikrarsızlıkların olmadığı durumda askeri müdahalenin de doğması söz konusu olamaz. Siyasi kulvarlardaki tıkanıkların Ordu eliyle açılıp açılamayacağı ayrı bir tartışma olsa da, dış destek gayrı millilikle eşdeğer bir değerdeyse hemen bütün partilerin kurulup yükselmesi gayrı millidir. Çünkü siyasi organizasyonların kuruluş safhaları her daim dış arayışları beraberinde getirmiştir. Örneğin 1970’lerde Avrupa ile bütünleşme programına yoğunlaşan Adalet Partisi’nin oylarının bölünebilmesi ve Türkiye’nin Nato ekseninden kopmaması için Pentagon onayı ve  Türk Havacı Orgenerallerin teşvikiyle Erbakan’a Milli Selamet Partisi’nin kurdurulduğu [6] bilinir. Benzer şekilde günümüzde ki meşhur siyasi partinin Amerika teşvikiyle kurdurulduğu A. Dilipak tarafından gündeme getirilmiştir. [7] Şimdi burada kilit soru dış destek ve lobisel bazda olumlu intibah, siyasi partiler söz konusu olduğunda meşru mudur? Eğer cevap Hayır ise partilerin iktidarı sivil darbe olarak nitelendirilebilir mi?

Yanlış olan bir şeyler olduğu aleni fakat siyaset mekanizmasının  düzenlenip sağlıklı yapıya kavuşması zaten Ordu’nun siyaset üstü sıfatını da sonlandıracaktır.

 

Asker Sivil İlişkilerinin Düzenlenmesi, Türkiye’de Askeri Darbe Olur mu?

 

Global modernist dünyanın ölçeklerine uygun olarak askeri bürokrasinin sivil teamüllerin iradesi altına bütünüyle sokulması için birtakım koşulların sağlanabilmesi normalleşme olarak adlandırılabilir. Mgk Kanun değişikliği, Askeri mahkemelerin statüsü, Jandarma’nın akıbeti gibi konular ve bu yöndeki yasal düzenlemeler sivilleşme ya da normalleşme yolunda ki adımlar olarak nitelendirilse de bu sivilleşme bana göre 2003 öncesine dayanan bir süreçtir.  Geneli asker kökenli Cumhurbaşkanlığı seçimleri Türk siyasi tarihinde her zaman önemli bir gündemi işgal etmiş gerektiğinde askerlerin Cumhurbaşkanı seçilebilmesi için meclis iradesine Genelkurmay nezdinde baskı yapılmıştır. Fakat bunun istisnası 2000 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimleridir. Bu seçimlerde adaylardan bir tanesi Genelkurmay eski Başkanı Doğan Güreş olmasına rağmen medyanın ilgisini çekmedi. Güreş nezdinde, Genelkurmay’dan kimseye telefon gelmedi. Buna Mukabil Güreş 35 adet gibi düşük oy almasına rağmen[8] Türkiye’de yer yerinden oynamamıştı. Bu süreci Ab İlerleme raporu ve yaptırımları izledi.  Mgk kanununda yapılan değişiklikle 0r rütbesinde asker olması gereken MGK sekreterinin sivil olabileceği, Mgk kararlarının yalnızca tavsiye niteliğinde olabileceği ve asli iradenin sivil seçilmişler olduğu belirtildi. [9] Eskiden asker üye sayısı fazla olan bu kurum, Başbakan yardımcılarının da dahiliyle, sivil ağırlıklı teşebbüse çevrildi. [10] Bu düzenlemeler, Mgk genel sekreterliğinin işlevsiz hale getirildiğini ve milli güvenlik için araştırma yapma yetkisinin kaldırıldığı gibi eleştirileri beraberinde getirdi. [11] Barış zamanında asker kaçaklarının ve askerlikten soğutmayla ilgili fiiliyatlara teşebbüs eden sivilleri yargılayan askeri mahkemelerin yetkileri daraltılarak yalnızca askeri suçlara ve askeri kişilere yönelik olması sağlandı. [12] Rtük ve Yök gibi kurumlarda Genelkurmay tarafından atanan askeri üye varlığı sona erdirilerek askerin, sivil siyasete müdahil alanı daraltıldı. [13] Kısa bir süre evvel ise çok tartışılan askeri statülü Genel kolluk Jandarma askeri statüsünü korumak şartıyla bütünüyle İçişleri Bakanlığı’na bağlandı. [14] Bütün bu gelişmeler kadar önemi bir husus olan ve bugüne kadar ki askeri girişimlerin çerçevesini oluşturan, içten ve dıştan gelebilecek tehditlere karşı Türk Vatanını Korumak ve Kollamak tanımlı TSK iç hizmet kanunu (md.35) değiştirilerek ‘’Silahlı Kuvvetlerin vazifesi: Yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askeri gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, TBMM kararıyla yurtdışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır’’ şeklinde düzenlendi. Bütün bu vakalara rağmen bazı çevreler, mgknın bütünüyle kaldırılması, askeri mahkemelerin kapatılması, TSK güçlendirme vakfının bütçesel olarak denetlenebilmesi, Askeri tesislerin kapatılarak Orduevlerinin halka açılması, sınırların bütünüyle askerden arındırılması ve belki de en önemlisi Genelkurmay’ın Milli Savunma Bakanlığına bağlanması gerektiğini vurgulamaktadır.  Fakat yine de iç sivil denetimin belirli oranlarda tesis edilebildiği ve eskisi gibi bir askeri girişimin yaşanamayacağı belirtilmektedir.

Bütün bunlardan sonra bazı önemli çıkarımlar şu şekilde olabilir;

 

. Milli Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay arasındaki protokol sorunları kolayca çözülebilir bunun için 680.000 kişilik bir birimi illa Milli Savunmaya bağlamaya gerek yoktur. Unutulmamalıdır ki 27 Mayıs 1960 müdahalesi, Ordu Milli Savunma’ya bağlıyken gerçekleşmiştir.

 

. Jandarma adem-i merkeziyetçi yapısından ötürü Bakanlığa bağlanması sakıncalıdır. Bakanlığa bağlansa bile Jandarma’nın bir müddet sonra Kolordu seviyesine indirilmesi ve alay komutanlıklarına, Emniyet benzeri Mülki Valilerin atanabilmesinin önünün açılmak istenmesi oldukça sakıncalıdır.

 

. Sivillerin askeri mahkemelerde yargılanmaması olumlu bir gelişmedir. Fakat askeri personel statüsündeki sivil memur ve işçilerin de sivil yargıda yargılanması birtakım sorunları ve çiftbaşlılığı getirmektedir. Buna göre askeri personel olan fakat askeri kişi sayılmayan bu şahıslar görevleri ile alakalı yasal hakkı askeri yüksek idare mahkemesi nezdinde aramaktadır. Ya bu görevliler bütünüyle askeri yargıya tabi olmalı veya idari hususlarda da sivil mahkemelerle muhatap olmalarının yasal düzenlemeleri gerçekleştirilmelidir.

 

. Kendisi siyasal bir kurum olan orduların bütünüyle siyasetten soyutlanması düşünülemez bu sebeple teorikte olsa, ordunun bulunduğu her ülkede darbe ihtimali vardır. Özellikle güvenlik bürokrasisi üzerine inşa edilmiş ve ülkemizin de parçası bulunduğu Ortadoğu, asker ayrıcalıklı konumunu sürdürecektir.

Özellikle koalisyon tartışmalarının yaşandığı günümüzde, çözüm süreci denilen programın ne şekilde seyredeceği meçhuldür. Çünkü terör ve benzeri olayların tekrarlanması askerin ek yetki istemesini getireceğinden denetim mekanizması tekrar ordunun olabilecektir. Ayrıca torba yasanın iptali gibi tartışmaların akıbeti meçhulse de reelpolitik manada gerçekleşmesi Jandarma’nın eski özerk konumunu muhafaza etmesinin yolunu açacaktır.

 

Hulasa, ordu-siyaset normalleşmesi olumludur fakat bu durumun her zaman aynı istikamette süreceği belirsizdir. Askerin isteği, siyasilerin başarısızlığı, toplumun militarizasyona olan ilgisi yeni süreci belirleyebilecek etmenlerdendir. Genel seçimlerden evvel sağ ve sol kesimi temsil eden bazı gazetelerdeki kimi köşe yazarlarının belirttiği, asker geliyor, asker gelecek, asker gelsin, karargah kimin emrinde darbeye hazırlanıyor ifadeleri en az 20 sene daha ordu’nun siyaset karşısında tarafsızlığını yitirmesinin göstergesi olacağa benziyor.



[1] Ümit Özdağ, Menderes Döneminde Ordu ve Siyaset İlişkileri ve 27 Mayıs İhtilali, Kasım 2004, Boyut Yayınları, s.345
[2] Türkiye’nin Kıbrıs çıkarmasına tepki olarak Nato’nun üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmediğini iddia eden Yunanistan 1970’lerin ortasında Nato’dan ayrılmıştı. Fakat 1979 Sovyetler Birliği Afganistan işgali ile baş gösteren yeni Sovyet tehdidi buna mukabil modern güvenlik kompleksi bir Nato’dan ayrılığın bir kazanç sağlayamayacağı düşüncesiyle yeniden Nato’ya başvurmuş fakat Türkiye tarafından veto edilmişti. Nato’ya kabul kaidesi, bütün üyelerin ittifakına muhtaç olduğundan 12 Eylül rejimi Vetosunu kaldırdı, Yunanistan Nato’ya dönebildi. Böylelikle içsel kulvarda Türk ve İslami motiflerle halk nezdinde sağlanmaya çalışan politik meşruiyet, dışta ise Yunanistan vetosunun kaldırılmasıyla Batı nezdinde sağlanmaya çalışılmıştı.
 
[3] Abd içerisinde yer alan bu Yahudi lobisi, Abd siyaseti üzerinde yönlendirici bir etkiye sahiptir.
 
[4] Mustafa Hoş, Big Boss, 2014, Destek Yayınları, s.118
 
[5] Bir Bir İtiraf,  http://www.turkiyegazetesi.com.tr/haber/531809/bir_bir_itiraf.aspx
 
[6] Necmettin Erbakan, http://www.milliyet.com.tr/necmettin-erbakan/
 
[7] Akp Aslında Nasıl Kuruldu,  http://odatv.com/n.php?n=akp-aslinda-nasil-kuruldu-1612141200
 
[8] 10. Cumhurbaşkanı Seçildi, http://dosyalar.hurriyet.com.tr/dosya/almanak/tbmm/tbmm3.htm
 
[9] http://www.savaskarsitlari.org/arsiv.asp?ArsivTipID=5&ArsivAnaID=15661
 
[10] http://www.mgk.gov.tr/index.php/milli-guvenlik-kurulu/mgk-uyeleri
[11]  CHP'li Öymen: MGK işlevsiz hale getiriliyor, http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=162450
 
[12] http://www.yenisafak.com.tr/politika/artik-askeri-mahkeme-sivil-yargilayamayacak-195036
 
[13] 9. Uyum Paketi Meclis’te, http://arsiv.ntv.com.tr/news/275600.asp